tag:blogger.com,1999:blog-28077907596148002292024-02-08T07:18:37.635-08:00YOLDAN ÇIKANLAR İÇİNİtinayla yoldan çıkarılır !irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.comBlogger22125tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-38697138226478812832011-01-02T13:25:00.000-08:002011-01-02T13:59:26.562-08:00ÜSTÜNE ÜSTLÜK İKİDİR İKİNDİ<strong><br />OSSORU</strong><br /><br /><br />yine öyledir aynen aşk eskisi hüznüm yatık sen sonrası <br />kusur mu bu şiirler bile eskir esrik duymuştuk<br />en büyük şairler öldü en güzel acılar yaşandı ve fakat <br />ya şu ilkyazın sundurmasındaki eşşoğlueşşek umut? <br /><br />Deniz mavi, tutmuştuk <br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong>ABSURD</strong><br /><br /><br />kafam bir sevi ki nar<br />kontakt lens taktırıp oraya aya<br />daha uyu sen yalnızlık<br />stres metress şangır şungur<br />göğüslerin oh ne ala<br />yine ısıp cacık<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong>İCRA-İ TEVEKKÜLE REDDİYE</strong><br /><br /><br />geçit alacayabanlık yine umut acayip tıfıl<br />görünmeyen muştu cırcıvık ne garip hep hüzün<br />ne varsa yeniden ve hep ölümlerde<br />üstüne üstlük ikidir ikindi ölgün yüzün<br /><br />babalara mı geldik yine<br />ben mi yanlışım yazgım<br />sevdamda mı<br />yanılmışım<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />“Üçe kadar sayıyorum bu geçedeyim<br />Korkmuyorum kaçak değilim iğretiyim”<br />T.Uyar (1927-1985)<br /><br /><strong>İÇ</strong><br /><br />İçinde durmayalım önemsiz gerisi<br />Geç bu bok püsürü bir eylül gecesi<br />Sen şimdi gün ola pul pul sevi duman ki üff<br />Arasız cazip kambur süreğen köpek dölü mavisi<br /><br />Hayda bre! Hayda bre pehlivanlar!<br />Gibi karanlığı böyle yim sığı ya, pis isi! <br /><br /><br /><br /><br /><strong><br />BEKLERİ</strong><br /><br />-metin eloğlu için natürmort-<br /><br />dört başı ma’mur yalnızlık<br />avazınca eşele eşele<br />nasıl ki sevi hep kızoğlankız<br /><br /><br />bu derse elbet yine geliciiz<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong> ESS </strong><br /><br /><br />a<br /><br />gariplik galiba burdan dünyaya kaç yol olmasında<br />sonra bayağı yoğun üst düzey bir ödünç kılıçla !<br />bitiriverdik seviyi peki siktirip gitsin kolayca şişşt ne ayıp<br />Ama baksana adama hazır mama<br /><br /><br />b<br /><br />ya açısı dostluğun alı al boku bok ruhsuz herif?<br />piyasadaki hortlağa hastir çektim sevindi aile boyu şirket<br />pek çelebiymiş halet-i ruhiyesi az biraz epik<br /><br />etiketiketetiketiketetiketiket<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />“bilseydim bile gerçeklenen bu arzu sonrasında<br />zamanlardan kaç zaman<br />yok sayacağını ucuz benimi,<br />bu yakıcı isteği yinelemekte engel ne ki?”<br />Nilgün Marmara (1958-1987)<br /><br /><br /><strong>MAKTULÜN ADI SEVİ</strong><br /><br />geceydi buldum<br />maktulün adı sevi.<br /><br /><br />kağıttan kuleler yeşil kediler oynaşır adalarımda<br />geceydi uzak güzel sevdalardan geliyordum<br />sevişgen aynalar üff neler görmüş geceydi<br />maktulün adı kesinlikle sevi.<br /><br /><br />avuçlayıp o meczup metruk ışığı kanatarak yarayı<br />uyuz anılar plastikten kedi<br />ne kadar da çok söylemedik acıyı<br />yahu ne kadar da çok hiç ses vereni<br />maktulün adı biliyoruz sevi.<br /><br /><br />geceydi<br />bütün güzel kadınlara küfrettim dönüp baktı kedi<br />‘düriyemin güğümleri kalaylı’<br />ne güğüm kaldı ne kalay düriyeyi kim tanır<br />bitli şarkıları okşadım makul ayyaşları<br />bağıra çağıra maktulün adı sevi<br />ateş pahası al gözüm seyreyle ömür<br />allahın belası geceydi ayrılık köpeği.<br /><br /><br />sıktım sıyrılıyor maktulün adı kedi<br />geceydi buldum onun adı sevi<br />belki bilmiştik bil ki sevmiştik o yaramaz kancık atı<br />geceydi<br />baş mağrur göğüs önde durup dururken<br />niye bacakarası kurşun asker anıtı?<br /><br /><br />seviydi biliyorum maktulün adı gece<br />‘bir tek seni unutmam ece’<br />kurutuldu ve unutuldu işte<br />unutuluyor el mahkum çekip giden git gelinde özlemin özü<br />şehre yeni geldim buraları pek bilmem adı belki sevi<br />gün olur eşşoğlusu<br />hüzün baki kalır çözülüyor kedinin gizi.<br /><br /><br />dilimde tüy bitti anladık sevi<br />ey gocunan yara ey sevdalı yurt<br />ey yarası mikrop kapan hayatın götü<br />ey ver elini umut!<br />aniden değil pis kedi,<br />taammüden öpüyorum seni.<br /><br /><br />gece bitiyor oldu da bitti maşallah<br />kedi sevi hadi koy şuraya<br />lan ayı mı oynuyor burada<br />maktulün adı neydi?<br /><br />İzmir,97<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong>LUMBARA TUMPAR</strong><br /><br />-sana sevgili cümbüşlü dost, <br />her neredeysen…-<br /><br /><br />1<br /><br />karışık ve karmaşık bir sarmaşık<br />şu götüboklu hayatın ta kendisi hah-ha!<br /><br />2<br /><br />burası boş<br /><br />3<br /><br />görüyorum peykeyi bir yerlerde bekliyor<br /><br /><br />4<br /><br />görüyorum bir yerlerde birileri gözler görüyorum <br />bir yerlerde birileri peykenin ardında ardından bekler beni<br />-biliyorum sıcak esrik söz gelimi sevilgin <br />günler yaşanmaktadır şimdilerde- eh işte<br />umutsuzluğun patikasında yamaçsız lumbaara tumpar<br />uzanmışlığın uzan uzan uzayan çarkı ardına çarkına<br />gizlenmekler gelmiştir gelmiştir belleğin titreşimi<br />bel kıvrımlarında uzamsal belde<br /><br />5<br /><br />ki yakındır kalleşlik bir puştluğun kovalamacasında<br />geceler gelir nerede yanlış kılgı kıllı epey yapışkan<br />pis de olsa biliyorum kıl birileri peykenin<br />ardında ardından gözler bizi iyi sıhhatte olsunlar<br />gitmekler gelmiştir kıvançlı dölünçler özsüz beklense de <br />töz olmalı bir yerlerde –ne demekse-<br />neyleyim ağıtı lumbara tumpar inceden sızar azar azar<br />sevinin apışarası tut tut sen bunu unut mutluluğu<br />kaç para kardeş bu yazgı<br />tut bir yerlerinden <br /><br />6<br /><br />gece tırmandı doğaya peyke koptu kopkoyu<br /><br />7<br /><br />yalnızlığa <br />geçirilmiş geceyi gözler sözler düşler düştükten sonra<br />sabahsızlık isteği azıttı lumbara tumpar sona geliyoruz<br />nedir peki özün ve yani sözün sonu bitirilememiş bitmiş <br />mişmiş -rivayetmiş- adı saklı kalsın peykenin<br /><br />8<br /><br />anlatabiliyor muyum kelek bir durum yani<br />gözleri var bir atımlık puştluğu mutlak gecenin lumbara<br />lumbara tumpar tumpar yürekler durma bekler<br />maviliğin ihaneti de denebilir bir nevi<br />kellerin tarağı kadar samimi ve gerçek<br />ne ki kalmadı fitili filinta sözün<br />kısası kısas<br /><br />9<br /><br />yüzü bir belkiler oysasında aynasında kırık lumbara<br />tumpar P<br />e<br />y<br />k<br />e <br />kaydı tumparmalara gelesin tumparma e mi<br />gözler kaldı şiirlere gecelere –haşa-yok sevi<br />yaş yamyam yaşlı yapışkan geceleri birileri<br />götürüp de yarlardan atmaz mı sevabına <br />patika peyke umut –saçmalama- bekler bir yerlerde<br />görüyorum seni yaşam kekemesi<br /><br />10<br /><br />oyy lumbara lumbara<br />acı da koydum oralara<br />ayşe de Fatma dostun yok<br />çalkala tumpar çalkala<br /><br /><br />11<br /><br />düştü peyke he ya<br /><br />12<br /><br />cıss!<br />demedim mi<br />dön şimdi başa<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong>BOZ BULANIK</strong><br /><br /><br />kar altında kan anması<br />esip de dağ kuytularında o şuh varoluş<br />kanatlarını sallayan sevgili bahar<br />tencere dibin kanar kardeşim <br />seninki benden kanar<br />boz bulanık yanar elbet anlamıyla yanar lâl<br />versen elini birlikte oturup da bir yerine<br />sen eksildikçe artıyor iyi iyi bizatihi mizahi<br />kanatınca yarayı ey heval*<br /><br /><br />yüzünüzü ekşitseniz de anladınız<br />anlamlı bir şiir bu<br />bakın ne diyeceğim<br /><br /><br />*arkadaş<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />“Zehrdir âkil isen olma meye üftâde<br />‘Olayım’la ‘Öleyim’ bir yazılır imlâda ”<br />Leskofçalı Mustafa Galib Bey, (1828-1867)<br /><br /><br /><strong>YİTİŞİM -1-</strong><br /><br />girişsiz bir şiir<br />bu tam yamalak sonuçsuz girişim<br />biçimsiz biçimsel ve lâkin özsel öz der <br />umudun piç olduğu bu sentetikmental gecede :<br />Ay<br />utanca yürür geceler teklifsiz ıslak<br />açar inceden sevgeçleriyle bok dolu bak yaşamın<br />kuyruksokumunda bir yalvacı neylesek olmuşuz bir araç<br /><br />sonsuz sonuçsuz biten<br />bitimsiz bir yitişim<br />çaktırmadan bir bak<br />yitip giden<br />bir iğdişim<br />yaşamak<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong>SON YAMA</strong><br /><br /><br />ayaza durmuş bağnaz acık cümbüşlü sevdam<br />gitsemleri geldi olur ya, zaman aman yeni bir diken<br />ben burdayım nisanlayan sen nerdeyken<br />hoop ama! yola düşüp ütülmüşlükten öte<br />boru mu ulan bu kuş kanadı<br />gidip geliyorum ben bunu hep yapıyorum <br />sevi ekerken<br /><br /><br />defol git kardeşim git yamanmaya yamaya<br />yaman yaşama<br />hüzün dalına çakır moruna yarasa<br />kokuşmuş kocamış pınar elimde değil<br />ölümse bir yerinden yaşama!<br /><br /><br />dün ağardı gün bense hep yarına açtım<br />bin dünyaya birden yağıyor ihalesiyle ihanet, çaktım!<br />bir yaşam yetti sanki bitsin varsın it oğlu it<br />alındık ansızın öyle ya anlık sızı<br />yaman yaşama ve çektirip git!<br /><br /><br /><strong>SON YAMA’YA YAMA :</strong><br /><br />alınacak bir operasyonla şu habis ur<br />delişmen ilkyaz gör bak yeni kıyıları korur<br />geceden sabah beri dürzü umut bu teklifsiz kanayan<br />adeti inadına hep mavi olur!<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong>GÖMÜ</strong><br /><br />benden geceye izin a ne demek sevi nasıl ki püf<br />hadi hadi işte kırdın can şavkını sevin<br />bin değil pir söylesem hüznün kan çaputu<br />şimdi Öz’le<br />borusu iki baba hindinin<br /><br /><br />seviyi boş verdik eyvallah tamam bitti<br />geçmişe mazinin ana anıları hadi bunu da geç<br />çiçeklerini de ezip bir güzel hatta bu da işin son yarası<br />güleç zamanları koyverdik gitti<br /><br /><br />ya doğmamış aslan yavrusu ?<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong>YİTİŞİM-2</strong><br /><br /><br />bişiy kaldı :<br /><br /><br />azgın aptal sevinçli, çılgın sapık erinçli,<br />pişman arsız kıvançlı, kararsız yılgın inançlı,<br />korkak garip saygın, çekici aygın baygın,<br />güçlü asi atılgan, uyumsuz ürkek sıkılgan,<br />duygulu parlak korkusuz, huysuz bencil sorumsuz,<br />avare uysal nazik, hırsız hovarda komik,<br />alık dürüst cani, sırık romantik fani,<br /><br /><br />e yani,<br /><br />eciş bücüş ıvır zıvır kıl tüy bilcümle vesairemi,<br />toptan ve perakende bedenimi <br />ve matrak beynimi<br /><br />yani beni<br /><br /><br />yani sevgimi <br />ve <br />etimi<br /><br />üzgün güzel itiledin de<br />mi<br />yitişti<br />çirkin tatlı ütüledin de<br />mi<br />büzüştü?<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong>BİR <br />OYUN<br />YAZARININ<br />USBENEKLERİNİN<br />GÜZSONU<br />YAĞARCIKLARI<br /><br />-bir bölümlük milli facia-</strong><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />-Uyumun müthiş sesi/dinginliği<br />Uyakın yakın dostluğuyla…-<br /><br /><br /><br /><br /><strong>BAŞLIYOR :</strong><br /><br />bu güz<br />güzü yazmalı, güçsüz güneşsiz özü yazmalı<br />azınca oturaklı azmalı<br />günü düşe sürgünü yazmalı<br />başka neyi<br />defolup gitmeyi<br />işte bu hüznü<br />sevimli kaltağın<br />dandik yüzünü yazmalı<br /><br /><br /><br /><strong><br />PLAĞIN (A) YÜZÜ DÖNÜYOR</strong><br /><br /><br />OZAN : dünkü geniş gümüş orman gizi –o kırlangıç yuvası-<br />vızıldarken kundaklandığı kundakta iken Öz’ü<br />duyulmuş mudur, heyhat! bu bir sızı<br /><br /><br />TERESİAS : müsaade buyrunuz, şeydir o: muttasıl olası<br /><br /><br />OZAN : a-ha! soylu bilici<br />bilmezsin sen ne gece şeytanıymış o bodur ece<br />bilinmeliydi oysa Su<br /><br /><br />KORO : nisan ki imgeleminden fırlayanlara tapınırdık<br />anneleri erteleyerek peykelere uzanırdık<br /><br /><br />SOYTARI : ey Ozan! mutsuzlukla anlamanın bir ilgisi varsa<br />ve anlamaksa eğer acı<br />görülmüş müdür son demden bu yana Roma’nın kıçı?<br /><br /><br />KORO : gün oldu devran döndü, akan su kıyamet<br />Ozan neden bilmez, ağan gün ihanet!<br /><br /><br />MİDAS : Roma’nın altın çağı kapanmıştır<br />kapat! sevdalara ağıt düzmek<br />ve ayın altında üzüm yiyip sevişmek<br />ikinci bir emre kadar yasaktır!<br /><br /><br />ZEUS : bırakın bu mavraları, Edip falan da yok artık<br /><br /><br />KOROBAŞI : iki bin şu kadar yıl sonra siz misiniz, yine mi<br />eşsiz tek ve yalnız olan<br />bu güz bahçesinde mutlu da değildir<br />çünkü mutluluk –bilmiyorlar ve bilesiniz-<br />ancak paylaşımla bir utku, paylamakla değildir<br /><br /><br />OZAN : yeter! herkes birbirinden sekter<br />benim derdim bambaşka<br /><br /><br />SOYTARI : biliyoruz Ozan, takmışsın sen aşka<br /><br /><br />OZAN : kapa çeneni de dinle Soytarı<br />bir yerde bitmeliydi bu doğurgan şaka<br />gülme ne var bunda elbet biter<br />bazen bir müsebbib bile yoktur bunun için muteber<br />öyle değil mi siz de bir şey söyleyin<br />pek muhterem Peder<br /><br /><br />TERESİAS : biliciliğim -ne yazık- burada tekler<br />ben usumu ve Oedipius’umu isterim<br />gelmeyin üstüme bireysel bireysel<br /><br /><br />SOYTARI : Ulu tanrılar! bir şey anladıysam Hades’e gideyim<br />ağlama duvarı mı burası ben mi yanlış roldeyim<br />dalgaya mı geldik senin mi elin kaydı<br />ulan sayın Ozan! kendine gel<br />tarihin manevi şahsiyetinde koca bir delik!<br />ben nerdeyim?<br /><br /><br />İÇSES : doğru, hiç mi hiç ben de anlamadım bir şey<br />zaten en doğruyu dosdoğru ancak soytarılar deşer<br /><br /><br /><br /><strong>PLAĞIN (B) YÜZÜ DÖNÜYOR</strong><br /><br /><br />OZAN : kes! anladık ayrıştırıyorum, bağışlasın beni tanrılar<br />bulmak için asıl söyleyemediğimi<br />insanlığın bir türlü dürülememiş defterine<br />kazıyorum<br />evet karıştırıyorum belki biri bulur<br />yürek dolu hesap uzun zaman yok<br />ve üstelik sırada bekleyen çok<br /><br /><br />işte şimdi başlıyorum önce Öz’ümün<br />ve küllenmiş tözümün akan suyunu<br />ve eloğlunu saymalı elbet metin abi <br />koca dünyanın sorunu<br />bir de illaki seni<br />ya halkıma ne demeli<br />ya Olympos’un ve varoşların ulu tanrıları<br />milliyetçi-muhafazakar ülkemin<br />dramını kim yazacak?<br />hele ki sönmeden bu külliyen küllenen ocak<br />kesin biraz İstanbul bulaşmış Ginsberg’i ve seni<br />süresince ve bittabi ilk önce kim yapacak?<br />ahir zaman yalvacı ve seviye biteviye yalvarıcı<br />belki biraz kuru sıkıcı çokca iyi atıcı bu zavallı<br />ve ulu yazıcı –yani ben- elbet bir yerden<br />mutlaka ve pekala başlayacak!<br /><br /><br />KORO : ay çoktan çıktı, Hızır ve Midas çişe gitti<br />Ulu tanrılar aşkına, çenen düştü Ozan<br />ya bunak Teresias’ı<br />ne diye çıkardın tozlu sayfalardan?<br />neyin dramı bu, kim ne gibi bir beşeri mesaj bulacak<br />hele senin gibi acemi bir zat, bu ne tezat?<br />sen en ikinci yeni eniki sen çağcıl şövalye<br />sen romantik ve üstelik kimliksiz kahraman !<br />ne söyleyeceksen söyle ve bitir artık<br />bak bir daha uyarıyoruz<br />bıktık ayakta durmaktan<br />ve durma<br />böyle konuşmaya çalışmaktan!<br /><br /><br />MİDAS : herkes seni bekliyor<br />mevzuya gel mevzuya Ozan<br />yoksa emin ol öpüleceksin <br />muhafızlarım tarafından!<br /><br /><br /><strong>DÖNECEK YÜZÜ KALMAYAN PLAĞIN SON HIŞIRTILARI</strong><br /><br /><br />OZAN : siz siz olun yapmayın<br />lütfen avamlaşmayın <br />bam telime <br />ve ettiğime<br />basmayın sakın!<br /><br /><br />SOYTARI : peki peki biraz daha ıkın<br /><br /><br />OZAN : döktüklerimi toparlayarak ve gayet parlak<br />bitiriyorum<br />son kalan en paslı gecelerime serpilen pusun<br />ederi bedelinden daha ayyaş isli bir usundur<br />karamba karambita!<br />ya dam arayan arsız damarlarımda atan<br />ateşli daimi ateşe cin gibi cinsenliğim nasıl unutulur?<br /><br /><br />( ki o kırık bastonla sıcak amforaları<br />kılı kırk yararak ve hep kırılarak kırmış<br />yaralı araya sevgi basarak kapatmıştık)<br /><br /><br />şimdi bende kalan anıların küllisini<br />adların her birisini tek tek anarak<br />bal gibi süzme hüzne<br />yalnayak başkabak dalıyorum<br />bu monoton mono haykırık<br />bitmelidir artık!<br /><br /><br />Efendiler!<br />düşmanları ve arızaları<br />arazimizden ve marazi sath-ı şahsimizden<br />önce öpüp sonra söküp atmalı diyorum<br />işte şimdi bitmiş<br />ve bu kadarı da size yetmiş olmalı<br />hoooooop <br />bir güzel ittiriyorum<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong><br />ÇOCUK NEFESİ</strong><br /><br /><br />Elif lam mim<br />Kutsal adınla başlıyorum her yeni güne<br />Sus ne gören var ne bilen <br />Sana dokununca duruyor yasak saatler gece yarıları<br />Otobüs durakları bankamatikler serseri kurşunlar<br />Mitingler günah<br />Yağmur dolu sorumluluk amca yazgım<br />Açım sevda ellerine çocuk inanmıyorsan bak<br />Sezen söylüyor beynim zonkluyor sensiz herşey ne lanet ne bayat<br />Haylaz bir çocuksun nefesinle ellerimde gözlerimde<br />Çılgın bir dünya ipini koparmış puştların dansı<br />Memeden kesiliyor hayat<br /><br /><br />Elif lam mim<br />Kutsal adınla başlıyor doğan gün aç çocuk<br />Çöp arabaları kış soğukları siyah beyaz ıslak düşler<br />Nasılsınız efendim münir nurettin martı sesleri <br />Seni tanımak kutsal rengine sevinmek en başta<br />Tüm şarkılar sana tüm şiirler dağların eşsiz coşkusu <br />Yeşil gözler şarabın tadı iyi biten sonlar<br />Sıcak ekmek kokusu<br /><br /><br />İnsan bugün yaşamazsa çocuğum<br />Yaşamazsa <br />Ne için<br />Ne zaman yaşayacak<br />Adını anarak başlıyorum her yeni güne<br />Elif lam mim<br />Geceye saat üçe her yanına o uzun sıcak boynuna<br />Çocuğuna şefkatle sarılacak anne kokuna<br />Dar sokaklara dik merdivenlere <br />Vardiya arasına sardunyaya <br />Elif lam mim<br /><br /><br />Elif lam mim<br />İnsan bugün yaşamazsa bugün<br />Yaşamazsa bugün<br />Ne zaman<br />Yaşayacak <br />Bu yarış kimin yarışı bu silikon masal<br />Saçlarını topla rujunu sil böyle güzel geceyi ört <br />Gitme bu gece de kal<br /><br /><br />Ben her akşamüstü çıplak darmadağın sefil<br />Otobüslerin sıcak mola yeri kalabalığı<br />Yol uzun geçmiş peşimde peşimde<br />Yankılanır biri gidip diğeri gelen şaşkın ömrüm<br />Sahte gülüşler yağıyor gökten yağmur yerine<br />Sahte aşklar mono yaşamlar<br />Ne ebruli dostların sıcaklığı<br />Ne çağıldayan ırmak çağrısı<br />Ah eski kör delifişek zamanlar!<br /><br /><br />Oysa seni düşünmek neşeli türküler dinlemek<br />Seni düşünmek ağız dolusu küfretmek<br />Sarhoşun aceleci ağzında her sabah<br />Karne sevinci tezkere almak tez elden maşaallah<br />Seni düşünmek doğurmak doğurganlığıyla doğanın<br />Dudakların bir anlık çılgınlık katil eder adamı<br />Seni öpünce doyuyor dünyanın bütün açları<br />Seni öpünce bitiyor savaşlar nefret cinayet<br />Seni öpünce hıdırellez dönmedolap<br />Papatya kokusu<br />Çıplak ayaklı mor dudaklı çingene çocuğun<br />Gülmesi ağız dolusu<br /><br /><br />Elif lam mim elif lam mim<br />Kutsal adınla kutsa beni<br />‘ öp beni doğur beni ‘<br />Kutsal adınla başlıyorum<br />Her gün her güne her geçen gün yeni güne<br /><br />Sen bir çocuk nefesi<br /><br />Sen çılgın saf yalnız<br />Bir çocuk nefsi<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong><br />BENİMSİN KIRIK FOTOĞRAFLARDA</strong><br /><br />Nurcan’a<br /><br /><br />üstümden kuşlar geçince anlıyorum<br />gökyüzü ancak seninle sonsuz<br />nasıl böylesi bir renge boyalı<br />bir şehrin ortasında simsiyah gülüyorum<br /><br />durup gölgesinde bir an yaşamın<br />sevişmek mişli geçmişinde siyah beyaz<br />o delikanlı şehirde uzak sevdiğim kadın<br /><br />susma yüreğim<br />soğumasın ateş rengi bulut<br />kimliksizim sefilim bir şehrin ortasında<br />yetim bir evlat gibi duruyor zaman<br />benim sevgili celladım<br /><br />beni bıraksa bu şehir<br />çöllere döneceğim<br />bildik tanıdık korsan gecelerde<br />yetsin artık kırık fotoğrafın arabı <br />bıraktığın ateş hiç sönmez mi<br />ıslak denizlerimde<br /><br />17 şubat 1996, izmir<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong><br />YESENİNCE</strong><br /><br /><br />Saçma yüzü göğün göğsünün <br />Ne mavisi ulan şimdi yıkıl karşımdan!<br />Ay oturmuş oysa oturağına kelli ferli <br />Çoktan çalı çırpınarak özlem sözcükleri<br />sıcak ucu şen bahçesinde çocuk<br />Yalanmış<br /><br />Koşusu neye anlamadık ki tral lal laa <br />şu sevi kaşıntısı demlenirken bende hem<br />Saçma bu dem <br />Hep boktan diyorum kendince yaşamsamak <br />madem <br />çocukları yırt resimleri suya at tral lal la<br /><br />Dahası bilmemek abiler <br />Bilmediğini bildiğinde yandın ki ne yandın üff aman <br />uyansız uyaksız tek övgüm sıçırtma hüzne <br />Haykırmalıya tral lal laa<br /><br />Neden daracıkmış sevgin<br />Sığmalı oysa şiire<br />Edenin şiiri<br />Bitmesin esini esebildiğince<br />Dikkat! Dağılıyoruz beyler,<br />Yesenin’ce !<br /><br />25 nisan 87, kızılay<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong><br />PİNTİ İNTİ</strong><br /><br /><br />kamçılar durma mübarek<br />sevinin kesif kefaleti <br />hazır bedenlerin birlikteliğini <br />hadi koy bir yana dursun<br />yaşam göğün ağzına bakıyor gençlik de var serde<br />tutkuya sevinç karışmış varsın o da olsun<br /><br />ölmek değil korkutucu valla billa <br />her tür rezillik var ben de<br />yok daha neler iki gözüm ciğerim<br />ama bu serseri<br />bu utanmaz soytarı<br />ah benim diri dinselliğim cins cinselliğim <br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong><br />SANGIDAN İLK SONRA</strong><br /><br /><br />ki o tutuşuk geceler sabuk sözcükler ki o savruk seviler <br />artık pişmanlık kurtarmayacak iyelik yitse bile bil<br />ah çoğulluklara sıvaşık sadık yalnızlık imansız sapıklığım<br /><br />hoş geldin geç otur iki çift aşk edelim şiir <br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong>Ggg’ler</strong><br /><br />3. <br />yandı evanı sabah kalmadı sevişmeleri dolgun yorgun yorganı<br />kuduz maviliğimin uğruna yarap, ne günler güneşler batıyor!<br /><br />4.<br />eceymiş gece gelen sevimin uslandırılmış pembesbeli<br />bacalı ve acabalı her soktan hem yoktan bu haspa eli!<br /><br />5.<br />ağıladım ona ne demek bu: o ve na belki amanın anısına<br />ayrı mı yazmam gerekiyor illa, ilahi ilah beli anasının ona!<br /><br />6.<br />ileriye derken biz özgürlüğü sözgürlükle mi karıştırdık kayınlarla<br />bir akşamüstü gece altı derken yine anlama soyunuyorum haydaa<br /><br />7.<br />öyle bir duruluk ki ben ne yapayım özellikle yaşamam <br />ve ayazda kalmam dağılmaz bir mecburi istikamet<br /><br />8.<br />su katılmamış sevilere dalamam arkadaş saf mıyım ben <br />kendini gece hissetmeyen günün şaşkınlığı kadar<br /><br />9.<br />çekici değil bin bir türlü ölümsemek çözümsemek zor mu <br />basit sevmek kesinliği değerlerin yatsısında umursuzluğu<br /><br />10.<br />doruğun fabrikasında uyumsuz doğruluk iletişimin son durağı<br />ya gizimi okey paylaşmayı ve anlıyorum defolup gitmeyi! <br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><strong><br />İHTİYAÇÇ</strong><br /><br /><br />Soluk almaya ihtiyacı var insanın değil mi ama<br />Mavi göğe elbet adı güzel kendi güzel özgürlüğe <br />toprağın suya kedinin bile fareye <br />bebeğin annesinin gülüşüne ihtiyacı var yok mu<br /><br />güzel insanımın adil paylaşıma adalete<br />Fransız kalmadan Fransız kadar hem de<br />açın ekmeğe görmezin sese biçarenin bi çareye <br />savaşın barışa ihtiyacı var yalan mı arkadaş <br /><br />dünyanın umuda umudun sevgiye var yahu <br />gidişin dönüşe acının sevince hele<br />yarımın bütüne gecenin sabaha ihtiyacı var söyletme şimdi <br /><br />benim sana<strong></strong>irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-72908878948835904142011-01-02T13:22:00.000-08:002011-01-02T13:22:07.380-08:00DAĞLARDAN<a href="http://goo.gl/photos/gIGieyMFKl" imageanchor="1" style="clear:right;margin-bottom:1em;margin-left:1em"><img border="0" src="http://lh5.ggpht.com/_hbVAeYl-c88/TSDr6E9tWAE/AAAAAAAABYE/aDuO3E3d5nU/s160-c/DAGLARDAN.jpg"></a>irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-49652651904251958132011-01-02T13:16:00.000-08:002011-01-02T13:17:13.886-08:00ORDAN BURDAN...<a href="http://goo.gl/photos/pZk3NQVqi3" imageanchor="1" style="clear:right;margin-bottom:1em;margin-left:1em"><img border="0" src="http://lh5.ggpht.com/_hbVAeYl-c88/TFaR5mnd3wE/AAAAAAAABWc/3rSJz8mvgeE/s160-c/DropBox.jpg"></a>irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-69835803448384954252011-01-02T13:08:00.000-08:002011-01-02T13:09:51.006-08:00İGUAZU: YILANIN AŞKIYağmurlu bir Brezilya akşamında çıktık yola Sao Paulo’dan. Zaten açıkçası pek ısınamamıştık bu kalabalık ve nemli sanayi kentine, ama daha çok yıllar yılı hayalini kurdugum Iguazu şelalerini bir an once görmekti beni bu derece sabırsızlandıran. <br /><br />Talat, Niko ve ben, 40’li yıllarının henüz başlarındaki bu 3 genç adam (evet genç) baştan sona Güney Amerika’yı keşfetmek üzere yollara koyuluyoruz. Ve ilk durağımız, daha önce fotoğraflarını görüp, “burayı görmeden ölmemeliyim” dedigim İguazu Şelaleri. Sao Paulo’dan yola çıkan otobusümüz, yaklaşık 15 saatlik bir yolculuktan sonra bizi bu dünyanın en görkemli doğa şahaserlerinden birine, İguazu Şelalerine ulaştıracak. <br /><br />Arjantinlilerin İspanyolca “İguazu”, Brezilyalıların Portekizce “Iguaçu” dedikleri şelaleler dizisi; Rio Parana nehri üzerinde yer aliyor.<br />Rio Parana, Güney Amerika’daki Amazondan sonra ikinci büyük nehir. Uzunluğu 4100 km’yi aşıyor. Brezilya, Paraguay ve Uruguay’ı geçip; Arjantin’in başkenti Bounes Aires’te “Rio de la Plata” deltasını oluşturarak, Atlantik okyanusu ile kucaklaşiyor. <br /> <br />İguazu, Irai ve Atuba adlarindaki iki farklı nehrin Curitiba şehri yakınlarında birleşmesinden oluşuyor. Rio Parana nehrine dökülmeden önceki son 133 kilometresinde Arjantin ile Brezilya arasındaki sınıri belirliyor. Parana Nehri'ne döküldüğü yerin yakınlarında, Brezilya tarafında Foz do Iguaçu, Arjantin tarafında ise Puerto Iguazu şehirleri bulunuyor. İki şehir de nehri geçen bir köprü ile birbirlerine bağlı. <br /><br /> Toplam genişliği 2,7 km olan Igaçu Şelaleleri'nde, ortalama 1.700 m³/s, uzun yağışlardan sonra ise 7.000 m³/s su, 80 metreden dökülüyor. Bu şelalenin en büyük özelliği neredeyse beş duyu organına da hitap etmesi. Yaklaştığında ürkütücü bir gümbürtüye dönüşen ses, serinleten su serpintileri ve havayı kenara iten büyük su hacminin yarattığı hırpalayıcı rüzgarlar...Dilinizde ise heyecanın kekremsi tadı. <br /><br />Tropikal yağmur ormanlarının içinde yer alan ve her iki taraftan da Ulusal Parka çevrilerek sıkı koruma altına alınan Iguazu, 300 civarında şelaleyi ve 2000'den fazla bitki türünü barındıran, içinde yaklaşık 550 çeşit hayvan türünün yaşadığı, 70.000 hektara yayılan bir gerçek doğa harikası. Guarani dilinde “büyük su” anlamına gelen İguazu, 1542'de İspanyollar tarafından keşfedilmiş, o zamana kadar burada bolgenin yerlileri Guaraniler yaşıyormuş. 1934'de milli park, 1984'de Unesco Dünya Mirası olarak kabul edilen İguazu, gerçekten de korunması gereken bir dunya mirasi, dogal bir hazine. <br /><br /> Guarani kültüründe İguazu'nun huzunlu bir aşk hikayesi sonucu oluştuğuna inanılıyor. Efsaneye göre Iguazu nehrinde Mboi adında dev bir yılan yaşarmış. Her yıl köylüler Mboi'ye törenle genç bir kız kurban ederler, bu töreni izlemeye bütün kabileler katılırmış. Yine böyle bir toren öncesi çevre kabilelerden genç bir delikanlı olan Taroba o yıl kurban olarak seçilen Naipi'ye aşık olmuş ve kurban edilmesini önlemek için onu kaçırmış. Bunu öğrenen Mboi çok öfkelenmiş ve genç aşıkları engellemek için nehrin altında kıvrılarak etraftaki kayaları çatırdatmış, kayaların kırılmasıyla Iguzau şelaleleri oluşmuş. Genç aşıkları cezalandırmak için de onları bir ağaca dönüştürmüş. Şimdi bu ağaçlar nehrin iki yakasında karşılıklı duruyorlar. Buna göre akan şelale suları Naipi'nin uzun saçlarını temsil eder. Mboi de Şeytanın Boğazı adı verilen en büyük şelalenin altında saklanmaktadır. Ancak gökkuşağı çıktığında bir köprü oluşturur ve bu sayede iki sevgili birbirine kavuşur. Gökkuşağının renkleri bize gercek aşkın güzelliğini gösteriyor. <br /><br /> İguazu Milli Parkı'nın Arjantin'de kalan bölümü, Puerto de Iguazu adli yerlesime 11 km uzaklıkta. Bu sehirden küçük kasabadan buyuk beldenin neredeyse tek geçim kaynağı, dunyanin her ulkesinden şelaleleri ziyarete gelen turistlerden elde edilen turizm geliri. <br /><br /> İlk gün şelalelerin daha etkileyici olduğu soylenen Arjantin kısmını gezmek üzere Brezilya’dan Arjantin’e geçiş yapıyoruz. Peru haricindeki bütün Guney Amerika ülkelerinde oldugu gibi Arjantin de Turk vatandaşlarına vize uygulamıyor. Zaten sinir geçişleri de son derece kolay. 10 dakika içinde sınırı geçip Arjantin’e ayak basıyoruz. <br /><br />Parkın Arjantin kısmında, şelaleleri daha rahat dolaşmak uzere ekoloji treni adı verilen etrafı açık bir tren oluşturulmus, bu trene binip farkli istasyonlarda iniyor ve şelalelere elinizi uzatacak kadar yaklaşabiliyorsunuz. Havadaki aşırı nem bize bir yağmur ormanında olduğumuzu hemen hissettiriyor, devasa tropik ağaçlardan yansıyan yeşilin tonlarını, daha once hic duymadığımız tropik kuşların ve diger canlıların seslerini, rüzgardaki esintiyi ve muhteşem şelalelerin gürültüsünü duyarak ilerlemek bu kısa yolculuğu eşsiz kılmaya yetiyor. <br /><br /><br /> Milli parkın içinde sadece sınırları belirlenmis parkurlarda gezilebiliyor, şelalelerin yakınına kadar inen daracık metal köprülerin üzerinden yaya olarak gidiliyor. Bu şelalelerin en görkemli olanı 80 metre yükseklikten aşağıya dökülen ''Garganta del Diablo'' (Şeytanın Boğazı). Garganta del Diablo'dan göğe doğru yükselen yoğun sis bulutu ve yaklaştıkça artan gürültüsü heyecanımızı daha da arttırıyor. Bu ürkütücü şelaleye sadece birkaç metre uzaklıktayız, inanilmaz bir gorsel şölen karsinda nutkumuz tutuluyor. <br /><br />Niko, bir fotoğrafcı gözüyle gördüğü bu güzellik karşında neredeyse kendinden geçmiş, hiç durmadan deklanşörüne basıyor. Talat, her zamanki sevimliliğiyle bir o yana bir bu yana şelaleyi farklı açılardan görebilmek icin koşusturuyor. Bense, görmeden ölmeyeceğim dedigim bu muhteşemlik karşısında nefesim kesilmiş biçimde bu olağanüstü güzelliği içine çekiyorum.<br /><br />Birkaç dakika icinde sırılsıklam ıslanıyoruz. Doğanın gücüne bu kadar yakından tanık olmanın zevki yanında bunun elbette hiçbir önemi yok. <br /><br />Ormanın içinde rengarenk kelebeklerin, adını bile bilmediğimiz değişik hayvanların eşlik ettiği birkaç kilometrelik bir yürüyüşle farklı şelaleleri kiminde üstten kiminde döküldüğü yerin altindan izleyerek yururken aniden hava kararıyor, sert bir ruzgar çıkıyor, bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlıyor ve inanilmayacak kadar kısa sürede oluyor bu. Böylece yağmur ormanları ve tropikal iklimle gerçek anlamda tanışmış oluyoruz. Biz yapmadık ama, burada şelalelerin altına kadar girerek heyecanlı ve ıslak bir deneyim saglayan bot turları da yapılabiliyor, yeterince ıslandığimızı düşünerek istemiyoruz. <br /><br /> İkinci günkü rotamız nehrin karşı kıyısındaki Brezilya toprakları. Parkın Brezilya'daki kısmı ülkenin Foz do Iguaçu şehrinin yakınlarında. Foz do Iguaçu, 30 yıl öncesine kadar küçük bir kasaba iken, günümüzde 300.000'i aşan nüfusuyla önemli bir turizm merkezi olmuş. <br /><br /> Şelalelerin neredeyse tamamı Arjantin tarafında bulunduğundan, nehrin Brezilya yakasından baktığınızda muhteşem bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Gokkusaginin bütün renklerine sahip bitki örtüsü içinden büyük bir hızla dökülen sayısız şelale ve onları çevreleyen uçsuz bucaksız bir yağmur ormanı. Bu hayranlık uyandıran görüntü karşısında heyecanlanmamak mümkün değil, burası doğanın insanlara sunduğu eşsiz bir armağan. Suyun akış şiddetinin doğurduğu buğu ve sis icinde, guneş ışınlarının doğurduğu sayısız gökkuşağı inanilmaz güzellikte. <br /><br /> Park kelebek ve kuş gözlemcileri için oldukca ideal bir alan. İguazu Şelaleleri 3 kilometreyi bulan uzunluğuyla dünyanın en büyüğü; söylenene göre Amerikan first lady’si Eleanor Roosevelt burayı gördüğünde dudaklarından ''zavallı Niagara'' sözleri dökülüvermiş. <br /><br /> Arjantin'deki küçük tren burada yerini üstü açık otobüslere, metal köprüler ise daha rahat yürüyüş imkanı sağlayan beton platformlara bırakmış. Bu alanda hediyelik eşya dükkanları, restoranlar, bisikletten trekkinge, kanodan, safariye kadar turlu aktiviteyi satin alabileceginiz tur şirketlerinin binalari ve hatta bir de otel bulunuyor, ama asıl sevindirici olan bu tesislerin her iki ülkede de parkın doğal yapısını bozmayacak şekilde kurulmuş olması. Her gün yüzlerce insanın ziyaret ettiği bu milli park, insanoğlunun hoyratlığına maruz kalmamış. Burayi gorup de doganin gucunu, azametini ve muhtesemligini hissetmemek imkansiz. <br /><br />Zaten İguazu da -her iki tarafiyla- aşkın kendisi gibi; coşkulu, rengarenk ve heyecan dolu oldugunu hic sakinmadan soyleyip duruyor.irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-26701181319209462132011-01-02T13:04:00.000-08:002011-01-02T13:05:52.728-08:00Bolivya: Nasıl gidilir, Ne Yenir Ne İçilir?Başkent: La Paz (idari başkent), Sucre (adli başkent)<br />Telefon : Bolivya’nın ülke kodu 591, başkent La Paz’ın şehir kodu ise 2.<br /> <br />Din: Halkın % 95’i Katolik, %5’i Protestan.<br /><br />Dil: İspanyolca resmi dil olmasına rağmen, nüfusun çoğunluğu ana dil olarak Quechua ya da Aymara yerli dilini konuşuyor.<br />Etnik Yapı : Nüfusun %50’den fazlasını safkan yerliler oluşturuyor. İspanyol-yerli melezi ‘mestizo’lar yaklaşık %35’lik bir bölüm.<br /><br />Saat Farkı: Türkiye’den 6 saat geri<br />Vize: Türk Vatandaşlarına vize uygulanmıyor. Bolivya İstanbul Fahri Konsolosluğu: Altan Erbulak Sokak, 3 Mecidiyeköy, 212 - 272 24 02 <br />Para <br />Ülkenin para birimi bolivianos (1 USD = 7.5 bolivianos). Sadece büyük kentlerdeki otel, restoran ve tur şirketlerinde Visa ve Mastercard kredi kartlarını kullanmak mümkün. Ama ülkede her yerde Amerikan Doları ve avro bozdurabileceğiniz bankalar ve döviz büroları mevcut. <br />Hangi mevsimde Bolivya’ya gidilmeli? Gezmek için en uygun aylar Haziran-Eylül arası. Bu dönem aynı zamanda ülkenin önemli festivallerine de rastlıyor. Kasım-şubat arası Bolivya’da hem aşırı sıcak hem de yağmur görülür. Ülkenin Güney Yarım Küre’de olduğunu ve mevsimlerin ters olduğunu unutmayın. Yükseklik dolayısıyla Bolivya’da gece ile gündüz arasında büyük sıcaklık farkları yaşanır. Özellikle karayoluyla gece yolculuğu yapacaksanız mutlaka yanınızda kalın giysiler bulundurun. Uyuni'ye gidecekler yanlarında battaniye götürmeli.<br /><br />Bolivya’ya Nasıl Gidilir? <br />Türkiye'den La Paz’a direkt uçuş yok. KLM’nin Amsterdam ve Lima aktarmalı uçuşları Cuma ve Pazar hariç her gün yapılıyor. ABD üzerinden veya Türkiye’den Madrid aktarmalı olarak Peru’ya gidip, kolayca Bolivya’ya da geçebilirsiniz. <br />THY kullanmak istiyor ve zamanınız da bolsa en iyi yol, İstanbul’dan Brezilya’nın Sao Paulo şehrine, oradan karayoluyla önce kuzey Arjantin’deki Salta’ya, sonrasında otobüsle Şili’nin San Pedro De Atacama kasabasına, oradan da Jeep kiralayarak Bolivya’ya geçiş yapılabilir. Böyle bir rotada muhteşem İguazu şelaleleri’ni de görme şansınız olacaktır. <br />Ortalama Uçuş Süresi: 15-18 saat<br />Ulaşım <br /> Şehir içi ulaşımda belediye otobüsleri ve minibüsler kullanılıyor. La Paz’da ulaşım otobüs ve ‘micro’ adı verilen minibüslerle yapılıyor. Bilet fiyatları oldukça ucuz. Gelişmiş bir kara ve demiryolu ağına sahip olan ülkede, Latin Amerika kıtasının genelinde olduğu gibi taşıtların kalkış-varış saatlerine pek uyulmuyor. Yollarda uzun süre beklemek olası. Ülkede taksiler ucuz. Taksimetre açılmıyor, standart ücretler mevcut. Fiyatlar 6 ila 15 bolivianos arasında değişiyor. <br />Konaklama:<br /> Ülkenin turistik merkezlerinde yer bulmak çoğu zaman sorun değil. Zaten çoğu yere tura katılıp gittiğiniz için konaklamada sorun yaşamıyorsunuz. Hostellerde günlük konaklama fiyatı 25-55 bolivianos arasında değişiyor. Otel ya da pansiyonlarda kahvaltı dahil günlük konaklama bedeli 10-40 dolar arasında. <br />Ne Yenir?<br /><br />Siyah fasulye ve pirinç<br /><br />Bolivya mutfağı neredeyse tamamen ete dayanıyor. Kahvaltı dahil olmak üzere her öğün restoranlarda et yemeği bulabilirsiniz. Ana yemekte mutlaka kırmızı et, tavuk veya balık oluyor. Patatesin değişik çeşitleri, yumurta, siyah fasulye ve sebze karışımları etin yanına garnitür olarak servis ediliyor. Et, siyah fasulye ve pirinç Bolivya mutfağının vazgeçilmezleri arasında.<br />Peru’nun da yöresel yemeği olan sebzeli balık Cevihe’dan Bolivya’da da tadabilirsiniz. Antıcucho de corazôn adı verilen şiş kebap ise, sığır yüreğinden yapılıyor.<br /><br />Nerede yiyelim? <br /><br />Angelo Colonial<br /><br />Güney Amerika mutfağı. Kolonyal stilde döşenmiş restoranın çorbaları ünlü.<br /><br />Calle Linares 922, Belen, La Paz<br />tel : 2-2360199<br /><br />Chez Lacoste<br /><br />Bolivyalı ve Fransız şeflerin çalıştığı restoranda özel siyah tereyağı ve kapari ile pişirilen alabalık filetoyu deneyebilirsiniz.<br /><br />Bustamante 1098, Zona Sur, La Paz<br />tel : 2-2792616<br /> <br />Alışveriş<br />Kıtanın alışveriş için en hesaplı ülkelerinden biri Bolivya. Lama yününden örülen kazaklar, yerli kültürünün gözalıcı desenleriyle süslü kilimler ve gezginlerin klasiği sayılan Bolivya pantalonları alabileceğiniz şeylerden birkaçı.<br /> <br />Festivaller<br />Semana Santa: Diğer Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi Bolivya’da da oldukça coşkulu törenlerle kutlanıyor Kutsal Hafta.<br /> <br />Ölüler Günü: 2 Kasım’da insanlar ölen yakınlarını anmak için yiyecekler eşliğinde mezarlıkları ziyaret ediyorlar. <br /> <br />Aklınızda Bulunsun<br />• Bolivya’da geçirilecek ilk günlerde yükseklik hastalığına önlem olarak yavaş hareket edip dinlenmek gerekiyor. Alkol kullanılmamalı.<br />• Otobüs yolculuklarında bagajlarınıza dikkat edin.<br />• Aymara yerlileri fotoğraf çekilirken ruhlarının bedenlerinden uzaklaştığına inandıkları için insan ve özellikle yüz fotoğrafı çekmek oldukça zor. <br />• Bolivyalı kadınlar sırtlarında rengarenk bohçalar taşıyorlar. Bu bohçaların içinde kimi zaman eşya kimi zaman da çocukları oluyor. Fötr şapka ise kadınların vazgeçilmez aksesuarı. <br />• Aymara yerlileri fotoğraf çekilirken ruhlarının bedenlerinden uzaklaştığına inandıkları için insan ve özellikle yüz fotoğrafı çekmek oldukça zor.irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-80806931673420171422011-01-02T13:01:00.000-08:002011-01-02T13:03:18.145-08:00ŞİLİ’DEN BOLİVYA’YA, ATACAMA ÇÖLÜNDEN UYUNİ TUZ GÖLÜNE DOĞAÜSTÜ BİR COĞRAFYADA 3 ZORLU GÜN“40’ından sonra 40 gün 40 Gece Güney Amerika” diyerek yollara düşen ekibimiz, bu kez Şili’den başlayarak kıtanın en az bilinen ülkesi Bolivya’yı keşfe çıkıyor. Ekibimiz derken aklınıza öyle çok sayıda insan gelmesin, ekip dediğin, Talat, Niko ve bendenizden oluşan topu topu 3 kişi. <br /><br />Gitmeden önce o “iyi ki varsın internet amca”dan yaptığımız araştırmalar kısa ve öz şu bilgileri veriyor: Bolivya, Güney Amerika’nın neredeyse ortasında yer alıyor. Paraguay’la birlikte okyanuslara kıyısı olmayan 2 ülkeden biri. 8 milyon civarındaki nüfusunun çoğunluğunu İnka torunları olan yerlilerin oluşturduğu tek Güney Amerika ülkesi. Geçtiğimiz dönem tarihlerinde bir ilk olmak üzere Eva Morales adlı bir yerli Cumhurbaşkanlığına oturmuş. <br /><br />İspanyol sömürgeciliği döneminde Yukarı Peru olarak adlandırılan ülke adını, Güney Amerika'yı İspanyol boyunduruğundan kurtaran Simon Bolivar'dan alıyor. Ülkemizde siyasi tartışmalarda sıkça kullanılan “Biz Latin Amerika ülkesi miyiz be? Muz Cumhuriyeti miyiz?” sözü sanırım Bolivya’dan esinlenerek söylenmiş; Ülke bağımsızlığını kazandığı 1825 yılından günümüze değin; 180’e yakın darbe (yazıyla yüzseksen!), 10’dan fazla anayasa ve 80 civarında cumhurbaşkanı görmüş. 6 cumhurbaşkanı görev başındayken öldürülmüş. <br /><br />Bütün bu kısa ve öz bilgiler, aslında Bolivya’ya olan ilgimizi çekmeyi başarmıştı, kararlıydık, “ tüh yahu oralara kadar gittik de niye görmedik ki abi?” türü lakırdıların ileride yaşanmaması için “Bolivya” mutlaka görülmeliydi. Üstelik bu ülke bir başka yönüyle de beni şiddetle kendine çekiyordu, Bolivya, efsanevi devrimci Ernesto Che Guevara'nın tam da devrim hazırlığındayken CIA destekli Bolivya askerleri tarafından yakalanıp öldürüldüğü ülkeydi. İlla ki gidecek, öldürüldüğü yer olan La Higuera adlı köy görülecekti. Ama yaptığımız araştırmalara göre Şili ile Bolivya arasında öyle bir yer vardı ki, gören çok az sayıdaki gerçek gezgin, hani şu sırt çantalı, az paralı ama çok zamanlı gezgin, Bolivya’yı keşfetmeye buradan başlanmasını hararetle öneriyordu. Bırakın Türkiye’yi, dünya üzerindeki birçok gezginin bile henüz ayak basmadığı olağanüstü ve sıra dışı bir coğrafyadan, yerlere inen yıldızlardan, insansız onlarca kilometre genişliğindeki bir yabanıl alandan, göllerden, aktif volkanlardan, engin dağlardan söz ediyordu. Çok da düşünmedik, evet biz burayı öncelikle ve mutlaka görmeliydik. <br /><br />Şili’deki Atacama Çölü üzerinden girecektik bu bölgeye ve Bolivya’ya. Çölün yanı başında kurulmuş San Pedro De Atacama adlı küçük kasabada bulduğumuz (o mu bizi bulmuştu yoksa?) Elgardo’yla hemen anlaştık. Elgardo, başka hiçbir aracın gidemeyeceği 4x4 bir Jeep ile Çölü ve Bolivya dağlarını aşarak bizi Bolivya’nın Uyuni adlı kasabasına ulaştıracaktı. Yolculuk, 3 gün sürecekti. Mütevazı yerlerde konaklama ve 3 öğün yemek de dahil olmak üzere kişi başı ödeyeceğimiz rakam, çok da sayılmazdı: 125 $ <br /><br />Bizim gibi birkaç kendini bilmez İspanyol, Hollandalı ve Fransız, gecenin kör bir vaktinde yola koyulduk. Zorlu ve zahmetli bir yolculuk olacağı konusunda uyarıldık Elgardo tarafından, çünkü 3 gün boyunca insansız hatta Lama’lar dışında canlı otun bile bitmediği çöllerden, engin dağlardan geçilecekti. Laf! Bunlar neydi ki, heyyyt be, biz 40’lı yaşların başındaki zıpkın gibi 3 delikanlıydık! (tabi ya, ne var?) <br /><br />Gecenin sabaha yürüdüğü kör bir vakitte, henüz uyku mahmurluğu ve dünyanın en yüksek çölü olan 2500 metrelik Atacama Çölünün sersemletici soğuğu üzerimizdeyken koyuluyoruz yola. Aracımızda Felix adında bir İspanyol’la (o, ben bir Katalan’ım diyor), Marietta adlı hemşire bir Fransız kız da var. Şili sınırındaki anlamsız “her türlü yiyeceğin girişi de çıkışı da fena halde yasaktır birader” aramasını geçiştirip, Bolivya sınırına ilerliyoruz. Ama Bolivya sınırına ulaşmak pek de kolay değil, çünkü sınır 100 km uzakta! İnsansız ve zorlu coğrafyadan dolayı olacak, Şili, sınır kapısını gerçek sınırından 100 km geride, San Pedro De Atacama kasabasında kurmuş. 100 km.lik coğrafyada in-cin top oynuyor. <br /><br />Bolivya sınırında bizi Holywood filmlerinden fırlamış gibi bir sınır kapısı karşılıyor. Otların uçuştuğu, küçücük hortumlar oluşturan tozlu rüzgârların estiği sınır kapısında, sakalları uzamış askerler karşılıyor bizi. Ama korkutucu bir ciddiyet yok havada, her halleriyle çölün ortasında kalmaktan ve sıkıntıdan patlamış ama yüzleri güleç birkaç askerin minik kulübesinde, basılıyor damgalar, Bolivya’ya giriveriyoruz. Biz Türkler alışkın değiliz öyle sorgusuz sualsiz, vizesiz, üstelik sıra beklemeden zartt diye bir ülkeye girmeye, her şey tamam mı yani, emin misin Komutan? “Buyurun geçin” diyor gülümseyerek, yüzbaşı rütbesinde olduğunu tahmin ettiğim subay. Sarılıp öpesimiz var, onun yerine eller omuzlarda, “40 yıllık asker arkadaşı” pozu verip fotoğraf çektiriyoruz.<br /><br />Çölün ortasındaki bu minik kulübede tuvalet bile yok, kulübeye 100 metre uzaklıktaki hurda bir otobüsün arkası ne güne duruyor? İhtiyaç hasıl olduğunda, kızlar ve erkekler ayrı ayrı ama birbirlerini kollayarak sırayla rahatlayıp geliyorlar. <br /><br />Çöl üstünde yükselirken güneş, yola koyuluyoruz yeniden. Her kilometrede biraz daha yükseliyoruz, malum dünyanın en yüksek coğrafyalarından birindeyiz. “Rujumuzu unutmayalım, sürelim kızlar” diyorum, gülüşerek sırayla sürüyoruz dudak nemlendiricisini. Yükseklerde dudak çatlamalarına karşı önlem alınmalı, yoksa yara-bereden konuşamaz hale gelebilir insan. <br /><br />Kupkuru otların eşlik ettiği fonda yükselen dağlar, hemen yanı başımızda ilerleyen bulutlar, zaman ve mekân kavramını unutturuyor insana. Aracın sesine dönüp bakan Lama’lar da olmasa insan kendini bambaşka bir gezegende hissedecek. Şoförümüz Augustin, aynı zorlu coğrafyanın sessiz bir tanığı olarak can sıkıcı bir sakinlikle aracını sürüyor, “yok artık buradan da geçemez, kesin kalırız oğlum burada” dediğimiz yollardan, derelerden, vadilerden alışkanlıkla geçip gidiyor. Bu coğrafya, en çok sabretmeyi öğretiyor anlaşılan. Neşe içinde sürüyor yolculuğumuz, Talat bir ara, Augistine’e “Viva Türkiyeee” diye bağırtıyor. Arkasından kendisi bağırıyor : “ Vivaaa Şiliiii!” . Hepimiz gülmekten ölüyoruz, çünkü ne biz Şili’deyiz, ne de Augustine Şili’li. Augustine : “Senyor, Şili’de kalmış hala” diyor. Bu, zamanın olmadığı dünyanın tam ortasında, gayet Türk kahkahalarımız çınlatıyor ortalığı. <br /><br />Bizim tüm şamatamıza rağmen sakinliğini kaybetmeyen Augustin’in yaptığı tek sıra dışı şey, Koka yapraklarından oluşan paketinden arada sırada uzanıp birkaç tanesini ağzına atması. Sessiz, işini iyi bilen, aslında yol olmayan yolları ezber etmiş, dayanıklı biri. Binlerce yıllık Güneş İmparatorluğu’nun soyundan gelen ve kendilerine zorla kabul ettirilmiş bir dili konuşan, soğuktan ve aynı zamanda güneşten kapkara yanmış bir İnka yerlisi. Yola çıkarken belli ki eşinin hazırlayıp cebine koyduğu “Coca” , Peru’yla birlikte bölgenin en önemli ürünü. Kokainin hammaddesi olan Koka yaprağının içindeki maddeler, İnka’lardan hatta daha öncesinden beri Güney Amerika’da yükseklik hastalığına ve yine yükseklikten dolayı oluşan baş ağrısına karşı kullanılan doğal, ucuz bir ilaç, üstelik insanı sakinleştiriyormuş. Zaten bu ülkede hiç kavga, gürültü görmüyorsunuz. Doğa, verdiği sıkıntının ilacını da yine kendisi veriyor diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Augustine, ilgilendiğimizi görünce gülerek “No kokain, Yes Koka” diyerek aradaki farkı bize anlatıyor, bu ülkelerde Koka yaprağı, bizdeki adaçayı gibi, legal ve serbestçe satılıyor, çoluk çocuk yediden yetmişe herkes Koka yaprağını çiğniyor ya da çayını içiyor. Koka’nın Kokain zehiri haline gelmesi için zaten bin türlü kimyasal işlemden geçmesi gerekiyormuş ve bölgedeki devletler de işi sıkı takip ediyorlarmış. <br /><br />Yükseldikçe yükseliyoruz. Dünyanın en yüksek dağlarından biri olan 6542 metrelik Nevado Sajama, yol boyunca bize eşlik ediyor. Nevado Sajama, dünyanın en aktif volkanlarından biri aynı zamanda. Biz oradan geçerken patladığını düşünerek ürperiyorum. Koskoca çölün ortasında yükseliveren bu devasa gücün önünde şaşkınım. Apartmanlarla kuşatılmış, iş çıkışı cafeleriyle renklendirilmeye uğraşılan tekdüze hayatlarımızdan ne kadar da uzaktayım. İnsan doğayla iç içe olunca, onun gücüne daha çok saygı duyuyor. Niko’da, Talat’ta kendi iç dünyalarına çekilmiş şu sıra, “başka bir gezegendeymişçesine” etrafı izliyor. Dali’nin resimlerinden fırlamış gibi bir doğaüstülük var sanki ama tam tersi doğanın kendisi bu işte, bizim avlulara sıkıştırdığımız 3 metrelik gökyüzü değil, gerçek “Tabiat Ana”. Rüzgârın, Niko’nun fotoğraf makinesinin ve aracımızın sesi dışında duyduğum tek ses işte bu ses: Doğaya olan hayranlığımızın ve şaşkınlığımızın gür sesi. Ne kadar da ufacık, ne kadar da kopuğuz aslımızdan. O küçücük insan yavaş yavaş da olsa kendi elleriyle nasıl yok etmeyi başarabiliyor bu milyarlarca yıllık döngüyü? <br /><br />Akşamüstü, 4500 metrede büyük bir tuz gölü olan ‘Laguna Colorado’ya yakın kulübemize varıyoruz. Burada konaklayacağız. Bölgede yüzlerce irili ufaklı tuz gölü var. Bu lagün de bölgedeki diğer lagünler gibi yoğun flamingo kolonilerine ev sahipliği yapıyor. Niko’yla birlikte, tüm yorgunluğumuza rağmen akşam güneşinin etkileyici ışığında, Flamingoları fotoğraflamak üzere lagüne gitmeye karar veriyoruz. Aldığımız yükseklik haplarına rağmen başım ağrıyor. Dudaklarımız, sık sık sürdüğümüz nemlendiriciye rağmen çatlamış. Yine de önümüzdeki görüntü o denli etkileyici ki, anlatması zor. Önde lamalar, suyun içinde ve havada başta flamingolar olmak üzere çeşit çeşit kuş, her biri birbirinden farklı daha önce hiç duymadığımız ve muhtemelen bir daha da duyamayacağımız bir kuş senfonisi… Güneşin kaybolması ve sıcaklığın aniden düşmesine, hemen arkasından da fırtınaya yakın bir rüzgâr çıkmasına kadar yüzlerce flamingo fotoğrafı çekiyoruz. Yorgun, uykusuz ve çok açız. Bir de şu lanet baş ağrısı. <br /><br />Kulübemize dönüyoruz. Odalarımız 7’şer kişilik. Herkes bir yatağa atıyor kendini. Şarlo’nunkine benzer komik şapkalı Bolivya’lı 2 yerli kadın yemekleri hazırlıyor. Aceleyle yenen sebze çorbası - makarna- kola- koka çayı menüsünden sonra fotoğraf makinelerini şarj edebilmek için elektriği bekliyoruz. Bu dağ başında elektrik tabi ki yok ve sadece akşamları hava karardıktan sonra jeneratör marifetiyle ve sadece 2 saatliğine sağlanıyor. Şarjı takıp yataklara atıyoruz kendimizi. Yükseklikten dolayı nefes nefeseyiz. En ufak bir hareket bile yorgun bırakıyor herkesi. Talat, banyodan ter içinde geliyor. “Traş mı oldum, biriyle kavga mı ettim anlamadım” diyor. Kahkahalarla gülüyoruz. Güzel ülkemin yüksek dağlarına çıkmışlığım var, ama buradaki yükseklik kelimenin gerçek anlamıyla nefes kesiyor. <br /><br />Gece sıkıntıyla ve nefes nefese uyanıyorum, burnum tıkalı, üstümdeki kalın yorgan ve 2 battaniyeye rağmen donuyorum. Tamam diyorum kendi kendime, şimdi hapı yuttum, fena halde hastalanıyorum. Ben hayatım boyunca böyle üşüdüğümü hatırlamıyorum. O sırada Talat yatağında sıkıntıyla dönüyor, “ Sen de uyuyamadın galiba “ deyince “donuyorum” diyor. Biraz rahatlıyorum, en azından yalnız değilmişim, yani üşümem hastalıktan değil, soğuktanmış. “Ben de Talo’cum ben de” diyorum. Bir tülü nefes alamıyorum, rahat nefes almak için burnumu çıkarsam donuyorum, yorganı örtsem üstüme bu kez nefes almakta zorlanıyorum. Niko Guido, fotoğrafın büyücüsü, ustam, derin derin nefes alıyor, yattığım yerden yüzünü göremiyorum ama biliyorum ki bugün çektiği yüzlerce müthiş fotoğraftan sonra yüzünde gülümseme, yüreğinde iç huzuruyla uyuyor. Gece, tüm yorgunluğuma rağmen uzuyor da uzuyor. <br /> <br />Zor edilen bir sabah sonrası yorgunluğa ve az uykuya rağmen, oldukça dinç kalkıyorum. Bu da bir başka ödülü bu coğrafyanın. Yine yorucu geçecek bir başka güzel gün başlıyor, Bolivya dağlarında. Ah, idealist Kumandan Che, bu topraklar mı aldı seni, bu gökyüzüne mi uyandın son kez? Güneş tepede, hava yükseklikten dolayı serin. Laguna Colorado’nun ardından ilerlemeye devam ediyoruz. Her bir tepenin ardı bir başka çarpıcı güzellik. İnsanlardan ve medeniyetten uzaklaştıkça kendini gösteren yabanıl doğa, tarife gelmez nitelikte. Birbiri ardına gelen tuz gölleri, sayıları artan ve çeşitlenen Lama’lar, Flamingo ve kuş sürüleri, gökyüzünün yere değdiği, bulutların dağlarla kucaklaştığı, sessiz ama dinlemesini bilen için bir o kadar da geveze bir coğrafya. Laguna Blanca, Laguna Verde, Laguna Hondaya, Laguna Lota… <br /><br />Fotoğraf çekmeyen bir kişi için can sıkacak kadar sık arabayı durdurmamıza rağmen, (kim bilir belki de Koka yaprağından) sabır abidesi şoförümüz Augustine’in hiç sesi çıkmıyor. Bir dere yatağının içinden geçiyoruz, aniden önümüzde beliren ‘anne Lama’ ile yavrusu gözlerini dikmiş bize bakıyorlar. Deklanşörlerimizin sesine rağmen bakmaya da devam ediyorlar. Belki de bu yabanıl ve uzak dağlarda rastladıkları ilk insan bizleriz. Onlar şaşkın, biz şaşkın. Nice sonra onlar uzaklaşırken bir ‘biskaçya’ görüyoruz. ‘Biskaçya’ da ne? Biskaçya”, fare-tavşan arası bir hayvan(mış). Dik dik bakıyor bize. Ne bakıyorsun abi ya? Çatır çutur onu da fotoğraflıyoruz. Niko, “harika, çok güzel” deyip duruyor Biskaçya abiye, abi bizi ciddiye alıp cevap vermiyor ama fotoğraflamamızın karşılığı olarak biz ona seve seve domates armağan ediyoruz. <br /><br />12 saat süren yolculuk esnasında hiç yorgunluk emaresi göstermeyen Augustine’le, Katalan Felix, Fransız Marietta, Üstat Niko, Viva Talat ve bendenizden oluşan ekimizin yolculuğu, dünyanın en büyük Tuz Gölü olan Salar De Uyuni’nin hemen kenarındaki tuzdan yapılma otelimizde sona eriyor. Evet, Hotel Del Sol, yani Güneş Oteli, duvarlarıyla, masalarıyla, hatta sandalyeleriyle tamamen ‘Tuz’dan imal edilmiş. Dünyanın bu en yüksekteki ve en büyük Tuz Gölü, bembeyaz düşlere açıyor kapımızı. Tuzdan yapılma otelimizin tuzdan yapılma penceresinden baktığımda gördüğüm tek şey, önümde alabildiğine uzanan tuzdan bir beyazlık. Görünen tek şey, o. Beyaz, beyaz, beyaz… Gökle yer sanki birleşmiş. İnsan kendini koca bir sonsuzlukta kaybolmuş gibi hissediyor, yön duygusunu, mekân duygusunu ve hatta zamanı unutuyor. Son günümüz işte bu önümüzde alabildiğine uzanan gölde geçecek. <br /> <br />Güneşin kaybolmasıyla birlikte hava artık alışageldiğimiz biçimde aniden soğuyor, akşamüstü hafif esen rüzgâr, giderek fırtınaya dönüşüyor. Bu coğrafyada gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı inanılmaz. <br /><br />Akşam, yemek sonrası, esen sert rüzgâra rağmen dışarı çıkıyorum. Bizi çevreleyen 100 km. mesafe içindeki tek insan grubu belki de biziz. Ne bir köy var buralarda, ne de başka bir yerleşim. Zaten bir şey yetişmiyor bölgede, su da yok. Başımı kaldırıyorum, gökyüzü alabildiğine yakın, yıldızlar kucağımda. Hayatımda hiç bu kadar yakın hissetmemiştim kendimi evrene, sonsuzluğa. Milyonlarca yıldız akıyor başımdan aşağı. Karanlık mı? Ay yok, ama yıldızlar boyuyor yeryüzünü. Benim binlerce kilometre ötedeki o eşsiz ülkemde de yıldızlar güzel görünür ama gökyüzündedir, burada hepsi kucağımda sanki, uzansam dokunacağım neredeyse. <br /><br />Gece Felix’le paylaşıyoruz aynı odayı. Horlayan Felix’i birkaç kez uyandırıyorum, o da beni. Sabah yine ağzım kupkuru, dudaklarım çatlamış olarak uyanıyorum. “Viva Bolivia, Viva Türkiye” sesleri arasında alabildiğine bir beyazlığın içinde yol alıyoruz. Nice sonra “Salar De Uyuni”, yani Uyuni Tuz Gölü’nün ortasındaki adaya ulaşıyoruz. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen beyazlığın tam ortasındaki bu adanın adı “İnkahuasi”, yani “İnka Evi”. Adanın her yeri 5-6 metreye kadar uzanan dev kaktüslerle kaplı. Tuz gölünün beyazı, adanın kahverengi tonları, gökyüzünün bulutlu maviliğiyle birleşince muhteşem bir doğa göz kırpıyor her yerden. Niko, bu fotoğraf malzemesi karşısında, her usta fotoğrafçıda olması gerektiği gibi adeta çıldırıyor, ardı ardına basıyor deklanşöre, gerçekten de inanması zor bir yer burası. Niko ne zaman heyecanlansa anlıyorum ki, önemli bir fotoğraf karesi var, ben de taklit ediyorum hemen onu. <br /><br />Augustine, bembeyaz dünyanın içinden ilerleyerek bizi adını gölden alan Uyuni şehrine götürüyor. Yolu nasıl kaybetmiyor, doğrusu anlamak imkânsız, her yer göz alabildiğine beyaz çünkü. <br />Uyuni, dünyanın en ilginç mezarlıklarından birine, Tren Mezarlığına ev sahipliği yapıyor. Yüzlerce buharlı lokomotif, vagon, tren eskisi, sessiz bir hüzün ve kaderine razı bir tevekkülle yanı başındaki Uyuni Tuz Gölüne bakarak geçmişini özlüyor. Kafasında o garip şapkası, bisikletiyle geçip giden bir Bolivya’lı, ne kadar da şaşırtıcı bir dünyanın temsilcisi gibi. Augustine, bizi otobüs terminaline bırakıp gidiyor. Bu, bütün geliri aylık 50 $ civarında olan 5 çocuklu yerliye hak etmiş bir saygıyla teşekkür edip, iyi bir bahşiş ve “iyi insanlar lan bu Türkler” hissiyatı ile uğurluyoruz. <br /><br />Bu olağanüstü coğrafyaya yaptığım yolculuk, bugüne kadar görme fırsatı bulduğum 55 ülkedeki sayısız yolculuğun her birinde olduğu gibi bambaşka, yepyeni duygularla sona eriyor. Ama hani hep denir ya her birinin yeri ayrı diye, işte bu Bolivya’nın yeri de, apayrı. Bolivya, kendisini o beyaz atlı prensine saklamış sessiz bir güzel gibi; hem el değmemiş, hem davetkâr, hem de çok tehlikeli. Bolivya, keşfetmesi zor, ama keşfedince güzel sevgili. <br /><br />Zaten en çok, kendini sevdirenden korkmalı.irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-60289790196719957102009-11-18T14:22:00.000-08:002009-11-18T14:35:11.965-08:00Gene oldu işte...Her yolculuk öncesi bedenin verdiği bir psikolojik alarm mıdır acaba, her seferinde yataklara düşecek kadar hasta olmam? 2 gündür yine yatak döşek yatıyorum. 2 yıl önce Hindistan'a giderken bel ağrılarımdan duramıyordum, geçen yıl Vietnam öncesi yine gripten başımı kaldıramıyordum, şimdi de bu... Ateş, öksürük, halsizlik, baş ağrısı... Gerçi bunlar klasik domuz gribi semptomları be ya :) Neyse, hastalanmak bişey değil, her şartta ben bu yola çıkarım, artık kendimi tanıyorum, yolumdan alıkoyacak denli olamıyor hastalanmalarım, ama Brezilyalıların beni ülkeye alıp almayacağı meçhul! Malum, her ülkede, havaalanlarında ateşölçerler var artık, bu ateşle inince Sao Paulo'ya, hoop karantinaya, yallah gerisin geri İstanbul'a! Al başına belayı...Olur mu olur valla. Neyse, zaten sıradan bir hazırlık sonrası sıradan bir yolculuğa çıkışımı daha tarih yazmadı, illa ki bir takım sorunlar çıkacak, ya hastalanacağım, ya başımı bir şekilde belaya sokacağım, ya da tam yol öncesi birşeyler olduğundan gene tam toparlanamayıp geride eksik birşeyler bırakarak yola öyle çıkacağım. Gidip yatayım, az daha terleyeyim bari... :)irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-10014830080713653252009-11-16T13:07:00.000-08:002009-11-16T13:27:57.055-08:00Bir dost sordu, heyecanlı mısın diye...Bir dost sordu az önce, heyecanlı mısın diye. Her gezi öncesi heyecanlanırım ben, dilim damağım kurumaya başlar 1 hafta öncesinden. Elim ayağıma dolaşır, tedirginlik duymaya başlarım. Aslında sanırım dünyayı birkaç kez dolaşmışlar bile bilinmezlikten korkarlar. <br />Üstelik ilk kez bu kadar uzağa ve bu kadar farklı bir dünyaya gidiyorum, diğer gezilerimde az da olsa bir plan, nerden nereye nasıl gideceğime dair bir fikrim vardı. Yine ilk kez kendimi bu derece bir bilinmezliğe bırakıyorum, Ne nereye gideceğime dair, ne de nasıl gideceğime dair bir fikrim var.Bu kez 'hiç bilmemeyi' seçiyorum. Hangi gün nereye gideriz, nerede ne kadar kalırız, sonra nereye geçeriz, hiç bilmiyorum. Tabi sevgili yol'daşlarım Niko'yla Talat, henüz bunu bilmiyorlar, sııssst siz de söylemeyin :) <br />Ülkemden binlerce km. ötede, dilini bilmediğim bambaşka bir kıtada, ne yapacağımı nereye gideceğimi nerede ne kadar kalacağımı bilmeden gitmek...İşte bu daha çok heyecanlandırıyor beni.irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-74079318535393730222009-11-13T09:26:00.000-08:002009-11-13T09:29:39.070-08:00İnka'ların İzinde...Ne kadar güzel. Her seyahatin öncesinde bu kadar heyecanlanmama şaşıyor ve seviniyorum. Latin Amerika için sadece 1 hafta kalmışken, heyecanımı ve yapabilme başarabilme gücümü seviyorum.irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-56401559081488775512009-11-13T08:40:00.000-08:002009-11-13T08:41:03.053-08:00Bir Düş Ülkesi Hindistan - 726.Mart, Pazar, Dharamsala/ Mc Leod Ganj, 21. Gün<br /><br />Sabah, muhteşem Himalayalar’a karşı oturmuş, kahvaltımızı yapıyoruz. İnsan hayatı boyunca kaç kez böylesine bir manzara karşısında kahvaltı yapabilir ki? Dağların zirveleri bulutlu ama gökyüzü serin havaya rağmen alabildiğine mavi ve açık.<br />Hindistan’a geldiğimden beri ilk kez 9.30’a kadar uyumuşum. Dağ havası önce biraz baş ağrısı yaptı ama her şey o kadar güzel ki… Kendimi yine çokkkk iyi hissediyorum. Bu duyguyu Goa’dan sonra bir kez daha yaşıyorum. Burada ömrümün sonuna kadar yaşayabilirmişim gibi geliyor. Kahvaltıda Zafer’le, Kuzey Hindistan’ın doğa harikası Kullu-Manali bölgesine gidip gitmemeyi tartışıyoruz. Gidersek, yarın sabah yola çıkmalıyız. Hem yol uzak (250 km), hem Dalai Lama’yı daha görmedik, hem de burası çok güzel. Bir yandan gidelim istiyorum, ne kadar çok ve farklı yeri görürsek o kadar iyi, bir yandan da burayı bırakmak istemiyorum. Ama sonunda kalmak ağır basıyor. Zaten, Kızılderili şefin dediği gibi : “çok hızlı hareket ettik, biraz durmalıyız ki, ruhlarımız bize yetişsin” : )<br />Gittikçe uzayan ‘geç kahvaltı’ sonrasında, Dalai Lama’nın ders verdiği Tapınağa gidiyoruz. ‘Kutsal Majesteleri’, yılda sadece 5 gün halka açık olarak ders veriyor, dünyadaki güncel sorunlara ilişkin görüşlerini açıklıyor, bu yüzden konferansları yerli ve yabancı Budistlerden büyük ilgi görüyor.<br />Konuşma, 14.00 -16.00 arasında ve biz kalabalıktan dolayı oldukça geç içeri girebiliyoruz. Her yerde silahlı nöbetçiler var, kamera, cep telefonu ve diğer elektronik malzemelerin kullanımı yasak. Bizim de fotoğraf makinelerimiz alınıyor kapıda. 2 kat yukarı çıkıyoruz. Yüzlerce, binlerce insan yerlere, merdivenlere sıralanmış, her katta, duvarlara yerleştirilmiş televizyonların kapalı devre yayınından Kutsal Dalai Lama’yı dinliyor ve dua ediyor. Yabancı inananlar için kulaklıklardan simültane çeviri yapılıyor. Yabancı Budist sayısı hiç de az değil, özellikle Hollywood’ un ünlü aktörü Richard Gere’ in Budist olmasında sonra Batı’da Budizm’e olan ilgi katlanarak artmış.<br />Ve işte Dalai Lama, birkaç katlı binanın en üst katında, kalın camekanla korunan bir bölmede bağdaş kurmuş; Tibetçenin o ahenkli, melodik tınısıyla, sesinin tonunu kimi zaman arttırıp kimi zaman azaltarak heyecanla anlatıyor. Kendisine ulaşmak mümkün değil. Kalabalığı yarmayı başarsak bile bu bölüme geçişe izin verilmiyor. Malum, Tibet’in hem ruhani hem de siyasi lideri olan Dalai Lama Çin işgaline karşı şiddet içermeyen ama yoğun bir mücadele yürütüyor, bu nedenle Tibetli ve Hint muhafızlar tarafından oldukça sıkı korunuyor.<br />Dünyanın hemen her yerinden gelmiş Budistler gibi biz de merdiven kenarında bir boşluk bulup sıkışıyoruz. <br />Nice sonra ‘Kutsal Majesteleri’ (öyle hitap ediliyor kendisine) Dalai Lama’nın konuşması bitiyor. Rahipler ve korumalar hareketleniyor. Önce rengarenk giysileri, garip başlıkları ve ellerinde tütsülerle genç Budist rahipler, ardından mühim şahsiyetler oldukları her hallerinden belli yaşını başını almış Rahipler, hepsinin arkasından da Kutsal 14. Dalai Lama, yavaş adımlarla gülümseyerek önümüzden geçip gidiyor. Torununu parka gezmeye götüren sevimli bir ihtiyara benziyor. Merdiven kenarına oturmuş olmamız, büyük bir şans eseri Dalai Lama’yı görmemizi sağlıyor. Herkes gibi yanımızdan geçerken göğsümüzün önünde iki elimizi birbirine bitiştirip başımızı yere eğerek saygıya duruyoruz. ( Ben bunu bittabi kaçıramam, başımı hafif eğerken, gözlerimi ayırmadan geçişini izliyorum, değil mi ama, bir insanın hayatında kaç kez Dalai Lama yanından geçer ki? : )<br />Kutsal Dalai Lama ayrıldıktan sonra kalabalık inananlar, yavaşça, birbirlerini ezmeden, bağırıp çığırmadan, yüzlerde gülümseme ve belli ki yüreklerde rahatlama ile Tapınaktan ayrılıyor. Bu andan itibaren artık her şey serbest, Tapınağın her yerine girip çıkabiliyor, herkes gibi fotoğraf çekiyoruz. Hatta yüzlerce kişiye yemek hazırlayan mutfak bölümüne bile girip, aşçıların fotoğrafını çekiyoruz.<br />Gezerken Tapınağın içindeki ‘Ganjang’ Cafe’ye de uğruyoruz. Tibetli bir çocuk oldukça değişik, hoş kokulu bir makarna yiyor. Adı ‘Tukpa’. Bir Tibet yemeği. Aslında çok da acıkmamışken, bu kokusuyla ve görünüşüyle davetkar makarnadan yemeye karar veriyoruz.<br />Tukpa’ya makarna çorbası da denebilir; domates, biber, ıspanak ve lahana gibi sebzelerle zenginleştirilmiş; bol su ve bolca sarımsakla desteklenmiş. Çok da beklemeden geliyor makarna çorba-yemeğimiz. Muhteşem bir lezzet! Üstelik doymamak imkansız, öylesine kocaman bir tabakla geliyor ki! Zaten sarımsağın Tibetlilerin milli yiyeceği olduğu anlaşılıyor, bütün yemeklerinde kullanıyorlar. (Bunda sarımsağın, tansiyonu dengeleme özelliğinin bir payı olmalı, yükseklerde yaşayanlar için bunun önemi büyük).<br />Güzel. Hesap usta… Hesap geliyor. Kişi başı sadece 35 rupi ! (0,75 $). Dalai Lama’nın yaşadığı, Merkez Tapınağının olduğu, tek yemek yenecek yer olan cafedeki, bu lezzetli ve doyurucu yemeğin fiyatı 1 $’ dan az. Şayan-ı hayret : ) Gurme falan değilim, hatta bırak gurmeyi ‘haaa o mu, ne bulursa yer abi’ sınıfına girerim ama bu lezzeti herkes tatmalı. Bu yemeği Türkiye’ye dönüşte mutlaka yapmalıyım.<br />Akşamüstü internet cafeye girip 3 saat kadar oyalanıyoruz, 600 küsür mail birikmiş, haberlere bakınıyorum, değişen hiçbir şey yok, Akepe –türban- Cehepe- laiklik elden gidiyor- imefe – işsizlik patladı - borsa yine rekor kırdı haberleri… Borsa rekor kırıyor da benim cebimdeki para neden hızla eriyor o zaman? Her şey bıraktığım gibi, kapatıyorum haberleri.<br />Artık uyku vakti. Odalar buz gibi. Ama sıcak suyumuz akıyor. Duştan sonra artık dayanılmaz hale gelen kokuya son vermek için çoraplarımla birlikte bu kez spor ayakkabımı da yıkıyorum. Yarın, benim için basit ve fakat insanlık için yepyeni, kokusuz bir gün olacak! : )<br />Üstüme yorganı çekip, yatağıma uzanıyorum. Televizyonda, Hindistan’ın en iyi aktörü ve aktrisinin seçildiği bir töreni izliyorum, sunucu Hintçe konuşuyor, konuklardan kimi Hintçe, kimi İngilizce cevap veriyor, ne ilginç…<br />İçinden koca bir nehir geçen yoksul köyde, her türlü eziyete uğradığı halde sevdiğine bir türlü kavuşamayan, tiz sesiyle, her acıklı durumda insanın içini acıtan şarkılar söyleyen bir kadının danslı-şarkılı filmini seyrederken uyuyup kalıyorum.<br />Rüyamda mı filmde mi anlamıyorum, yanlışlıkla esas kadını kendi öz babası öldürüyor.<br /><br />27.Mart, Pazartesi, Dharamsala/ Mc Leod Ganj, 22. Gün<br /><br />Yine hafif bir baş ağrısı...<br />Aynada bana bakan şu surat berbat, tüm yakışıklılığımı alıp götürüyor kirli sakal, anında veda ediyorum ona : ) Traş olacağım ama Haritwar’dan aldığım traş kremi garip bir şey, köpürmeyen traş kremi olur mu yahu? Bu köpürmüyor işte. Ya Hintliler köpürmeyen traş kremi icat etmeyi başarmış ya da traş kremi diye aldığım şey traş kremi değil, henüz çözemediğim bambaşka bir işe yarıyor : ) Köpürmemesini geçtik, sakalı yumuşatmayı da başaramıyor, yüzüm yana yana traş oluyorum. Akşam yıkayıp astığım çoraplar tam kurumamış, hala hafif nemli ama çorap çok önemli değil, asıl önemlisi ayakkabım, o hala su içinde! En ufak bir giyme durumu söz konusu değil. Ne yapacağım şimdi? Dışarıda hava serin ama müthiş bir güneş var. Önce güneşe çıkartıp balkona bırakıyorum, sonra bunun nafile bir çaba olduğunu, kurumasının saatler alacağını idrak edip, kendimce dahiyane bir çözüm buluyorum; içine gazete kağıtlarını tıkıştırarak giyiyorum ayakkabıyı. Niyetim, kahvaltıda kurutmak.<br />Bu gün karlı dağlara doğru yürüyüş yapmaya karar veriyoruz. Tekrar giyiyorum yaş ayakkabıları. İçinde tıklım tışık gazete kağıtları. Herkes gülüyor bana, bu soğukta kurumayacağını akıl edemedim mi? Hayır, edemedim işte kardeşim…<br />Yürümeye başlıyoruz. Ne güzel bir doğa, kuş seslerinin dışında kesin bir sessizlik. Aslında kulak verince doğaya ilişkin bin bir türlü sesi duyabiliyorsun, sessizlik yerine büyük bir ses karmaşası var. Kuş ve böcek cıvıltıları, arada bir sertleşerek esen rüzgarın, ağaç dallarına çarparken çıkardığı ürkütücü sesler, uzaklardan bir yerden gelen maymun bağırışları, su şırıltıları… Birden bana sessizlik gibi gelen şeyin aslında kente ve uygarlığa ilişkin hiçbir sesin olmaması olduğunu anlıyorum. Araba yok, motor gürültüsü yok, uçak bile geçmiyor gökyüzünden buralarda. Eh, ne de olsa dünyanın damı denilen Himalaya Dağlarındayız.<br />Bir süre sonra bir Hindu köyüne ulaşıyoruz. Burada belli ki pek Tibetli yok, Şiva Tapınağı ve Hindular görünüyor sadece. Köyü hızla geçip dar bir vadiye giriyoruz. Muhteşem bir manzara. Vadinin dağ ile birleştiği yerden akan şelale... Şelalenin hemen üstünde karlı doruklarıyla yükselen Himalayalar… Tırmanmaya devam ediyoruz. O çok uzaklardaki şelale giderek yakınlaşıyor, büyüyor. Müthiş bir güzellik, dinginlik… Ses yok, insan yok. Tibetli Rahip ve öğrenciler, omuzlarını sararak bütün bedenlerini örten kalın kızıl giysileriyle, sadece bedenlerini değil ruhlarını da eğitebilmek için dağlarda dolaşıp duruyor. Köy ufacık kalıyor altımızda, yukarıdaki Şiva Tapınağına kadar çıkacağız. Ama yol sarplaşıyor, küçülüyor, dar bir patikada ilerliyoruz. Bir yanımız uçurum, diğer yanımız sarp kayalıklar.<br />Nice sonra bir çayevine geliyoruz. Dağ başında bir ufacık bir yer. İlginç bir yapı, sadece nehrin yuvarlaklaştırdığı taşlardan yapılmış. Buraya gelen misafirler de bu taşları desenlerle, resim ve yazılarla boyamışlar. Taşların altına bırakılmış kutu kutu boyalarla kimi, orak-çekiç çizmiş, kimi Şiva’yı resimlemiş, kimi Fil Tanrı Ganeşa’yı. Bir İspanyol belli ki, İspanya haritasını yapmış masmavi boyayla, kimisi de kendi adını kazımış taşlara. Biz de büyücek bir taşa, kırmızı boyayla ay-yıldız yapıp diğerlerinin arasına, mavi renkli Yunan bayrağının yanına yerleştiriyoruz. Pek güzel görünüyor. Vatanım, Anadolum, sen ne vazgeçilmezsin : )<br />Çay evinin etrafına dikilmiş otları gösteriyor Zafer, hepsi uyuşturucu otlarmış, ben de süs bitkisi sanmıştım. Zaten köşede beride tek tük gözleri hafiften kaymış ot içenler görülüyor. Orada biraz daha oyalanıp dönüşe geçiyoruz. Dağlarda rengarenk ama tek tip giysileriyle gezinen Budist Rahiplere rastlıyoruz. Aşağıdaki köyden geçerken, fotoğrafını çektiğim genç Hindu kızı tüm gençliği ve dişiliğiyle kıkırdıyor. Elindeki rüzgar gülüyle ne kadar da başka bir dünyanın insan…<br />Mc Leod Ganj’a yaklaşırken sağanak yağmur bastırıyor. Dün gece keşfettiğimiz İtalyan lokantasına gidiyoruz. Önce sebze çorbası. Ardından, yanında mozarella peyniri ve domatesten oluşan salatasıyla birlikte sarımsaklı, acılı, domates soslu ve sebzeli makarna… Gerçekten nefis.<br />Bu adamlar bu işi iyi biliyor. Çıkışta uğradığımız içki dükkanından viski alıp odalara çekiliyoruz. Isınmanın başka yolu yok, anlaşıldı. İçelim güzelleşelim abiler !<br />Televizyonda, başında komik ve süslü bir şapka taşıyan Hintli Kemal Sunal amcanın müzikli danslı komedisi var. Film değil ama dansları çok komik : ) Kanal değiştiriyorum ama şansa bak, her kanalda film var (zaten 3 tane kanal çekiyor), hepsi de birbirinden güzel : )<br />Serin bir Dharamsala akşamında, balkondan, zirvelerinin karlı ve bulutlu olduğunu bildiğim ama göremediğim karanlık ve muhteşem Himalaya’ları içime çekiyorum. ‘O an’lardan biri bu.<br />Viski içimi ısıtıyor. Himalayalar, kanımı donduruyor.<br /><br />28.Mart, Salı, Dharamsala/ Mc Leod Ganj, 23. Gün<br /><br />Soğuk ve karanlıktı gece. Eski zamanları anlatan romanların girişi gibi oldu :) Viskiye ve 3 battaniyeyi üstüme örtmeme rağmen, yine de üşümüşüm. Dharamsala’da son günümüz.<br />Yine dağlara, bu kez başka yollardan tırmanıyoruz. Yükseldikçe serinlik artıyor. Güneş parlak. Yürüdükçe vadiler uzanıyor önümüzde, sık ağaçlar, ağaçlar içinde bir görünüp bir kaybolan maymunlar. Tepelerin ve sık ağaçların arasında kuş seslerinin ve bulutların çevirdiği bir virajı döndükten sonra bir Yoga Merkezine varıyoruz. Burada birinci kural, sessizlik. Kilitli hiçbir kapının olmadığı merkeze girdikten sonra konuşmak yasak. Çok gerekliyse yazarak anlaşıyorlarmış. Kendini dinleme ve bulmanın önemli bir yolu da bu.<br />İçerde kimsecikler yok. Sanki terkedilmiş gibi. Sonradan öğrendiğimize göre herkes Dalai Lama’yı görmeye, dersini dinlemeye gitmiş. İnanılmaz bir sessizlik ve huzur. Ve yine hayatımda daha önce hiç görmediğim, hiç yaşamadığım bir şeyi daha yaşıyorum : Havada binlerce, on binlerce kelebek… Rengarenk, küçüklü büyüklü, çeşit çeşit, binlercesi uçuşuyor. Vadi, kelebeklerden görünmüyor nerdeyse. Ormandaki bu huzur beldesi, cennetten bir köşe.<br />Aşağıya doğru inişte başka bir yolu kullanıyoruz ve kayboluyoruz önce. Sonra tesadüfen yolu bularak köye kadar iniyoruz. Kutsal Majesteleri konuşmasının sonuna gelmiş. Kutsal Tibet topraklarını anarak ve dünyada barış isteyerek dualarla bitiriyor. Bir boşluk bulup biz de duaya katılıyoruz. Şaka maka derken Budist olup çıkacağız bu mistik ortamda. Allahtan imanımız, inancımız çok güçlü de sarsılmıyor : ) Konuşma sonrası bu kez dışarı çıkmıyor Dalai Lama. Biz de diğerleri gibi bir süre bekledikten sonra Majestelerini göremeyeceğimize kanaat getirip, ‘Ganganj Cafe’ye giderek yine ‘Tukpa’ istiyoruz. Aynı muhteşem lezzeti bu kez bademli kekle süslüyoruz. Hesap yine göz kamaştırıcı. Kişi başı 55 rupi ( 1,5 $).<br />Dharamsala’ya veda etme zamanı geldi artık. Delhi’ye geçeceğiz. Dönüş için kimse o rezil otobüse binmeyi önermiyor bile, en azından, kulakları çınlasın Ayhan Işık abi’nin beynimizin ırzına geçen kornası olmadan yaşayacağımız bir yolculuk olsun diye bir taksiyle kişi başı 7 $’a anlaşıyoruz. Bizi Patankot’a kadar götürecek.<br />Tam saatinde geliyor Anjun. Anjun, genç şoförümüz. Raslantı bu ya, bir önceki yıl da Türkleri taşımış ve onlardan her nasılsa ‘hergele’ sözcüğünü kapmış, ‘hergele’ aşağı, ‘hergele’ yukarı : ) Bangır bangır müzik eşliğinde ve elbette yine kelle koltukta Patankot’a varıyoruz. Bir kere yol kötü. İşim nedeniyle de çok gezen, uzun yıllar boyunca Anadolu’nun en ücra köylerine kadar giden biriyim, bu nedenle ben kötü diyorsam gerçekten kötüdür : ) İkinci olarak da Anjun, arabayı çok sert kullanıyor. Ani frenler, gereksiz hız vermeler, virajlarda sollamalar… Üstelik bu Hintliler nedense arabanın ışıklarını -sanki yakınca far vergisi alınıyormuş gibi- zifiri karanlık çökünceye kadar açmıyorlar. Açtıkları zamansa uzunlarla gidiliyor. Zaten yol ters, soldan işliyor, bir de sollarken selektör yapıyorlar, ama bu da ters, yani uzunlardan kısaya geçip sonra yeniden uzunlara dönülüyor. Adamların her şeyi ters kardeşim : )<br />Lokomotiften sonraki ilk vagondayız, makinist de sanırım kamyon şoförlüğünden geçmiş, eli devamlı kornada. Bakalım nasıl uyuyacağız bu gece ? 29.Mart.2006, Çarşamba, Yeni Delhi, 24. Gün<br />Delhi’de turistlerin yoğun olarak bulunduğu ve tren istasyonunun hemen yanındaki Pahar Ganj bölgesinde konaklıyoruz yine. Trafik, gocumanaman. Bu trafiğe yoğun demek yetersiz kalır, onun için uydurdum gocumanaman’ı : ) Öyle felaket bir şey. Daracık sokaklarda, bisikletli ve motorlu rikşacılar, van türü araçlar, motorlar ve bisikletliler, inekler ve köpekler ve daha bilumum hayvan-insan çeşidi bir arada. “The Spot” ta yer yokmuş, yeni otelimiz hayvan ve insan yığınlarının yolları kapattığı, açık hava tuvaletlerinin hemen onundaki yolun üstünde. Berbat bir yer, üstelik 2 kişi 300 rupi(7 $).<br />Akşam yakınlardaki otelin lokantasında, 'Calleononi' adını taşıyan bir vejetaryen krep keşfediyoruz. Bedeni ve ruhu, farklı tatlara, lezzetlere açmak çok güzel.<br />Günlerin geçişi ne kadar da hızlandı. Yarın Hindistan’daki son günümüz.<br /><br />30.Mart, Perşembe, Yeni Delhi, 25. Gün<br /><br />Çüş. Sabah 10’a kadar uyumuşum : ) Aslında sıcak da bir geceydi. Kahvaltı sonrası çarşıya pazara veriyoruz kendimizi. ‘Janpat Pazar’ ve ‘Polikar Pazar’ denilen pazarlar hem yakın mesafede hem de çok ve değişik ürünler içeriyor, giysiden müziğe, hediyelikten yiyeceğe kadar. Bu gün alışveriş günü. Pazarlar yakın mesafede ve bolca çeşit içeriyor. Çok hoş bayan kemerleri var, genellikle 100 rupi (2,5 $) istiyorlar tanesine, eğer 50 rupiye verirlerse 100’er tane alıp Türkiye’de satabileceğimi söylüyor Zafer. Aklıma yatıyor, neden olmasın, masrafların bir kısmı çıksa fena mı olur? Ama Nuh diyor Peygamber demiyor, adedini 80 rupiden aşağı inmiyor satıcılar. Vazgeçiyorum. Zaten hayatta beceremedim şu ticaret işini.<br />‘O ne güzel şey’, ‘şunun renkleri ne hoş’, ‘bu ne kadar ucuz’ derken sokak ve dükkanlarda akşamı ediyoruz sonunda. Otele dönünce, sabah bizi alana götürecek bir taksi ayarlıyoruz. Gece midem yanıp duruyor, ilk kez acılı Hint yemeği dokunuyor. Televizyonda o pek ünlü Hint filmlerinden biri. Köylerinde birbirine aşık 2 genç, her nedense bir türlü birbirlerine kavuşamıyor. Her iki tarafın da anne-babası bu evliliğe karşı. Filmin Turgut Özatay'ı da her türlü kötülüğü yapıyor gençlere. Sonunda dayanamayıp filmi kapatıncaya kadar adamın başına gelmedik kalmıyor, dayak yiyor, yerlerde sürülüyor, kör oluyor(vallahi de billahi de), deliriyor, uğruna her türlü kötülüğe göğüs gerdiği kız da ölüyor mu sana, felaket felaket üstüne, acayip melodram. İşin komik tarafı, genç adamı oynayan zat, bizim Ümit Besen’li, Ferdi Tayfur’lu filmlerimizdeki gibi bir şarkıcı olmalı, çünkü adam hem genç değil, hem beceriksizce dans ediyor, hem de görülesi ve ders alınası bir çirkinliğe sahip. “Ulan bu adamın neresine aşık olunur ki ” hissiyatıyla haykırmak istiyor, kendini zor tutuyorsun. Hani insan nerdeyse adamın bütün bu eziyetleri çirkinliğinden dolayı yaşadığını sanacak. Son gece yarı uykulu-yarı uyanık geçip gidiyor. Sabah uçağı ile bu büyülü ülkeye veda edeceğiz.<br /><br />31.Mart, Cuma, Yeni Delhi, 26.Gün<br /><br />Hindistan semalarında, şu son 1 ayda geçirdiğim zamanı ve yaşananları düşünüyorum. Bu ülkede en baştan beri beni şaşırtan ya da düşündüren şeyleri not düştüğüm defterimi açıyorum.<br /><br />— Mutlaka tren yolculukları yapılmalı bu ülkede. Yol boyu manzara özellikle sabahları çok ilginç ve çok komik bir yabancı için, yüzlerce insan raylar boyunca sıralanıyor, trenlere bakarak bir yandan ellerindeki fırçayla dişlerini fırçalarken diğer yandan da hacetlerini gideriyorlar. Belki çadırda yaşıyor, belki bir naylonla kapatmış üstünü, belki o bile yok, ama bu insanların ellerinde mutlaka bir diş fırçası var, ne garip!<br />— Bir de 'Pan' dedikleri vaz geçilemeyen ulusal bir yiyecekleri var, aslında yiyecek de sayılmaz pek, şeker gibi emilen, ama tatlı olmayan, birçoğunun içinde uyuşturucu otların da olduğu bir ‘şey’ bu. Bütün erkekler bu panı kullanıyor ve hemen her sokakta, köyde, kentte pan dükkanları var. Tanesi 1 rupi veya daha az, dolayısıyla ucuz olduğundan kullanımı da yaygın. Çeşitli otlar ve baharatlar bir karışım halinde tütün yaprağına sarılıyor, tek bir lokma haline getiriliyor, ağza atılıp emiliyor, ama kesinlikle yutulmuyor, bütün bir Hindistan’ı kırmızıya boyaacak denli yerlere tükürülüyor. Her yer, gezdiğimiz sarayların duvarları bile Pan kırmızısı.<br />— Söz açılmışken yemeklerden de söz edelim. Hindistan, et ve et çeşitlerinin ancak çok aranarak bulunabileceği bir ülke. Nerdeyse hiç yok. Bizim gibi ana yiyecek maddesi köfte, döner ve et çeşitleri olan bir millet için çok enteresan bir yer. Bütün lokantalar Pur-vejetaryen ve Non-vejetaryen olarak ikiye ayrılıyor. Çok azında her ikisi birden bulunuyor. Vejetaryen yemekler gerçekten nefis. Non-vejetaryen ise genellikle tavuk ve balık çeşitlerinden oluşuyor ve bu tür lokantalar da çok az.<br />— Beyaz ekmek hemen hemen hiç yok, sadece tost ekmeği bulunuyor. Onun yerine az miktarda tereyağlı Çapati ve Naan denilen pide ekmeği kullanılıyor. Ayrıca Parata denilen bir tür gözleme var, içine peynir ya da patates konulup üstüne bolca yağ sürülüyor, oluyor sana Parata. Kullanılan yağlar Hindistan Cevizi yağı ve oldukça ağır.<br />— Thali’nin içinde de yer alan ama ayrıca da yenilen Dhal, Hindistan’ın ulusal yemeği, o kadar seviliyor yani. Dal, bizim mercimek yemeğinin daha koyu kıvamlı ve bol acılısı. Zaten bu ülkede acı olmayan bir yemek bulmak zor, her yiyecek ya çok acı ya çok tatlı. Sütlü çay örneğin, içine bastıkları şekerle o kadar tatlı oluyor ki içimi kıyıyor. Çay satıcıları her yerde. Her sokakta sabit çay dükkanları varken, ayrıca hareketli araçlarla da satıcılar her yerde bulunuyor. Şekersiz olarak tüketildiğinde aslında tadı çok güzel.<br />— Biryani dedikleri pilavın da içinde olduğu türlü sebzeler isteğe bağlı olarak sade, peynirli, sarımsaklı vs. şeklinde güveçte pişirilip servis ediliyor. Bunun adı “sizzler” ve muhteşem bir lezzet.<br />— Sütlü çay hazırlanırken bile yarım saate yakın beklemeyi göze alman gerekiyor, çünkü her şeyi taze olarak tek seferde, her bir insan için ayrı ayrı pişiriyorlar. Diyelim çay istedin. Tencere ateşe konuyor, tencereye önce tek kişilik süt, sonra çay, sonra aromatik birkaç baharat konulup en son şeker eklenip ateşte pişiriliyor. Bir başkası için yine aynı işlem. Evet, salakça geliyor insana ama öyle. Yani “ulan nasılsa satılacak, 20 kişilik hazırlayayım şunu, haybeye uğraşmayayım anasını satayım” uyanıklığını yapmıyorlar nedense. Dedim ya garip millet. — 'Lassi’den de söz etmeli. Lassi, bildiğimiz ayran, tek farkı şekerli olması : ) Eğer özellikle istenmezse mutlaka şeker ekleyerek veriyorlar lassi’yi, denedim ama iğrenç geldiğini itiraf etmeliyim.<br />— Delhi Havaalanı çok temiz, modern ve büyük, batılı bir ülkeninkinden hiç farkı yok. Hindistan’a hiç yakışmıyor : )<br />— Bu ülkede fotoğraf çekenler, çektikleri kim olursa olsun fotoğraf bedeli olarak ‘Das rupi’ (10 Rupi) istenmesine hazır olmalı. ‘Bahşiş’ diyorlar ayrıca bizim gibi, aynı anlama geliyor. Hepsi değil ama birçoğu foto parası istiyor yani.<br />— Lotus Tapınağındaki sessizlik çok etkileyici. Delhi’ye gidenler mutlaka görmeli.<br />— Hayatınızda görüp görebileceğiniz en pis tuvaletler bu ülkede. Erkekler için bir derece, işiniz ufaksa her yer tuvalet, ayrıca açık hava tuvaletleri de mevcut. Kadınlar içinse iş zor, sadece Matura yakınlarındaki Virandaman ’da görmüştüm açık hava tuvaleti, kadınlar herkesin ortasında eteğini indirip yapıyordu ! Şaşkınlıktan dona kalmıştım, utancımdan ve şaşkınlığımdan fotoğraf bile çekememiştim.<br />— Hindistan’ın en pis şehri Varanasi. Ama en etkileyici olanı da o. Özellikle Ganj kıyısındaki ‘Burning Ghatlar’ şaşırtıcı ve çarpıcı. Hemen önünde ceset de olsa bir insanın yakılmasından daha etkileyici ne olabilir?<br />— En güzeli : Goa.<br />— En etkileyici olanı : Varanasi<br />— En renklisi : Amritsar<br />— En sevimsizi: Agra<br />— En zengini : Jaipur<br />— En batılısı : Delhi<br />— En doğulusu :Ajmer<br />— En kalabalığı : Bombay<br />— En sakini : Rishikesh<br />— Ganj’a bırakılan dua ve dilek çiçekleri, akşamın kızıllığında ateşler içinde ilerlerken çok güzel. Mutlaka Aarti törenleri izlenmeli.<br />— Bombay, ülkenin en büyük kenti, her şey var, sefaletle ultra sosyete bir arada, okyanus kıyısında olduğundan hem çok nemli hem de ekvatora yakın olduğundan çok sıcak. Görmeli ama 3 günden fazla kalmamalı bence.<br />— Dünya üzerindeki her insan mutlaka Goa’yı bir kez görmeli, o barakalarda kalmalı, okyanusun o sesini duyarak uykuya dalmalı. Bu kadar diyorum başka da demiyorum. — Alkol kullanımı çok az Hindistan’da. Ama uyuşturucu otları seviyorlar. Holy bayramının dışında hiç kimseden ürkmedim, kafaları iyi de olsa zararsız, sakin bir millet. Bu yoksulluk ve işsizliğe rağmen, Bombay’daki yüksek sesli bir atışma dışında kavgaya rastlamadım.<br />— Geceleri yalnız gezen kızlar bile her hangi bir taciz yaşamıyor olmalı, çünkü çok görüyorsunuz böyle gezenleri. Kadın erkek ilişkileri daha iç içe, daha demokratik geldi bana. Kadınlar, inşaatlarda amelelik dahil her işte erkeklerle birlikte çalışıyor. Sarilerle kum taşıyan kadınlar görmek çok şaşırtıcı oluyor : )<br />— Hintliler çok garip insanlar. Koca caddenin ortasına bir güvenlik kapısı koymuşlar, yanına da 2-3 polis, ama hiç kimse iplemiyor kapıyı, o kadar kalabalık ki zaten sadece kapıyı kullanarak geçmek imkansız. Çok komik bir şey ama o güvenlik kapısı caddenin ortasında öylece anlamsız ve işlevsiz bir şekilde duruyor : )<br />— Hint filmleri, teknik olarak mükemmele yakın, içerik olarak tam bir felaket. Aynı şekilde müzik klipleri çok kaliteli ama herkes arkasına onlarca danscıyı da alıp, sürekli olarak ve birbirine yakın figürlerle dans ediyor. Dans edilmeyen klip yok neredeyse. Tabi bu durum işi komediye dönüştürüyor, misal şarkıcı kadın gelmiş 60’ına, koca göbeğiyle dans etmeye uğraşıyor.<br />— Kızlar genel olarak hoş ama hayat onları da erkekler gibi erkenden yaşlandırıyor. 30’unda hatta 40’ında gösteren 20’lerinde çıkabiliyor. Erkekler de öyle tabi.<br />— Hayvanların da mutlu olduğu az sayıdaki ülkeden biri Hindistan. Hiç kimse hiçbir şekilde karışmıyor onlara, insanlar, hayvan ve bitkilerle birlikte çok uyumlu, birbirini yok etmeden ve eşit bireyler olarak yaşıyor.<br />— Hint Dili, tenekelere vurarak gürültü çıkaran çocukların seslerini andırıyor. Ama müzik dinlerken daha ahenkli ve güzel geliyor kulağa.<br />— İnternet ülkenin her yerinde ve yaygın. Köylere kadar girmiş. Bir köylü kadın resmini çektikten sonra resmi gönderebileyim diye e-mail adresini verdi, o kadar yani.<br />— Acı sevmeyen ve etsiz duramayanlar : Hindistan’dan uzak durun.<br />— Hindular ülkelerine bizim söylediğimize yakın şekilde “ Hindustan” diyorlar. Müslüman, Sigh ve diğer azınlıkları yok sayan bir yaklaşım. “Zindabad Hindustan” (Yaşasın Hindistan), Hindular arasında geçerli bir slogan.<br />— Hindistan’da bir şeyler almaya kalkıyorsanız, satıcının verdiği fiyatın rahatlıkla 3’te birine alabileceğinizi unutmayın. Her şey pazarlıkla. Sigarayı bile pazarlıkla satıyorlar. — Turistik restoran ve otellerden uzak durun. Yoksa bir sabah kahvaltısı için, üstelik doymadan 400 rupi ( 10 $) verebilirsiniz.<br />— Birine seslenirken ‘Baysap’ (Efendi/Bay) sözünü kullanın. ‘Namaste’ hem merhaba, hemde hoşça kal demek. ‘Namaste ji’ (Merhaba canım) da, sıcak ve dostça bir söz olarak kullanılabilir.<br />— Yemek yerken ancak tek elinizi kullanabilirsiniz. Diğeriyle uçuşan sinekleri kovalayacaksınız çünkü : )<br />— Rikşacılarda büyük şehirlerde ve turistik yerlerde bedavaya binebilirsiniz, tabi sizi turistik dükkanlara götürmesine razı olursanız. Sizi götürdükleri her yerden alışveriş yapmasanız da komisyonlarını alıyorlar.<br />— Çöp tenekesi olmayan bir ülke burası.<br />— Trafik hep soldan işlediği için hep yanlış yöne odaklanıyorsunuz, bu nedenle sürekli bir ezilme tehlikesi var.<br />— Türkiye’yi hiç tanımıyorlar, bu konuda göz kamaştırıcı bir cehalete sahipler. Bilenler içinse biz Avrupalı bir ülkeyiz. Dalga geçmiyorum, Türkiye’nin Katolik, İtalyanın Müslüman olduğunu düşünen bir gence bile rastladım.<br />— Sabahları 11 olmadan açık işyeri bulmak zor. Buna rağmen hemen hemen bütün dükkanlar gece geç saatlere kadar açık.<br />— Gepegenç insanlar dileniyor. Herhalde dünyanın en çok dilencisine sahip ülkesi burası. Dilenmek garip değil, onlar için. Genç yaşlı kadın erkek dileniyorlar. Bütün ülke aynı anda ellerini açmış, ‘Das Rupi’ diyor sanki.<br />— Epeyce gezmiş biri olarak, artık her ülkenin kendine özgü bir kokusu olduğuna inanır oldum. Hindistan da böyle bir ülke. Ülkenin en ücra köşesinden metropollerine, köyünden kentine, her yere Sandal Ağacı kokusu sinmiş. Güzel ve rahatlatıcı bir koku bu.<br />— Camide de, Tapınakta da, Müslümanlar da Hindular da, Sighler de Jainler de birbirine yakın ritüellere sahip. Bütün dinler birbirini etkilemiş burada. Hepsinde de Tapınağa girmeden ayakkabılar mutlaka çıkarılıyor, Tapınakta Tanrılara (Müslümanlar için Dervişlere) çiçekler sunuluyor, baş örtülüyor. Hepsinde secde var, Müslümanlar, türbede yatanlara bile secde ediyorlar. Sighler, Altın Tapınak’ta kutsal kitaba, kutsal söze ve Gurulara, Hindular her köşe başındaki Tanrı heykellerine bile secde ediyorlar.<br />— Eğer Holy Bayramına denk gelirseniz, gidip bir otele sığının hatta en iyisi o gün hiç dışarı çıkmayın, aksi halde donunuza kadar boyanırsınız.<br />— Hindistan'ı gördükten sonra Türkiye'nin aslında ne kadar sakin ve az nüfuslu, trafiğinin ne kadar da sessiz olduğuna kanaat getiriyorsunuz. Notları aldığım defterimi kapıyorum. Gözlerimi yumduğum anda yine Hindistan'dayım. Nefretle başlayıp, hoşgörü ve aşkla biten ve içinde kendimin de olduğu bir filmi izlemiş gibiyim. 70’li yılların foto-romanları tadındaki kareler birbiri ardına geçiyor aklımdan. Her çekilen fotoğrafta, bambaşka bir dünyanın kokusu, sesi, tadı var. Dışarıdan gelen biz ‘Batılıları’ şaşırtan ve kızdıran, özellikle satıcıların 1000 rupilerle başlayıp 100 rupilere kadar inen, hatta burada da kalmayıp, ‘sen kaç verirsin abi’yle devam eden iğrenç pazarlığı, dilencilerin çokluğu ve yapışkanlığı, ortalığı en has ve gerçek anlamıyla ‘bok’ götürmesi, insanların her yere/hiç durmadan tükürmesi gerçekten rahatsızlık verici. Ama ilk baştaki keskinliği gidiyor insanın sonra sonra, daha bir anlayışla bakmaya başlıyor her şeye. Tüm Hindistan alt-kıtasına sinmiş olan ‘diğer’ine, farklıya yaklaşımındaki hoşgörü, sizi de sarıp sarmalıyor bir süre sonra. Ne kokular eskisi kadar rahatsız edici, ne de insanlar. Hatta komik ve eğlenceli olduklarını bile düşünüyorsun bir süre sonra. Bizdeki gibi, kimisi çok sıcak davranıyor, kimisi uzak ve soğuk. Batıya ve batılıya karşı duyguları tıpkı bizi andırıyor, yani hastalıklı, hem nefret hem de aşk ilişkisi. Bu yüzden Batıdan gelen her şeye ve her kese karşı biraz da önyargılılar. Hayatı olduğu gibi kabul ediyorlar, zaten bir önceki yaşamlarında yaptıklarının cezasını/ödülünü şimdiki hayatlarında yaşadıklarına inandıklarından, kendilerini hiçbir konuda kasmıyorlar. Stres nedir bilmiyorlar, hayvanlarla, doğayla iç içeler. Uçağın penceresinden izliyorum dünyayı. Ne kadar dikkatle bakarsam bakayım, aşağısı İran mı Pakistan mı Türkiye mi Katar mı bir türlü çözemiyorum. Yukardan baktıkça, sınırlar belirsizleşiyor. Kendimleyim, kendimim. Ben kendimden hoşnudum.<br /><br />Ve bir kez daha anlıyorum ki ben, ne kadar uzaklaşırsam o kadar çoğalıyorum.<br /><br />-Bitti-irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-56079708164508453452009-11-13T08:39:00.001-08:002009-11-13T08:39:53.975-08:00Bir Düş Ülkesi Hindistan - 623.Mart, Perşembe, Yeni Delhi, 18. Gün<br /><br />Ajmer’den bindiğimiz trenin her nedense Delhi’ye doğrudan seferi yok, bu yüzden sabahın 5’inde Delhi’ye 2 saat uzaklıktaki bir istasyonda iniyoruz. Buradan aktarma yapacağız. Uykusuz ve yorgun bir geceden sonra zor geliyor bu. Zaten lanet olası belim de ağrıyor. Başka bir yerel banliyö ile yarım saat bekledikten sonra Yeni Delhi’ye hareket ediyoruz. Önceleri boş olan trenimiz yavaş yavaş dolmaya başlıyor, hatta öylesine doluyor ki, üç kişilik oturma yerinde Hintli kardeşlerle 7 kişi birden oturuyoruz, buna rağmen homurdanıyorlar. Daha 9 kişi sığarmış buraya : ) Başım önüme düşüyor uykusuzluktan, ama uyumak ne mümkün? Üst üste gidiyoruz. Bitse artık şu lanet yol. Git git bitmiyor. En sonunda tıslayarak Delhi’ye varıyor, nasıl olup da hala hareket edebildiğine şaştığım yaşlı trenimiz.Yeni Delhi, İngiliz sömürge döneminde Delhi’nin hemen dışında oluşturulmuş bir bölge. Geniş caddeleri, yemyeşil parkları, temiz ve modern binalarıyla köhne Hindistan’a alternatif bir şehir. Günümüzde bütün parlamento, hükümet, Büyükelçilikler ve resmi binalar bu bölgede yer alıyor. Eski Delhi ise, bütün karmaşası ve kalabalığıyla bildiğimiz Hindistan. Bir caddeyle birbirinden ayrılan her iki şehir, şaşkınlık verici tezatlarıyla yan yana yaşayıp gidiyor. Sıcak bir gün daha. Hindistan’ı gezmek için en ideal dönem Ekim-Mart arası. Nisan’dan itibaren sıcaklar bastırıyor ve dayanılmaz hal alıyor. Mayıs’tan itibaren de muson yağmurları gezmeye izin vermiyor. Rikşayla, sırt çantalı gezgin turistlerin on yıllardır konaklama bölgesi olan Pahar Ganj’a geliyoruz. Şehir o kadar büyük, gürültülü ve kalabalık ki, anlatılır gibi değil. Daracık bir sokakta, çiş kokuları arasında kalabalığı yara yara “The Spot” adını taşıyan otelimize ulaşıyoruz. Otelin adı afilli ama kendisi Basmane Otelleri tadında. Odalarda temizlik bitmemiş daha. Zafer yatıp biraz dinlenmek yerine internet cafe’ye gitmeyi tercih ediyor. Temizlik sonrası çıktığım odada sıcak su var, hemen suyun altına giriyorum. Müthiş güzel bir uyku çağırıyor beni. Belim de rahat vermiyor, Allahın belası ağrı, gene başladı. Uzanıyorum yatağa. Ama uyumamalı, 1,5 saat sonra çıkacağız Delhi sokaklarına. Gözlerim kapanıyor. Rüyamda İzmir’deki Müdürümü görüyorum. Suratı kıpkırmızı bağırıp duruyor nedense. Ne bağırıyorsun yaaaa? Dikkat kesiliyorum ama bir türlü anlamıyorum dediklerini, bir anlasam zaten, anında yapıştıracağım cevabını. Etrafta birkaç dallama, sırıtarak seyrediyor bizi. Nece konuşuyor bu adam? Uğraşıp duruyorum dilini çözmek için, yok anlamıyorum. Güm! Güm! Gümmm ! Başımın içinde davullar çalıyor. Hayır, Zafer deli gibi kapıyı vuruyor. Zor bela uyanıyorum. Kan ter içinde kalmışım. Delhi sıcak. Çok zor kalkmak, sersem gibiyim ama aşağıdakileri bekletmek olmaz. Aşağıya iniyorum. Ebru adında İzmirli bir Türk kızıyla tanıştırıyor Zafer bizi, her nerede karşılaştıysa, Ebru’yu da almış gelmiş. Ebru, 23 yaşında zayıfça, orta boylu, boncuk mavisi gözleriyle şipşirin sevimli bir kızcağız. Hindistan’a gitme hayali ağır basınca istifayı basıp işinden ayrılmış. O çıtı pıtı haline bakmadan, tek başına aylardır Hindistan’da dolaşıp duruyormuş. Goa’dan başlayarak Haydarabad’ı ve bütün Güney Hindistan’ı gezmiş. Artık başkentteyiz ya, “hadi lan kalk gidelim bu gece bari bir bara” oluyoruz. Soğuk bira yine iyi geliyor, bu gereksiz akşam sıcağında. Saadet birayı çok kaçırıyor ( 2 şişe) ve normalde de az konuştuğu pek söylenemeyecek olan dili tam olarak çözülüyor : ) Hepimizi çok güldürüyor, sevimli ve güleç sarhoşluğuyla. Saadet’li son gecemiz eğlenceli ve güzel geçiyor. Sabah erken gidecekleri için vedalaşıyoruz.<br /><br />24.Mart, Cuma, Yeni Delhi, 19. Gün<br /><br />Sabah yeni arkadaşımız Ebru da bize katılıyor ve önce Bahai dininin devasa Tapınağı’nı görmeye gidiyoruz. Tarife gelmez kalabalıkları aşarak ulaşıyor rikşamız Tapınağa. Lotus çiçeğinden esinlenerek hazırlanmış olan Tapınak, muhteşem bir mimariye sahip. Düzgün giysileriyle tertemiz yüzlü ve sıcakkanlı genç kız ve erkek görevliler, hemen yardımcı oluyorlar gelenlere. Zengin bir din olmalı Bahailik, diğer Tapınaklarda görülmeyen bir haşmet göze çarpıyor burada. Hemen her dilde, bu arada tabi Türkçe olarak da bastırdıkları broşürlerden veriyor görevliler. Bilgileniyoruz. Lotus Temple olarak bilinen Tapınak içinde Kilise sıralarına benzer şekilde dizilmiş sıra sıra sandalyeler var ve buralarda hiç ses çıkarmadan oturmanız, kendinizi dinlemeniz gerek. Dinledim tabi ben de, ama Bahaullah Efendi pek bir şey anlatmadı bana: ) Lotus tapınağından çıkıp, önce Metro, sonra otobüs daha sonra da rikşaya binip Eski Delhi’nin ünlü Red Fort / Kızıl Kalesine gidiyoruz. Oldukça büyük bir şehir Delhi, mesafeler de birbirinden uzak. Ancak Yeni Delhi planlı bir yerleşim olduğundan devasa bulvarlar, beş-altı şeritli yollardan hızlıca geçebiliyorsunuz. Yeni Delhi’de pek inek de yok, belki hayvanlardan yalıtılmış bir bölge yaratmak istemiş olabilirler, çünkü bisikletli rikşaların da bu bölgeye girmesi yasak. Bu nedenlerle Yeni Delhi, batı başkentlerinden farksız. Ünlü anıt, İndia Gate /Hint kapısını geçip Kızıl Kaleye ulaşıyoruz. Red Fort/ Kızıl Kale adını, duvarların kırmızı renginden alıyor. Moğol İmparatorluğu döneminden kalma bir yapı burası da. Giriş paralı ve 100 Rupi (2,5 $). İçerde pek bir şey yok aslında, gidilmese de olur bir yer, sadece Şahın halkını kabul edip sorunlarını dinlediği ‘Diwan-ı Am’ denilen mekan etkileyici. Tövbe estağfurullah adı da bir acayip : ) Red Fort’tan çıkıp hemen yolun karşısındaki Delhi’nin ünlü Jain Tapınağına giriyoruz. Bu gezdiğimiz ilk Jain Tapınağı. İlk bakışta diğerlerinden farksız görünüyor. Ancak Jain’lerin de bazı kuralları var, ayakkabılar dışarıda çıkarılacak, deri olan hiçbir şey içeri girmeyecek- kemer dahil- ve ne yazık ki, Tapınakta kesinlikle fotoğraf çekilmeyecek ! Çantalarımızı, fotoğraf makinelerini dışarıda bırakıp giriyoruz içeri. Jainler doğal, doğaya yakın hatta doğayla iç içe yaşamayı savunan bir inanç sistemi. Daha önce değinmiştim, bunlar ağızlarını bile “ hafezanallah bir böcek yutarım da ölümüne sebebiyet veririm” deyip bir bezle örtecek kadar doğaya saygılılar. Bu nedenle çıplaklık onlar için kesinlikle ayıp değil tam tersi doğaya yakın olmanın bir gereği. Jainler, Zerdüştler gibi ateşle ibadet ediyorlar. Çok sayıda mumla Tanrılarına dua ediyor, ilahiler söyleyip secde ediyorlar. Bence din ve inanca ilişkin farklılıkları öğrenmek görmek isteyenler kesinlikle Hindistan’ı görmeli. Heykeller gibi, duvarlardaki resimlerde de Tanrılar ve bazı önemli Jain Rahipler çıplak. Hani öyle böyle değil, harbi çıplak bunlar, yani çırılçıplak ! Cinsel organları tövbe tövbe apaçık ortada bir takım adamlar, duvarlardan sana doğru bakıyor ! Daha da garibi onlara secde eden kadınların, genç kızların, çocukların, kazık kadar adamların olması : ) Bir anne-kız, ateşle yapılan duayı bize öğretip yardımcı oluyor. Biz de onlarla birlikte haşmetli penisleri olan Tanrılar önünde duaya katılıyoruz : )Tapınağın hemen yanındaki binaya, yine Jainlere ait bulunan hastaneye giriyoruz. Ancak değişik bir hastane burası çünkü bu bina dünyanın ilk ve tek Kuş hastanesi ! Jainlerin hayvanlara zarar vermeme gayreti, onları hastalıklardan korumanın ötesinde, iyileştirmeye kadar varmış. Görevliler hastaneyi gezmemize izin veriyorlar. İçerde şahinden güvercine, papağandan muhabbet kuşuna kadar sayısız tür ve cinste yüzlerce kuş; koğuşlar şeklinde yan yana dizilmiş kafeslerde besleniyor, yaraları sarılıyor, iyileştiriliyor. Bizim kültürümüzde de geçmişte kuş evleri olduğunu ama diğer birçok güzel geleneğimizde olduğu gibi bunun da ‘mazide bir hatıra’ olarak kaldığını bilmek çok üzücü. Kuşlar için hastane kuran düşünceye saygıyla ve gülümseyerek ayrılıyoruz oradan. Ama hayat tüm acımasızlığı ve çelişkileriyle akıp gidiyor burada. Çünkü kuşlar doyuyor ama insanlar aç. Yine çelişkilerle dolu çarpıcı Hindistan’dan bir ‘al gözüm seyreyle ’ umum-i tezat-ı vaziyeti daha : ) Akşam çökmek üzere. Sıcak acımasız ve etkisinden bir şey yitirmemiş durumda. Ama yorulmak yok, şimdiki durağımız çok özel ve çok farklı. Bir dolmuş-taksiye biniyoruz. Dökülen bir jeep bu, arkasına koltuklar konmuş, ama birbirine sabitlenmediği için sürekli oynar durumda, kafayı iyice eğip zor sığıyorsunuz, olağan koşullarda 3-4 kişinin sığabileceği ve fakat nasıl olup da oluyorsa 8 kişi binilip kucak kucağa yolculuk edilen bir ‘nasılgiderabibuhaldehayretvalla’ aracı. Dolara ya da ytl’ye çeviremeyeceğim kadar az bir paraya ( kişi başı 6 rupi ) bu külüstür bizi dünden beri konuşup, gülüşüp, tartıştığımız yere götürüyor: Yeni Delhi Genelevine! Dünden bu yana, önce şaka olarak başlayıp sonra ‘olur mu olur be’ diyerek görmeye karar verdiğimiz, ekipteki kızların da illa ki ve muhakkak görmek istedikleri yer burası.Şehir dışında ve yalıtılmış bir bölgede değil genelev, tam tersi şehrin merkezi sayılabilecek bir bölgesinde; altında inşaat malzemeleri satan dükkânların bulunduğu bir geniş caddedeki blok apartmanlarda serbestçe icra-i meslek ediliyor : ) Rasgele gözümüze kestirdiğimiz bir binanın, karanlık, dar ve oldukça dik merdiveninden yukarıya doğru çıkıyoruz. Yanımızda ekibin kızları da var, içeri girip giremeyeceklerini bilemiyoruz ama ben, ‘ birazdan polis ya da oranın görevlileri (bunun adı öz hakiki Türkçe’mizde halis muhlis pezevenk işte, görevli ne ki) illa ki karşımıza çıkacak, kızları geri yollayacak nasılsa lan’ rahatlığı içindeyim. Ama kimsecikler çıkmıyor karşımıza. Elini kolunu sallayan çıkabiliyor demek. İlk kattan itibaren, kapı önlerine oturmuş yabani kahkahalarla sohbet eden kadınlar, kadınlı-erkekli ‘beyaz Türk’ grubumuzu görünce önce şaşırıyor, sonra şaşkınlığı çabucak atlatıp grubun erkek üyelerini ‘Hintli-Türk fark etmez abi, ben işime bakarım’ mantıksallığıyla içeriye buyur ediyorlar. Onlarca kez Hindistan’a gelip gitmiş olan Zafer bile şaşkın, o da ilk kez bir genelev görüyor imiş. 6-7 katlı binanın üçüncü katındaki kadınlar ısrarla davet ediyorlar içeriye. ‘Eh, hadi girelim, bir de içeriyi görelim’ deyip hep birlikte giriyoruz. İçerde, sokaktakiHint kadınlarından farksız giysiler içinde ama aşırı makyajlı ve çoğu oldukça şişman 20 kadar kadın, genişçe bir salonda karşılıyor bizi. Şaşkın şaşkın bakınıyorlar onlar da bizim gibi. Belki de ilk kez evlerinde yabancı genç kızları ağırlıyorlar. Birbirlerine kızları ve bizleri göstererek kıkırdayıp duruyorlar. Hayatında genelev görmemiş ve muhtemelen bir daha da göremeyecek olan kızlarımız, yüzlerinde asılı kalmış bir gülümseme, Türk şaşkınlıklarıyla etrafa bakınıyorlar. Salonda biri emzikte, diğerleri muhtelif yaşlarda, annelerinin dizi dibinden ayrılmayan birkaç tane de çocuk var. Buraya kadar hani belki her şey normal sayılabilir, ama bir de salonun tam ortasında, mobilyanın ayağına bağlanmış kocaman bir keçi var ve bize meeliyor ! Evet inanması gerçekten zor biliyorum, genelev olarak kullanılan apartmanlardan birinin 3. katındaki dairede, salonun tam ortasında bir de keçi besleniyor : ) İngilizceyi bilen yok aralarında, eh biz de Hintçeyi sular seller gibi bilmiyoruz malum : ) Ama hepsi güler yüzlü ve konuksever. Karşılıklı gülüşüp duruyoruz. Kısa bir süre sonra içeriden belinde peştamalıyla bir genç adam çıkageliyor. O da diğerleri gibi sıcakkanlı ve dostça davranıyor. Kadınlardan birinin oğluymuş. Belli ki burası aynı zamanda evleri, yani burada yaşıyorlar. Bizim kızlar, Hint fahişelerle kırk yıllık dostlarmış gibi öpüşüp koklaştıktan sonra ayrılıyoruz oradan. Her birimiz için unutulmayacak bir deneyim oluyor bu. Hızlıca bir şeyler atıştırdıktan sonra eşyaları toplamak için otele dönüyoruz. Bu akşam yine yollara düşeceğiz.Ebru’yla vedalaşıyoruz. O bizden daha güneye, Rajhastan eyaletine gidip çölde safari yapmayı planlıyor, sonra da kuzeye çıkıp Kuzey Hindistan’ı gezecek. Aferin be şu kıza, gencecik, hem de tek başına, hiç bir şeyden korkmadan yollara vuruyor kendini. Daha birkaç ay gezmeyi düşünüyor. Bir yaşam tarzı aslında bu, yerleşik olmamak. Hep yollarda, hep yeni yerler, insanlar keşfederek gitmek. Mevlana’nın dediği gibi : “her gün yeni bir yere konmak ne hoş ! “ Bu kez kuzeye, Tibet’in yaşayan efsanevi önderi Dalai Lama’nın sürgünde yaşadığı şehre, Dharamsala’ya gideceğiz. Budizm’in dünyadaki yaşayan en büyük ruhsal ve siyasal lideri olan Dalai Lama, yılda bir kez, 1 hafta süresince inananlarına konuşmalar yapıyor, konferanslar veriyor. İşte biz de o bir haftanın içindeyiz, eğer şansımız varsa sadece Asya’nın değil, dünyanın da en önemli şahsiyetlerinden olan Dalai Lama’yı belki de görme imkânımız olabilecek. İstasyonda bizi Kuzey Hindistan’a, ünlü Himalaya Dağlarına götürecek treni bekliyoruz. Önümüzdeki çöp yığını mı kımıldıyor ben mi yanlış görüyorum? Daha dikkatli bakıyorum, evet oynuyor, birazdan neden oynadığı anlaşılıyor. Önce yığının içinden başını çıkaran kedi büyüklüğündeki fare kardeşle, sonra da ailesinin muhtelif ebatlardaki diğer bireyleriyle tanışıyorum. Etraftaki binlerce insana hiç aldırış etmiyor, korkmuyor, kaçmıyorlar, onlar insanlara, insanlar onlara alışmış. Serbestçe gezinip duruyorlar insanların arasında, hatta bir ara baba fare önümüzden acele adımlarla geçip büfenin oralarda bir yerde gözden kayboluyor, birkaç dakika sonra da yine önümüzden geçerek ailesine kavuşuyor : ) Açık kompartımanımızda belki 10 tane genç var, hepsi yıllık izinlerinden görev yerlerine dönen askerlermiş. Askerlik mecburi değil Hindistan’da, ama gönüllü askerlik 5 yıl sürüyormuş. Yavaş yavaş yatıyor herkes. Trende biraz rötar var. Zaten tıngır mıngır 10-15 kişi gayet samimi gidiyoruz. Yeri olmayanlar yere bir bez serip uzanıyor. Ben üst ranzalardan birindeyim. Tuvalete gitmek imkansızlaştı nerdeyse, nereye gidiyorsun, adım atacak yerlerde insanlar yatıyor, koridorlar silme adam dolu, bir kaçının kafasını ezmeden geçmek mümkün değil : ) Aşağıdakilerden biri horlamaya bile başladı. Tuvalete gitmekten vazgeçip yerime uzanıyorum. Kaç gündür ayağımı vuran sandaletler yerine bugün spor ayakkabımı giymiştim. Aman aman, benden söylemesi, siz siz olun, çıplak ayakla spor ayakkabıyı uzun süre giymeyin, hiç tavsiye etmem, iğrenç kokuyor: ) Ayakkabımı çıkarmamla birlikte uyumaya çalışan herkesin yüzü ekşiyor, ama hakikaten dayanılacak bir koku değil, Türkiye’de olsa döverler adamı sırf bu koku yüzünden, buradakiler yine efendi, seslerini çıkarmıyorlar. Bizimkiler de artık bilmem ayıp olur diye, bilmem alıştıklarından pisliğe, bir şey demiyorlar. Yıkayıp gelsem ayağımı, diye geçiriyorum aklımdan, ama koridoru aşmayı gözüm yemiyor. Eskiden olsa ( 1 ay öncesi ) bu pisliğe, rezilliğe herhalde çok sinirlenirdim, oysa şimdi ne denli az şeyle mutlu olabiliyorum, ne kadar az şeye ihtiyaç duyuyorum, isteklerim, beklentilerim, ne kadar da azaldı. Bizdeki ‘bir lokma bir hırka’ anlayışına çok da yakın değil mi aslında bu; buradaki insanlar da öyle yaşıyorlar, çünkü bırakın çeşidi, 1 tane bile tişörtü olmayan yüz binlerce insan yaşıyor bu ülkede, üstelik isteyerek, gönüllü olarak. Artık her şey Hindistan Öncesi (H.Ö) ve Hindistan Sonrası (H.S) biçiminde gerçekleşiyor sanki. ‘Serseri’ yi yüzümde hoşgörülü bir gülümseme, aklımda uçuşan binlerce düşünceyle izlerken uyku bastırıyor. Ulan ya bu aşağılık ‘serseri’, ben uyurken burnumda filan gezerse? Yok artık? Olur mu olur, bak şimdi… Tedirginlikle ‘serseri’ye arkamı dönüyorum. Bu seferde sanki onu aldatmışım hissine kapılıp rahatsız oluyorum, bu insan ruhu ne acayip? : ))Gece, tütsüden Hindistan cevizi yağına kadar türlü Hint kokuları, çay, samoza ve daha bilumum yiyecek satan sıtma görmemiş satıcı sesleri, çocuk ağlayışları, kaba Hint gürültüleri arasında dostça çöküyor kompartımanımıza. 25.Mart.2006, Cumartesi, Patankot-Dharamsala, 20. Gün Nihayet Patankot’a varıyoruz. Yolun bundan sonrasını otobüsle devam edeceğiz. Yaklaşık 100 kilometrelik yol normal koşullarda 3 saatte alınıyormuş, ama otobüsle 4 -5 saati bulduğu da oluyormuş. Düşün artık, nasıl yol. Ufak terminalde otobüsü görünce vazgeçer gibi oluyoruz, yürüyen bir teneke hayal edin, her bir tarafı paslı ve kırık dökük. Taksi soruşturuyoruz, 1200 rupi isteniyor (30 $). Otobüs ise sadece 75 rupi (2 $). Otobüse biniyoruz. Aracın her yerinde Hint bayrakları, çiçekler, tanrı heykelleri, resimleri… Teypten tiz sesli bir kadın Hint arabeskleri söylüyor çığlık çığlığa. Fil Tanrı, Maymun Tanrı, Krişna bakıyor aracın her yerinden bize. Aslında Maymun Tanrıyı çıkar, yerine Müslüm babanın resmini koy, Fil Tanrıyı çıkar yerine Sibel Can’ın resmini koy, teypte de Ferdi Tayfur söylesin, bir anda Menemen-İzmir Otogar minibüsünde sanabilirsin kendini.Neyse ki ‘yürüyen tenekemiz’ çok kalabalık değil. Ama koltuk araları birbirine çok yakın. Kürek yutmuş gibi oturuyorum zorunlu olarak. 4 saat sonunda tutulan belimizi çözmek için vinç gerekecek derken otobüsün ön tarafı boşalıyor, pat, öne transfer oluyoruz sektirmeden. Şoförün tam arkasındayız, böylece hem yolu daha rahat izleyebileceğiz, hem de ön taraf daha genişçe. Ama bu tercihin aslında ne kadar isabetsiz olduğunu yola çıkınca anlıyoruz. 50 yaşlarında, kısa boylu, tıknaz, zayıf mı zayıf, Ayhan Işık bıyıklı olan şoförümüz acayip nemrut ve suratsız bir tip. Turistten hoşlanmadığı belli. Suratsızlığı karısını ilgilendirir, şunun şurasında sadece 4 saatliğine hayatımızda olacak abi, sonrasında yok; bizi ilgilendiren kısmı ise, elini havalı kornadan hiç çekmemesi. Bu bir felaket, çünkü korna bizim havalı kornalardan beter. Her tarafı ve bu arada motor kapağı bile açık aracımızın her yerinden ses gelmesi önemsiz bir ayrıntı zaten ama Ayhan Işık abi kornaya bastığında ses anında içerde. Ülkedeki araç kornalarının yüzde 80’inin sesi çok çalmaktan mütevellit nispeten kısılmış durumda, ama bizim bedevi şansımıza Ayhan abi, kornayı yenilemiş herhalde, sesi yeri göğü inletiyor. Yenilemiş demem yanıltmasın, sadece sesini yenilemiş. Çalışma prensibi, ‘motor kaputu delinerek bir kablo marifetiyle soldaki şoför kapısına zapt edilmiş iki tel, birbirine değdirilerek ses çıkaracaktır arkadaş’ yöntemi : ) Fakat, itiraf etmeli, kim ürettiyse bu kornayı, bütün Hindistan karış karış aranıp bulunmalı ve kendisine üstün başarı ödülü verilmeli. Sesi müthiş ! Ayhan abi iki teli birbirine değdirdiğinde – ki bunu aralıksız yapıyor- her seferinde kulaklarınızın ırzına geçildiğini hissediyorsunuz, o derece yani, bunu diyorum başka da demiyorum. Yaşadığımız eziyet akılda canlanabiliyor mu, yeterince tahayyül edilebiliyor mu bilmiyorum, kesinlikle insan haklarına aykırı sesi olan kornanın dibinde, elini bu kornadan hiç çekmeyen suratsız bir şoförle, bozuk toprak yollarda, 4 saatte, en çok 20-30 km. süratle gidiyoruz. Adam, ağzındaki pan yüzünden hafif kayık zaten, kafayı bulmuş, bir de hemen her dakikada bir, üstünde nicedir cam olmayan kırık penceresinden, kıpkırmızı tükürüklerini saçıyor yollara. Felaket ki sorma gitsin. Yolun ilk yarım saatinin sonunda adamı vurup intihar etmeyi düşünüyorum. Nihayet belim de ağrımaya başlamasın mı? Allahım suçum neydi, ne hata ettim ben? Yola çıkma kararı aldığım güne, kör talihime, Ayhan Işık bıyıklı şu pis herife, yolları düzeltmeyen Hint Hükümetine, Belediyesine, hatta Dalai Lama’ya ve hatta Zafer’e ve her şeyden çok kendime ve dinmek bilmez, iflah olmaz merakıma, gezme isteğime küfürler savuruyorum. Ne işim var lan benim burada? Ama daha kötüsü de varmış, arabaya bindikten 10 dakika sonra yavaştan sıkışmaya başlıyorum. Yarım saat sonra durum çekilmez hale geliyor. Öleceğim nerdeyse, nasıl fena çişim gelmiş, kıvranıyorum. Yola yeni çıkmışız, nemrut, ince bıyık, kafası kıyak abiye yalvarıyorum, durma yukarıyı işaret ediyor, yukarda, dağlarda bir yerlerdeymiş mola yeri, duramazmış. Hay ben senin gelmişini, geçmişini… Adamın İngilizceyi bilmemesi bir şey değil, Hintçeyi de bilmiyor üstelik, şaka değil yahu, ağır abi buralardaki yüzlerce acayip yerel dillerden birini konuşabiliyor sadece. Sağır eden kornası ile onlarca köyde durup kalkıyor. İnanılmayacak bir şey ama, kornayla her seferinde farklı bir ezgi tutturuyor abi; köye girerken ayrı, köyde ilerlerken ayrı, beklerken ayrı, kalkarken ayrı ve köyden çıkarken ayrı. Ona da diyeceğim yok da, şu durduğun yerde bir dakikada hallederim be abi, valla billa çok sıkıştım, insanlık hali, anla işte, hadi benim güzel Ayhan Işık abim? I-ııh, Nuh diyor peygamber demiyor eşşoğlueşşek, durma yukarıyı gösteriyor. Zaten bu bıyıktan nefret ederim. Yolların yüzde 80’i delik deşik toprak köy yolu, hem daracık hem virajlı. Hep yüreğimiz ağzımızda, ‘yok artık deve, buradan da geçemez ya’ dediğimiz yerlerden hem de gaz kesmeden geçerek ve bizi şaşkınlıklar içinde bırakarak durmadan dağlara doğru tırmanıyoruz. Bazen tek tekerlek boşluğa düşüyor resmen, zor topluyor Ayhan abi. Ama çoktan beti benzi atmış, gözleri sabitlenmiş ve Mesih İsa’ya yakaran orta yaşlı Alman çiftle, bizden başka takan yok buna, ağır bir tevekkül havası sinmiş sanki, tüm Hindistan’a olduğu gibi yürüyen tenekemize de. Üstüne üstlük bitmek bilmeyen yüzlerce köyden geçerken önündeki yola bakacağına, aynı anda kornaya daha bir şevkle asılarak, köyün genç kızlarına dönüp dönüp bakıyor, utanmaz arlanmaz ırz düşmanı.Beynim bir makine gibi tıkır da tıkır, şu andaki en önemli şeye, çiş olayına çözüm bulmaya çalışıyor. Şu plastik şişeyi alsam, suyunu bitirip… Bir tane de önüme bez gersem? Yok lan, çüş artık, herkes anlar, zaten kabak gibi en öndeyiz, hadi onu da geçtik, bu sarsıntıda nasıl denk getireceğim şişeye? Cık, olmaz. Utanmayı falan bıraktım, olduğum yere salacağım, ama adamdan tırsıyorum, zaten belli, manyak bu herif, kafayı da bulmuş ottan, kalkar:- Arabama işedin lan, bunu kan temizler ancak pis gavur! falan der, biz de Türk’üz müsaadenle, altta kalmayız, bir kafa herife, zaten sinirlerim tüm entelektüel sağduyumu almış götürmüş durumda, ondan sonra hadi bakalım, ömür boyu Hint hapishanelerinde çürü, dur. Tuta tuta karnımın ağrısından bayılmak üzere olduğum bir anda, çok şükür sana yarabbim, bir köyde mola veriyoruz. Tuvalet diyorum, bir dükkanın arkasını işaret ediyorlar. Arkaya geçiyorum, bir evin duvarından başka hiçbir şey yok, oldukça havadar bir tuvalet. Duvardaki ölü sineğe doğru nişanlayarak yaklaşık 5 (10 ?) dakika gürül gürül işiyorum. Hey Allahım, ne büyük mutluluk bu be ! Dünya varmış. Mola yerinde tuvalet soran bayanlara uzaklarda bir yerler tarif ediliyor. Hadi ben hallettim, netsin kadınlar, tutuyorlar mecburen. Kadınlara mühim çağrı: buraya gelecekler tuvalet işini iyi düşünmeli. Rahat olmalı, beklentiyi düşük tutmalı ve elbette uzun süre tuvaletini tutma konusunda önceden staj yapmalı ! 4,5 saat süren ama 4,5 yıl gibi gelen bir yolculuk nihayet bitiyor. Dağlar arasında, yemyeşil bir dünyaya, Dharamsala’ya şükür duaları arasında varıyoruz. Alman çift hayata yeniden gelmiş olmanın sarhoşluğuyla ağzı kulaklarında birbirlerine sarılarak uzaklaşıyor. Aynı kaderi paylaşmış olmanın dayanışmasıyla çüüs’leşiyoruz. 37 derecelik Yeni Delhi’den sonra, araçtan inince kalın giyinmemize rağmen üşüyoruz. Dharamsala, 1800 metrede kurulmuş ufak bir kasaba. Nüfus yaklaşık 17 bin ve bu nüfusun çoğunluğunu Tibetli göçmenler oluşturuyor. Tibet, Çin tarafından işgal edilince Dalai Lama’yla birlikte sınırı geçerek bu küçük kasabaya sığınan Tibetliler burada, önemli bir Tibet kolonisi oluşturmuşlar. Hintlilerden apayrılar; giysileri ve müzikleriyle Çinlilere benziyorlar. Çekik gözlü, çıtı pıtı, ufacık tefecik, onca acıya rağmen yüzlerinden gülücükleri eksik etmeyen sevimli insanlar. Göçten sonra ikinci bir Tibet yaratmışlar burada. ‘Özgür Tibet’ afişlerini her yerde görmek mümkün. Tibet ezgileriyle dolu sokaklar, Budist Tapınaklarıyla çevrili meydanlar… Sokaklarda olsun, dükkanlarda olsun satıcılar, Hintlilerin aksine pazarlık yapmıyorlar. Ne söylüyorlarsa ona satıyorlar, ne aşağısı ne yukarısına. Ama tükürme huyları Hintlilerden farklı değil. ‘Taşıdelek’ Merhaba, ‘Taşısık’ Lütfen demek. Gün olur, giden birileri olursa oralara, beleş Tibetçe hizmetimiz için, arkamızdan bir Allah razı olsun demesi yeter : ) Önce otel arıyoruz. Dalai Lama’nın konuşmalar yapıp, dersler verdiği o önemli 7 gün içinde olduğumuzdan dolayı bu küçük şehir tıklım tıklım. Hiçbir otelde yer bulmak mümkün değil, bir otelde suit oda buluyoruz, fiyatları dehşet verici, kişi başı 2700 rupi (60 $), ki bu mütevazı Hindistan için bir servet. Açıkta yatmaya kalksak gece dondurucu soğuk olur burada. En sonunda iyice tepelerde arada bir yerlerde oda bulabiliyoruz (135 rupi/3$). Hava oldukça soğuk, yorgunluk var. Dün yanıyordum sıcaktan. Şimdiyse titriyorum. Üstüme giymek için kalın ama yumuşak bir kaşmir kazak satın alıyorum güler yüzlü bir Tibetli teyzeden. Hakiki kaşmir, üstelik komik bir paraya (200 rupi/5 $). Şimdi azıcık ısınıyorum işte. Yine de gidip yatmalı, ne de olsa Ayhan Işık abi’li günümüz pek de sakin geçmiş sayılmaz : ) Üstelik şansımız varsa yarın Dalai Lama’yı göreceğiz. Hadi hayırlısı.Kalın yorganı üzerime çeker çekmez derin bir uykuya dalıyorum.<br /><br />-DEVAM EDECEK-irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-84139782064048284612009-11-13T08:38:00.001-08:002009-11-13T08:38:49.546-08:00Bir Düş Ülkesi Hindistan - 518.Mart, Cumartesi, Amritsar, 13. Gün <br /><br />Numarasız bir trenle ulaşıyoruz Amritsar’a. Trenlerde o kadar çok sınıf ve farklı kategori var ki, hala çözebilmiş değilim hangi sınıf nedir, nasıldır? Non-AC yani klimasız, yerel ve lanet bir tren bu : ) Oldukça yavaş gidiyor ve her eksprese yol veriyor. Benim uyku tulumum vardı, pek etkilenmedim ama diğer trenlerde olduğu gibi çarşaf ve battaniye bu trende verilmediği için uyku tulumu olmayanlar gece çok üşümüş. Amritsar, Hindistan’ın Pakistan’la olan sınır kenti. Muhammed Ali Cinnah’ın başlattığı ayrılıkçı hareket ile Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılıp bağımsız bir devlet olduğu dönemde sınır, Amritsar ile Lahore’u bölecek şekilde ortalarından geçirilmiş. Bölge tarihi için büyük önem taşıyan iki kentten, Lahore Pakistan’da, Amritsar Hindistan’da kalmış. Ülkenin kuzeybatısında yer alan ve başkent Amritsar’ı da içine alan Pencap eyaleti, geleneksel olarak Sih Pencabilerin yurdu. Başlarına taktıkları türban nedeniyle Sihleri diğer Hintlilerden ayırmak çok kolay. Pencabiler, ırk olarak Hintlilerden ayrılıyor, daha iri yapılı ve daha savaşçılar. 1500’lü yıllarda Guru Nanak Dev tarafından kurulan ve ilk yasaları yazılan Sih dini, Hinduizm’le Müslümanlığı kaynaştıran bir karma din. Guru Nanak Dev Ji, Hinduizmle Müslümanlığın kendince iyi yönlerini bir araya getirerek dinini oluşturmuş. Kutsal kitapları ‘Guru Granth Sahib’, Amritsar’da aynı zamanda Hac yerleri olan Altın Tapınak’ta bulunuyor. 1,5 milyarlık Hindistan’da en büyük din Hinduizm. 800 milyon insanın inandığı Hinduizmi, ülke halkının yaklaşık yüzde onunu oluşturan 150 milyon kişinin inandığı Müslümanlık takip ediyor. Müslüman olduğu için içinden Pakistan ve Bangladeş adında iki ayrı devlet çıkarmasına rağmen 150 milyonluk bu nüfus, Hindistan’ı Endonezya’dan sonra dünyadaki en büyük Müslüman ülke yapıyor. Arkasından 29 milyonluk nüfusla Sih’ler geliyor. Sihler, Pencap eyaletinde yoğunlaşmakla beraber, ülkenin her yerine dağılmış durumdalar. Bunların dışında Budizm, Hıristiyanlık, Jainizm, Bahailik de dahil olmak üzere çok sayıda din ve dinsel inanç da bu topraklarda yaşam hakkı buluyor ve milyonlarca insan tarafından takip ediliyor. Bir rikşayla doğruca Altın tapınağa gidiyoruz. Altın Tapınak yolu, Hindistan’ın her yerinde olduğu gibi canhıraş kalabalıklarla dolu. Haritwar’da olduğu kadar olmasa da nispeten temiz sokaklar. Yol boyunca başları sarı, mavi, gri, yeşil, mor ve dahi bir dolu renkle bezeli rengarenk türbanları, uzun yapılı boyları, yemyeşil gözleriyle dikkat çeken Sihleri izliyorum. Sihlerin alamet-i farikaları olan türbanlarının nedeni dinlerinin emir buyurduğu kıl kesme yasağından geliyor. Mantıklı bir nedeni yok, Guru Nanak Dev Ji’ye öyle esmiş, inananlarına saçlarını, kıllarını kesmeyi yasaklamış, dökülen kıllar bile bin bir törenle toplanıp yakılıyor, öyle çöpe filan atmak acayip günah! Altın Tapınak’a yine ayakkabılarımızı çıkararak giriyoruz. Hindistan’daki bütün dinlerde bu var, ister Budizm olsun ister Jainizim, isterse Sih dini ya da Müslümanlık, tapınaklara girişte mutlaka ayakkabılar çıkıyor. Belki de bu, sokaklarda hayvan dışkılarının Tapınaklara taşınmaması için bulunmuş pratik bir yol. Kapıdaki mızraklı güvenlikçiler ve capcanlı renklere bürünmüş hacılar çok garip geliyor ilk bakışta. Zaman donmuş sanki. Ortaçağ’ın silahı mızrağın bu coğrafyada, bu zamanda hala kullanılıyor olması şaşırtıcı. Ama insan Hindistan’da zamanla şaşırmamayı öğreniyor, çünkü zaten her şey şaşırtıcı : ) Altın Tapınak, bizim Urfa’daki Balıklı Gölü andırıyor, ama gölün ortasında bir bina var ve bu binaya küçük bir yolla ulaşılıyor. Bina, tümüyle altınla kaplanmış son derece etkileyici bir mimariye sahip. Tapınağın her bir yerinden duyulan ilahiler ise gerçekten çok güzel ve etkileyiciliği arttırıyor. Bu din oldukça garip, inananlar tapınakta bazı kutsal sözlerin yazılı olduğu yerlerde secdeye duruyorlar ancak Hindulardaki gibi Tanrı heykelleri ve suretler yok, sadece görevli rahipler tarafından sürekli okunan kutsal kitaplar var. Secde bizdekine benzer. Ancak anladığım kadarıyla sadece Sih dininin kurucusu Guru Nanak’la onu takip eden 10 Guru’ya ve Kutsal kitaplarına secde ediyorlar. Sihler oldukça sevimli, konuksever ve güleç yüzlü insanlar. Fotoğraf çekilmesine kızmıyor tam tersi gülümseyerek poz veriyor, hatta kendileri gelip çekmenizi istiyorlar. İri kıyım erkekleri, inançları gereği saçlarını, sakallarını ömürleri boyunca kesmiyor, bu nedenle de uzayan saçlarını toplayabilmek için türban takıyorlar. Olmazsa olmazlarından biri de çelik bilezikle bir kama taşımak. Amritsar’da Jainlere de sıkça rastlıyoruz. Onları da ağızlarına taktıkları örtülerden tanıyabiliyorsunuz. Jainler, doğada hiçbir canlıya zarar vermemek için azami dikkat gösteren bir inanca sahipler. Ağızlarını da yanlışlıkla bir sinek ya da böcek yutarak ölümlerine neden olmamak için örtüyorlarmış. Hatta bunlar hep yanlarında bir süpürge taşıyorlar, oturmadan önce oturacakları yeri süpürüp herhangi bir canlıya zarar vermemek için. Film millet : ) Sihler Altın Tapınaktaki Gölde yıkandıkları zaman Hacı oluyorlar. Tapınağın her yerinde genci yaşlısı ile Göl suyunda dualar eşliğinde yıkanan Sihler çok güzel görüntüler oluşturuyor. Bebeklerini bile bu suda yıkamak onlar için oldukça önemli bir tören. Üstelik gölde öldürme yasağı yüzünden ve beslenmekten her biri 10’ar kilo olmuş balıklara rağmen : ) Altın Tapınak’ta yerli-yabancı ayırt edilmeksizin 24 saat binlerce kişiye ücretsiz yemek ve konaklama sağlanıyor. Tabi şartlar oldukça mütevazı ama yine de önemli bir hizmet bu. Yemekhaneye girişte sıralanmış görevliler var, biri tabağını, biri su kabını, bir diğeri de kaşığını veriyor. Gidip oturuyoruz biz de. Aynı anda yüzlerce kişinin yemek yiyebildiği büyüklükte bir bina burası. Masa, sandalye gibi gereksiz eşyalar yok. Yerde kilimler, üstünde oturan insanlar. Yerde sıra sıra oturup görevliler bekleniyor. İçerde de görev bölümü var, bir kişi elinde koca bir kazanla geleneksel mercimek yemekleri Dhal’ı dağıtıyor. Arkasından gelen bir diğeri kırmızıbiber turşusuna benzer bir sosu boca ediyor tabağınıza. Bir başkası suyu, bir diğeri de bir tür boş gözleme olan nan’ı dağıtıyor. Naan için, sadaka bekleyen bir dilenci gibi her iki elini birden açıp beklemek zorundasın, görevli kişi 2 adet nan’ı ellerine atıp gidiyor. Oldukça ilginç bir yemek oluyor bizim için : ) “Yok arkadaş, bu kadarcık şey beni doyurur mu hiç” diyor isen yeniden sıraya girip ikinci tur yapabilirsin, engel yok. Yemeği yiyen kalkıyor. Yerini arkadan gelenler alıyor.Yemekler bittiğinde, diğerleri gibi boş tabak-çanakları alıp çıkıyoruz. Dışarıda yine işbölümü var, birisi tabakları alıyor, birisi sadece kaşıklardan sorumlu, bir diğeri su kaplarını topluyor. Bir ekip de koca koca arabalarla biriken tabakları, kaşıkları su kaplarını açık bulaşıkhane bölümüne götürüyor. Aşağıda hummalı bir faaliyet var. Yemek yiyenler, diğer işlerde olduğu gibi bulaşıkhaneye girip gönüllü bulaşık yıkama ordusuna katılıyor. Burada da binlerce kap ilk bölümde bol köpüklü sabunlarla yıkanıp kurulanıyor. Sürekli değişen yüzlerce insanın karıncalar gibi çalıştığı, gönüllülük üzerine kurulu müthiş bir dayanışma. Bizim imeceler gibi burada her şey, isteyen istediği gibi işlerin bir ucundan tutuyor. Bu nedenle bir yemek dağıtan bir sonraki dağıtımda değişebiliyor. Aslında başka türlüsü zor, aynı anda ve 24 saat boyunca binlerce kişiye yemek vermek de kolay değil zaten. Tapınak etrafındaki konuk evleri de aynı esas üzerine kurulu ve ücretsiz. Sih olmayan yabancı turistler de düşünülmüş ve onlar için özel bölümler hazırlanmış. Biz de ekip olarak yer varsa burada kalmaya karar veriyoruz. Koğuş gibi uzun bir salon. Yan yana sıralanmış yataklar, öyle ki arada hiç boşluk yok, yani yatağın birinden hiç inmeden salonun diğer ucuna gidebilirsin : ) Salona açılan 3’er 4’er kişilik küçüklü büyüklü odalar da var, ama bunlarda yer yok. Bu akşam sadece koğuş uygun. Koğuşta yan yana ( kıç kıça demek lazım aslında) sıralanmış bu yataklarda yatacağız. Önce kalın ciltli bir deftere kaydımızı yapıyorlar. Adın, milliyetin, cinsiyetin işleniyor. Şöyle bir bakıyorum, Arjantinlisinden İranlısına, Polonyalısından İrlandalısına ipini koparan gelmiş buraya : ) ‘Kim nereyi bulursa yatar arkadaş’ prensibine göre, yatağı boş bulan çantasını koyuyor oraya; bu, artık rezervasyon yapılmış demek. Bizde bu tür durumlarda olduğu gibi “ulan nasılsa sahibi yok anasını satayım “ deyip kimse kimsenin çantasını kaldırıp bir tarafa atmıyor, “ dolmuş la burası” diye düşünüp kendine yeni yer arıyor. Ben de ilk bulduğum boş yatağa çantamı bırakıyorum. Herkes kendine bir yer bulup çantasını atıyor, oh, bugün de konaklama işini hallettik, yarına Allah kerim : ) Amritsar, söylemiştim, Hindistan’ın sınır kenti. Pakistan’la Hindistan arasındaki sınır törenleri o denli renkli ki, artık bir gösteri halini almış. Bizim de planımızda bu törenleri izlemek var. Bizi sınıra götürecek bir araç kiralıyoruz. Araç bizi, 1 saat kadar süren sınıra götürecek, bekleyecek ve geri getirecek. Yine mecburen kazıklanarak 450 rupiye anlaşıyoruz (12 $). Pakistan-Hindistan arasındaki bayrak indirme ve kapıların kapanması törenleri o derece ilgi görüyor ki sınırlar, restoranlarıyla, atlıkarıncalarıyla bir panayır halini almış, buralarda koskoca bir eğlence sektörü oluşmuş. Törenler öyle gelişmiş ki turistik hale gelmiş. Zamanla bir show’a dönüşen törenler rahatça izlenebilsin diye sınırın her iki tarafında da binlerce kişilik tribünler yapılmış. Sınır törenleri çok komik. Bir futbol sahası gibi tribünler var, ama tribünlerin yarısı Hindistan’da, yarısı Pakistan’da. Tribünlerin ortasında saha yerine bir demir kapı bulunuyor. İşte bu, iki ülkeyi ayıran sınır kapısı. Gösteri akşam saatlerinde her iki taraf askerlerinin de ellerinde bayraklarıyla gelip, birbirlerine karşı bir güç gösterisi şeklinde başlıyor ve sürüp gidiyor. Askerler belli ki çok özel seçiliyor, hem upuzun boylarıyla hem de yürürken bacaklarını başları hizalarına kadar kaldırabilmelerini sağlayan çeviklikleriyle oldukça göz dolduruyorlar. Rengarenk giyinmiş, süslü, yakışıklı ve gösterişli bu askerler, çok sert hareketlerle birbirlerine doğru rap rap gelip, ülke bayraklarını indiriyor, sonra da yine sert hareketlerle sınır kapısını dannnnnn diye karşı tarafın yüzüne çarpıp gidiyorlar. Bu, o gün için sınırın kapanması demek. İşin komik tarafı her iki taraf da hemen hemen birbirinin aynı hareketleri simetrik olarak yapıyorlar. Galibi olmayan bir horoz dövüşünde gibiler. Çok komikler : ) Bu arada seyirciler de boş durmuyor tabi, sınırın her iki tarafındaki tribünlerde binlerce insan birikiyor, bir futbol maçındaymış gibi ellerinde bayraklarıyla hiç durmadan bağrışıp duruyorlar. Pakistan tarafından “Allahuekber” bağrışlarına Hindistan tarafı “Zandibad Hindustan” (Yaşasın Hindistan) karşılığı veriliyor. Bizim gittiğimiz gün Hindistan’ın bariz tribün üstünlüğü vardı, nedense Pakistan tarafında galiba kadınlar ağırlıktaydı, “Allahuekber” sesi oldukça ince ve tiz geliyordu. Altın Tapınak, akşam karanlığında rengarenk ışıklarıyla daha da mistik ve etkileyici görünüyor. Hele ki kanon şeklinde çok sesli söylenen ilahiler gerçekten çok etkileyici. Sihleri sevdim. Güler yüzlü ve temizler. Tuvaletleri daha bir girilebilir. Akşamın çökmesiyle hava biraz serinliyor. Artık göl ortasındaki Kutsal Kitabın olduğu altın süslemelerle bezeli bölümü görebilmek için hınca hınç dolu sıraya girebiliriz. Epey bir süre dualarla adım adım ilerleyen sırada bekliyoruz. Ama zor ve sıkıntı veren bir bekleyiş değil bu, ruhum huşu içinde, bir göksel armoninin dinginliğiyle huzurlu. Yaşlısıyla genciyle, kadınıyla çocuğuyla, hatta ufacık bebeleriyle her yaştan Sih, kutsal dualarını mırıldanarak ilerlerken, bir taraftan da bizim gibi turistlere sevecenlikle gülümsüyor. Havada oluşan kutsiyet ve mistik hava, yaşamın ve varoluşun anlamını sorgulatıyor insana. “Kimim lan ben? Nerden gelip nereye gidiyorum? ” Nice zaman sonra ayaklarımız yerden kesilmişçesine bir yığınla içeriye giriyoruz. Duvarlarda altın kaplamalı mermerlerde ince bir işçilik var, ne yazık ki fotoğraf çekmek yasak. Söylenen ilahiler herkes gibi benim de yüreğime işliyor, sürekli okunan Kutsal Kitabın önünde secdeye varanlar, yoğun bir duygu yoğunluğu yaşatıyor. Çok etkileyici bir mekanda, çok etkileyici bir tören gerçekten. 3 katlı binayı geziyoruz, her yerde insanlar dualarla kutsal mekânlarını huşu içinde dolaşıyor. Çıkışta yerlere oturup, kutsal kitabın götürülüş törenini bekliyoruz. Yarım saat kadar sonra bir patırtı kopuyor, onlarca insan dualar eşliğinde Kutsal Kitabın konacağı tahtı çıkarıyor. Kitabın konacağı altın işlemeli ve süslü yastıklara parfümler sıkılıyor. Her bir yandan o tahtı omuzlamak için yüzlerce inanan koşuyor; şanslı olanlar dokunabiliyor tahta ve yine dualar eşliğinde taht, içindeki Kutsal Kitapla gece saklanacağı yere götürülüyor. Saat geç, hava serin. Konukevine girdiğimizde Fransızından Japonuna sıra sıra turist, yan yana yataklarda beynelmilel horlamalarla derin uykulara geçmiş bile. Yerime uzanıyorum. Bir yanımda Quebec’li kızlar var, dünyaya Fransız, çoktan kim bilir hangi Fransız düşlere dalmışlar. Diğer yanımda bir Alman herif, hala uyanık, uzandığı yatağında yumuşak yumuşak sırıtıyor bana. Allah Allah, ne gülüyon lan? Tamam, sana da welcome. Başımla hafifçe selamını alıp işime devam ediyorum. Bakmıyorum suratına. Ben yorganımı düzeltirken aniden ve alenen, Alman aksanına eklediği sırnaşık bir gülümsemeyle, tövbe estağfurullah, ‘sarılarak birlikte uyumayı’ teklif ediyor. Kan beynime sıçrıyor, Almancam yok, “git kendi ananı becer” diyorum gayet Türkçe, ses tonumdan ve suratımdan anlıyor demek istediğimi, dönüp kıçını, boktan suratına bakmaktan kurtarıyor beni. Başka yer de yok ki uzasam. Bunlar niye hep bana rastlar? Aramıza günlük gezi çantamı koyuyorum neme lazım : ) Yastık yok, “n’apcam lan, yastıksız da uyuyamam” derken yatak başında uzanan kütüphaneye takılıyor gözüm, tozlu kitaplıktan eski ve kalın bir Tolstoy klasiğini çekip üzerine bir sweat-shirt sararak kendime post-modern bir yastık yapıyorum. ‘Savaş ve Barış’, bir kez daha iyi geliyor bana. Kitap hayatta hep işime yaramıştır zaten : ) Dışarıdaki gürültü hiç eksilmiyor. Misafirleri kaydettiği kalın ciltli defterle yapışık yaşayan gür ve bed sesli görevlimizin yabani kahkahaları, çocuk ağlamaları, kocakarı bağrışları… Bu saatte bu kadar paylaşamadıkları nedir acaba? Ama umurumda değil, öyle yorgun ve uykusuzum ki sanki kuştüyü yastık ve yatakta yatıyor gibiyim. Üstüme çekiyorum, küf, toz ve anı kokan yorganı. Şu Alman herif de olmayaydı, tam Şam’da kayısı durumuydu. Kulaklarımda hala kutsal Sih ilahileri. Bunların CD’sini almalıyım mutlaka. Gözkapaklarım ağırlaşıyor. 19.Mart.2006, Pazar, Amritsar, 14. Gün Gecenin yarısı bir ara uyandığımda önce algılayamıyorum, nice sonra anlıyorum, Alman herif, heyula gibi yatağında oturmuş, ellerini kavuşturmuş, meditasyon yapıyor. Gece vakti, manyak mı ne? Bir süre ne halt edecek bu diye çaktırmadan izliyorum, gözleri kapalı, olduğu yerde put gibi hareketsiz öylece duruyor. La havle, meditasyonik yumuşatik tırlak : ) Çattık elin cinsine. Ama uykusuzum, gözlerimi açık tutmakta zorlanıyorum. Dalmışım. Uyuyup uyanıyorum sabah, adam aynı! Duruş şekli bile değişmemiş. Hiç mi uyumaz lan bu? Zaten gürültü de çok fazla, erkenden kalkıyorum. Koğuşun yarısı kalkmış, yarısı uyukluyor. Aslında gürültülü, sıkışık, kitapyastık’lı ve tedirgin bir gece ama oldukça zinde ve dinlenmiş kalkıyorum. Kitap işe yarar demiştim heh he. Güzel, aydınlık, keyifli bir sabah. Öğlen saat 14.00’de Jaipur trenine bineceğiz. İstasyona erkenden geliyoruz. Bir pastaneden bolca alışveriş yapılıyor. Yine bol meyve; üzüm, portakal büyüklüğünde (burada hep öyle) bol sulu, kokulu, enfes mandalina, şahane tadıyla ananas (daha trene binmeden bitirdik zaten) ve muz. Meyve bu ülkede çok bol ve ucuz. Üstelik hepsi şahane tatlara, renklere, kokulara sahip. Hıyar mevsiminde İstanbul sokaklarını kaplayan taze hıyar kokuları gibi, mevsiminde işportacı tezgahlarına yeni düşen bal şeker Kırkağaç kavunları gibi çeşit çeşit taze meyve kokuları doldurmuş sokakları. O kadar bol ve taze ki sadece meyve yiyerek bir günü geçirebilirsiniz burada. Pencap Eyaletinden ayrılıyoruz artık. Gideceğimiz eyalet olan Rajhastan, ‘Racalar, Mihraceler Ülkesi’ demek ve ülkenin çöl olan tek eyaleti. Yol uzun, sabaha kadar trendeyiz. Trende bir Sih aileyle de komşuyuz. İri kıyım baba, türbanı ve güler yüzüyle sevimli biri. Karısı genç, zayıf, biraz nemrut. Ama blue-jean ve t-sirt’üyle modern bir havası var. Adamı direktifleriyle elinde oynatıyor. 3-4 yaşlarındaki sevimli keratayı biz kız sandık, erkekmiş, adı Hariş. Sihlerde kesilmiyor ya saçlar, kız gibi uzamış da uzamış saçları. O kadar kesilmiyor ki, tararken dökülen saçları tek tek toplayıp ceplerine koyuyor, sonra da yakıyorlarmış. Kesinlikle çöpe atılmıyor yani. Saadet, kadının bütün yiyeceklerinin tek tek tadına bakıyor, onun sayesinde tabi bizde, hatta acılı bamya (ne saçma söz hepsi acılı zaten) yemeğini alıp bitiriyor teklifsizce. Ne rahat bir kız yahu : ) Hariş, maskotumuz oldu. Oyun oynuyoruz, şarkılar söylüyoruz. Öpüyorum esmer mi esmer sıcak mı sıcak yüreğinden. Çocuklar, her coğrafyada güzel. Uzunca ama keyifli bir yolculuk. 20.Mart.2006, Pazartesi, Rajhastan / Jaipur, 15. Gün Jaipur istasyonuna geç saatte giriyoruz. Sokaklar tertemiz. Pek fazla inek de yok ortalıkta. Çöl ülkesi olmasına rağmen her yer yemyeşil. Jaipur, ülkenin tekstil merkezi. Bundan dolayı özel bir önem veriliyor olabilir. Hava bunaltıcı derecede sıcak. Bir rikşaya binip ‘Every Green Otel’ine gidiyoruz. Otel, adı üstünde, genişçe bir bahçenin etrafına geniş koridorlarla bağlanmış odalardan oluşmuş 2 katlı bir yapı. Her yer yemyeşil, çok güzel, sıcacık, sevimli bir yer. Bütün müşteriler sırt çantalı turist. 2 kişilik oda fiyatı kahvaltı hariç 300 rupi (7 $). Jaipur, tekstilin yanı sıra aynı zamanda el işçiliği ürünü birçok süs eşyasının üretim yeri. Hindistan’da 15 günümüz geçti ve gezmekten alışveriş yapamadık. Aslında bu ( –dık ) kısmı daha çok ekibin kızlarına ait bir belirtme zamiri : ) Çünkü kızların ‘ne zaman alışveriş yapcaaaaz, bugün alışveriş yapalım artııııkkkk’ baskısı almış yürümüş durumda. Her ne kadar şimdiye kadar her fırsat bulduklarında alışveriş yapmayı iş edinmiş, kesinlikle hiçbir fırsatı kaçırmamış, ciddiye alınacak sayıda Hint esnafını memnun etmeyi başarmış olsalar da hala özel bir alışveriş zamanı yaratmamış olmamızın sıkıntısı yaşanıyor. Zaferle ben kendi yapacağımız alışverişi yarına bırakıp Amber Kalesine gitmeye karar veriyoruz. Yerel bir otobüsle yarım saat kadar süren yolculuğumuz eğlenceli geçiyor. Yolda gölün ortasındaki yüzen sarayı görüyoruz. Evet, nasıl olmuşsa koca saray gölün ortasında kalmış. Amber Kalesi (Amber Fort), Moğol eseri. Kaleye aşağıdaki yoldan 450 rupiye (11 $) fil üstünde yolculuk yaparak gayet egzo-turistik ulaşmak mümkün. Ancak ben garip biriyim, at dahil bir hayvanın üstüne binme fikri öteden beri beni rahatsız eder. Üstelik çok da ucuz sayılmaz. Ben yürümeyi tercih ediyorum. Kale labirent gibi. Su sistemleri, aynalı-oymalı ahşap odaları çok etkileyici. Ayrıca nedense yer gök maymun kaynıyor burada. Her yerdeler, seyyar çaycının bile etrafını sarmışlar, çok komik : ) Şehre dönüşümüz karanlığa kalıyor. Odalarımızda biraz dinlenip şehre yemeğe gideceğiz. Ama her şeyim leş gibi oldu. Allahtan otelde kuru temizleme servisi var. Duş aldıktan ve birkaç parça eşyamı temizlemeye verdikten sonra ekiple yemeğe, bu kez lüks bir et restoranına gidiyoruz. ‘Hanji’ (bildiğimiz Hancı) adındaki restoran şehrin ender et lokantalarından. İçerdeki dekor ve servis etkileyici. Tertemiz giyinmiş garsonlar fır dönüyor etrafımızda. Bakalım buradan kaça çıkacağız ? Büyük bütçelerle turistik geziyi hayatım boyunca hiç yapmadım, yapmak da istemem zaten. Ama köfte yemeyi çok özledim be, giderken köfte hayaliyle gidiyorum. Burnumda kokuyor hafif yanık ızgara köfte : ) Ancak sipariş verirken ani bir ‘hissi kablel vuku’ ile vazgeçip ızgara balık söylüyorum. Bunun ne kadar doğru bir karar olduğunu ise köfteler geldiğinde anlıyorum. Çünkü köftenin tadı o kadar farklı ki, köfte ısmarlayanlar yiyemiyorlar bile. Ben de tadına bakıyorum, gerçekten bir acayip. Balıksa hımmm şeker gibi : ) Hesap 6 kişi toplam 1600 Rupi ( 40 $) geliyor, eh biraz fazla ama değer doğrusu. Yoğun bir günün daha sonu. Şu yemekte bir de adam gibi şarap oluverseydi ne olurdu sanki? Gerçi soğuk bir biraya bile razıydım ama Müslüman restoranlarında alkol fena halde ve külliyen yasak! Bu ülkede içki içmek isteyen zaten özel içki dükkânlarını bulmak zorunda. buralarda her tür alkol bulunuyor, şaraptan cine, her marka biradan İskoç viskiye, ne ararsan var. Bunların dışındaki marketlerde bira dahil alkol bulunmuyor. Neyse zaten uykum geldi. 15 günü devirdik bu acayip ülkede. 21.Mart.2006, Salı, Rajhastan / Jaipur, 16. Gün Sabahın erken sayılabilecek saatleri. Kuş sesleriyle gözümü açıyorum. Bir an nerede olduğumu çıkaramıyorum, sonra anlıyorum. Havada kır çiçeklerinin kokusu. Renk renk çiçeklerle bezeli otelin yemyeşil avlusunda, ağaçlar arasına çekilmiş hamaklar rüzgarda hafif hafif sallanıyor. İnsanlara rağmen hala cıvıldıyor birkaç sabah güneşi sersemi kuş kardeş. Pek fena sarı ve pek fazla çilli bir kız, kısacık şortu, askılı tişörtüyle sere serpe uzanmış çimenlere sabah güneşine karşı. Bense ayağımı uzatıyorum karşı masadaki şu esmer yeşil gözlü afetin yüzüne doğru. Kimseyi görecek durumda değilim, evrenle, doğayla, kendimle hesaplaşmam var benim, gözlerimi kapatıyorum, yüreğimin içine kadar giriveren turuncu Hint güneşiyle halvet olup. İçim kıpır kıpır. Mutluluğun, insanın kendini iyi hissettiği az sayıda anlardan oluşan kısacık süreçler ve hemen kaçmaya mütemayil bir enayi his olduğunu öğreneli çok oldu. Kaçırmıyorum o yüzden aniden geliveren bu sevinci, hoş geldi sefa geldi : ) Ülkemden, bildiğim tanıdığım insanlardan, yüzlerden, kültürden, dilden binlerce kilometre uzakta, her şeyiyle bana yabancı bu garip ülkede, otelin yeşillikler içindeki avluya bakan terasında, o var edici, o yaratıcı, o yüceltici yaşam sevincimi içime çekiyorum doyasıya : ) Hımmmmmmssssssssssssssssssss : ) İyi ki varım ve iyi ki yaşıyorum anasını satayım! Güneşli güzel bir gün. Uzun süren kahvaltı keyfinin ardından sokaklara atıyoruz kendimizi. O kadar renkli sokaklar ki, yol üstündeki bütün dükkanlara girip çıkıyoruz. Amber kalesine çıkmadan bir dükkandan 10 tanesini 500 rupiye aldığım ipek üstüne el yapımı desenler burada 20 tanesi 300 rupi ! Amma kazıklanmışım yahu : ) Koşturmadan dükkanlara girip çıkıp “aaa bak şu 2 lira, bu 3 lira, ne kadar ucuz ” demek çok hoş. Paranızın gücünü görüp aslında ne kadar da pahalı bir ülkede yaşadığınızı anlıyorsunuz. Jaipur denince akla Amber Kalesi’nin dışında iki tane önemli yer geliyor, biri Hawa Mahal, diğeri de Jantar Mantar. Rüzgar sarayı anlamına gelen Hawa Mahal, Kral ailesindeki kadınların ve haremdekilerin şehrin ana caddesini gözleyebilmeleri için yapılmış. 5 katlı olan binadan bütün Jaipur görünürmüş. Mihrace Jai Singh’in 1728’de yapımına başladığı gözlemevi ise Jantar Mantar adını taşıyor. Astronom kişiliği savaşçı kişiliğiyle karışan Jai Singh’in yaptırdığı beş gözlemevinden en büyüğü ve en iyi korunmuş olanı Jaipur’daki Jantar Mantar. Jai Singh, bu gözlemevini yaptırmadan önce çeşitli uzmanları yabancı ülkelere göndererek oralardaki çalışmaları öğrenmelerini istemiş. Jantar Mantar, ilk bakışta ilginç biçimleriyle bir modern sanat akımı heykel sergisine benziyor, ama buradaki her yapının özel bir amacı varmış. Bu yapılarda uygun yöntemler kullanılarak yıldızların konumları, yükseklikleri ve eğimleri ile güneş tutulmalarının tarihi hesaplanabiliyormuş. Yani ben diyenlerin yalancısıyım : )Jantar Mantar’dan çıkıp Şehir Sarayına gidiyoruz. Burası gerçekten de bir saray ve bir bölümü ziyarete açık. Neden bir bölümü açık? Çünkü Mihrace hala o Sarayda oturuyormuş ! Saray güzel ve etkileyici ama saraydan çok kapıdaki Yılan Oynatıcıları ilgimi çekiyor. Sadece egzotik doğu filmlerinde gördüğüm, Binbir Gece masallarında okuduğum o raks eden yılanlar gepegerçek karşımda işte! 3 tane hayvan gibi kobra ( heh he sözcük oyunundaki güzelliğe bak ), yılancıların çaldığı kavalın ezgilerine uyup (nasıl oluyorsa) sallanarak sepetlerden dışarı çıkıyor. Ürküntü verici, gerçek dışı bir olay bu hakkaten.Yılan oynatıcılarından biri, yılanlara dokunabileceğimizi işaret ediyor, etrafta tonla insan var, kimse yanaşmıyor, benden başkası teşne değil dokunmaya, ben de bayılmıyorum ama “ulan insan hayatında kaç defa kobraya dokunabilir ki?“ fikriyatındayım. ‘Hadi sen dokunursun’ şeklindeki tezahüratla da iyice gaza geliyorum. Parmaklarım, yavaşça kobranın derisine değiyor. Buz gibi, duygusuz ve sert. Kıvrılıyor elimin altında. Tüm tedirginliğime rağmen okşuyorum sırtını yılanın. Sadece filmlerde gördüğüm şeyi, yılanları seviyorum : ) Onlara dokunmasam, biliyorum ki hayatımın sonuna kadar pişman olacağım. Yılanı sevmek, zor. Ama, zor olan güzeldir. Risk almayan, detaydaki güzelliklere de uzak kalır. Akşam dolaşmaktan bitap düşmüş halde otele dönüyoruz. Yemeği otelde yiyeceğiz. ‘Sizzler’ denilen ve ilk defa Goa’da yediğim muhteşem vejetaryen güveçten ısmarlıyorum. Selda, Saadet ve ben bira söylüyoruz ama damlası yok, otelin sahibi de bir Müslüman’mış! Yakındaki bir içki dükkanına gidip birkaç tane bira alıyoruz, daha yemeğim gelmeden birini götürüyorum. ‘Sizzler’im, uzunca bir süre sonra, ateşli meyve tabağı şeklinde üstünden dumanlar tüterek geliyor.‘Bu vejetaryen güveci İzmir’de yapsak ne güzel olur lan’ hayalleri kuruyoruz, yemek sonrası bahçedeki hamakta otururken. Sonra, Türkiye’de bir Hint restoranı, Hindistan’da bir Türk restoranı açma hayalleriyle derin ve eğlenceli bir sohbete dalıyoruz geç saatlere kadar. Telefonumun hafızasında kayıtlı Freddy Mercury’nin içimi yakan hüzünlü sesi, gecenin sessizliğinde olanca etkileyiciliğiyle “Show Must Go On” diye sesleniyor cennetten. Çok doğru, ne olursa olsun gösteri hep devam etmeli. Gece çöküyor olanca ağırlığıyla Jaipur’a. Yukarıdaki şu parlak yıldız bana mı gülümsüyor? 22.Mart.2006, Çarşamba, Rajhastan / Jaipur, 17. Gün Sabah yine kuş sesleri eşliğindeki kahvaltı sonrası otelden çıkışımızı yapıp önce bir rikşayla otobüs terminaline, oradan da bulduğumuz otobüsle Pushkar yakınlarındaki Ajmer’e doğru hareket ediyoruz. Pushkar’dan önce Ajmer’de kısa ama önemli bir Cami ziyaretimiz olacak. 2 saatlik bir yolculuktan sonra Ajmer’e varıyoruz. Burada, Anadolu’da da çokça rastlanılan biçimde “Gül Baba” adlı önemli bir Müslüman’ın Türbesi ve dergâhı bulunuyor. Ajmer küçük ve pis bir kasaba. Hava da oldukça sıcak. Dergah ara sokaklarda, kalabalık bir çarşının sonunda. Bölgede ağırlıklı bir Müslüman yerleşim göze çarpıyor, Arapça harfler, takkeli gençler, peçeli kadınlar… Yol üzerinde sık rastlanan ve buzdolabı nedir bilmeyen kasaplar, ürünlerini açıkta sergiliyor. Her tür kol, bacak ya da sakatat, üstüne konan binlerce kara sinekle alıcısını bekliyor. Bunu gördükten sonra Hindistan’da et yemenin hiç de akıllıca bir iş olmadığı aççık seççik ortaya çıkıyor : ) Zaten vejetaryenlik daha sağlıklı bir beslenme biçimi caaanım : ) Dergah kapısında Hindistan’daki diğer bütün tapınaklarda olduğu gibi ayakkabılar çıkıyor. Herkes içeri giriyor, beni almıyorlar. Şortum problem. Ee, ne olacak şimdi ? Bir Müslüman kardeş içerden bir yerden bir etek/peştamal bulup yetiştiriyor, tabi 100 rupilik ücreti mukabilinde. Eteğimle içeri giriyorum. Ohh ne güzel bir şey şu etek, püfür püfür, şu kızlar ne şanslı birader !Yer gök insan dolu. Gül satan dükkanlar hemen her yerde. İnananlar buralardan satın aldıkları tepsi tepsi güllerle hınca hınç dolu türbenin içine girmeye çalışıyorlar. Ağlayanlar, dua edenler, kendinden geçip sallananlar… Dergahta görevli takkeli gençlerden biri mihmandarlığımızı üstleniyor, bize dergahı gezdiriyor. Müslüman olduğumuz için bizi Türbenin içine alacaklar ama ısrarla içerde fotoğrafın yasak olduğunu hatırlatıyorlar. Ayrıca ceplerimize de dikkat etmeliymişiz. Dergahta hırsız çokmuş : )Daracık türbenin içinde yüzlerce insan. Gül yığınlarıyla dolu tepsileri dualar eşliğinde türbede yatan zatın sandukasının üstüne döküyor, tepsideki gülleri örten ayeti kerime yazılı örtüyü başlarının üzerine -nedense- çadır yapıp yine dualar eşliğinde dışarı çıkıyorlar. Hinduizm, Guru Nanak Dev Ji’nin Sih dini, Budizm, Müslümanlık… Hepsinde çiçek sunma ritüeli aynı. Para toplama yöntemi de öyle. Görevliler hemen bir defter getirip, miktarı da belirterek para bağışı yapmamızı istiyorlar. Bağışsa ne kadar vereceğimi bana bıraksanıza yahu ? Yok, üstümüze başımıza bakıp onlar karar veriyorlar. Dışarı zor atıyoruz kendimizi, biz çulsuz turistleriz, aziz ve muhterem din kardeşlerim : ) Hem Gül Baba’nın pek ihtiyacı yokmuş gibi görünüyor : ) Türbenin taşlarına başlarını koyup ağlayanlar, Kudüs’teki Musevilerin ağlama duvarını andırıyor. Birkaç derviş, ellerini insanların başlarına dokundurup ceplerinden çıkardıkları bir şeyi yemeleri için veriyor. Ne veriyor acaba? Meraklıyım ya, insanın başına da ne gelirse ya meraktan ya taraktan gelirmiş ya, yerimde duramıyorum, yanaşıyorum bir dervişe, kararlıyım, illa ki dokundurtacağım kendime : ) İri yarı, kara sakallı, üstü başı pislikten kararmış derviş, eliyle benim de başıma dokunduktan sonra cebinden çıkardığı beyaz pirinç patlağına benzer yiyeceği avucuma bırakıyor. Ağzıma atmamla, çıkarmam bir oluyor, ağır kokulu, yağlı ağızda dağılan iğrenç bir şey. Çaktırmadan yere atıyorum. Müslümanlık ülkeden ülkeye ne kadar da çok değişiyor ve ne kadar değişik ritüellerle bezeniyor.Gün hızlıca dönüyor, saat 3 oldu bile. Biz hala sabah kahvaltısıyla duruyoruz. Ajmer’den yarım saatlik mesafedeki Pushkar’a gidip döneceğiz ve Delhi trenine bineceğiz. Zaman az. Bir taksiyle 300 rupiye (7 $) Pushkar’a ulaşıyoruz. Yol boyu dizilmiş maymun toplulukları, alışkanlık ve sıkkınlıkla gelen geçenleri seyrediyor. Pushkar, bir göl etrafında kurulmuş çok güzel bir kasaba. Hem bu nedenle, hem de buradaki eski Hindu Tapınağından dolayı oldukça turistik. Sokaklar yabancı turistlerle dolu. Sıra sıra dükkanlar, binlerce eski-yeni elişi Hint mallarına müşteri arıyor. Bir gümüşçüden koluma 320 rupiye (7-8 $) gümüş bir bileklik alıyorum. Kızların dediğine göre Türkiye’ye göre gümüş burada acayip ucuzmuş, ama işçiliği beğenmediler. Olsun zaten ben incelikten anlamam, kaba saba bir adamım : ) Sokaklarda avare avare dolaşıp (bu arada sözcükteki metafora dikkatinizi çekerim, bir yandan da ünlü bir Hint filmi olan ‘Avare’yi çağrıştırıyorum heh he) yemek için bir yere oturuyoruz. Manzara gerçekten eşsiz : karşıda çöplük, hemen yanı açık hava helası : ) Ben önce diğerleri gibi ‘Oha lan, bu kadar da olmaz, hayatta yemem ben burda’ diyorum, ama sonra ‘aman yaa, biz Türk’üz kardaş, bize bir şeycikler olmaz’ şeklinde özetlenebilecek bir bilimsel olgunlukla bir şeyler atıştırıyorum : ) Pushkar’dan bindiğimiz otobüs yine uluslar arası yolcularıyla, çömkürerek kalkıyor. Her milletten insan var, İtalyanlar, İspanyollar, Japonlarla dolu arabamız. Ajmer’de yolun sonuna doğru, önümüzdeki eğlenceli ve gürültücü gruba nereli olduklarını soruyoruz, aralarından yemyeşil gözleri, fidan gibi boyuyla bir afet-i devran İsrailli olduklarını söylüyor. Bizim Türk olduğumuzu öğrenince de, afet kardeş sevinçle kendi annesinin İstanbullu olduğunu söyleyip Türkçe ‘güle güle’ diyor. Ben de bildiğim tek İbranice kelime olan ‘Şalom’la uğurluyorum onları. Gülümseyerek vedalaşıyoruz bu kısa yol arkadaşlarımızla. Ajmer treni, Delhi’ye, ülkenin başkentine götürecek bizi. Saadet’in gruptan ayrılma zamanı geldi, zamanı az olduğu için o Delhi’den Türkiye’ye dönecek, biz ise Zafer’le devam edeceğiz. Garip duygular içindeyim. Bir taraftan evimi, çocukları çok özledim, bir taraftan hiç dönmek istemiyorum. Acayip bir şey. Zaten ben kendimi ne zaman anladım ki?<br /><br />-DEVAM EDECEK-irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-10588843747939756032009-11-13T08:37:00.001-08:002009-11-13T08:37:45.538-08:00Bir Düş Ülkesi Hindistan - 415.Mart, Çarşamba, Varanasi, 10.gün<br /><br />Yağmurlu bir havada ve 2 saat rötarlı olarak giriyoruz Varanasi tren istasyonuna. Tanrı Şiva’nın kenti Varanasi, Hindistan’ın en eski ve en kutsal kenti aynı zamanda. Bu nedenle Hindu hacılar günahlarından arınmak için ülkenin her yerinden buraya geliyor. Hintlilerin Ganga dedikleri Ganj nehrinin hemen kenarında anıtsal binalar bulunuyor ve Ghat’larıyla ünlü. Varanasi’nin en çok ilgi çeken yerleri, Hinduların kutsal banyolarını aldıkları işte bu Ghatlar. Bunlar aslında Ganj nehrinin yılın her döneminde yükselip alçalması olayına karşı nehre doğru inen basamaklar. Varanaside toplam yüze yakın Ghat yan yana sıralanmış durumda. Merkezi Ghatlarda her sabah ve her akşam binlerce kişinin katılımıyla ‘Aarti’ denilen Ganj’ı kutsama törenleri yapılıyor. Varanasi, dünyanın en hüzünlü turistlerine ev sahipliği yapıyor aynı zamanda: Hindistan’ın her yerinden hasta, yaşlı, kendini ölüme yakın hisseden insanlar ölmek ve yakılarak Ganj’a karışmak üzere buraya geliyor. Hindistan’ın başka yerlerinde ölen kişiler de -eğer imkanları varsa- buraya getirilip, burada törenle yakılıyor ve külleri Ganj nehrine atılıyor. Böylece ruhlarının kurtuluşa ereceğine inanıyorlar. Bir Hindu için Varanasi’de ölmek, ruhun tekrar tekrar dünyaya gelmesinden kurtulmasını sağlayan moksha’ya ulaşmasını sağlıyor. Hava puslu. Yağmur ve is kokusu şehre bir kader gibi çökmüş. Sokaklarda, Ghatlar’da, dua ederek ölümünü bekleyen insanları görmek çok etkileyici. Ancak bugün diğer günlerden daha farklı olarak hüzne sevinç karışmış, çünkü bugün Holly bayramının son günü. Yani çılgın eğlence ve boya günü! İstasyondan bindiğimiz bisikletli rikşalar bizi en büyük Ghat olan ‘Dasaswamedh Ghat’a götürecek. Ama bunun iyi bir fikir olmadığını çok çabuk anlıyoruz. İstasyondan başlayan rikşa yolculuğumuz kısa sürede hüsrana dönüşüyor : Yol boyu gözleri hariç, yüzleri dahil olmak üzere bütün bedenlerini bin bir renge boyamış insanlar, perişan üst başlarına bir de bolca boya yemiş; yemeye de devam ediyorlar. Çünkü bayramın özelliği kendini boyamaktan başka herkesin birbirine boyalar atması üzerine kurulu. Genç-yaşlı, zengin-fakir herkes birbirine yaramaz ve haylaz çocuklar gibi boya fırlatıyor. Boyayla bitmiyor, hemen herkes ayakta duramayacak kadar sarhoş, içki ortalıkta görünmediğine göre uyuşturucu otlardan olmalı. Pek içki kullanmayan bir toplum Hindular, onun yerine esrar ve marihuana yoğun olarak tüketiliyor. Belki sarhoşluğun belki de bayram sevincini paylaşma isteğinin (!) etkisiyle yol boyunca bizi de boya yağmuruna tutuyorlar. Her yer saldırgan, sarhoş, deli gibi dans eden Hintlilerle dolu. İlkel toplumlarda, kötü ruhları kovmak için yılın belirli zamanlarında yüzlerini boyayan kabile insanları, o gün her türlü çılgınlığı da yaparlarmış. Sanırım bu bayramın da bu tür bir geçmişi var. Hindistan’a geldiğimizden beri ilk kez gerçekten korkuyorum. Sadece ben değil hepimiz acayip tırsıyoruz, hiçbir şey olmasa bile küçük torbalar içinde attıkları boyalar, yüzümüze, bacaklarımıza geldiğinde oldukça can yakıyor. Yüzlerimiz, boya yemekten kıpkırmızı. Kısa süre içinde kulak içlerimize kadar rengârenk oluyoruz. Bildiğim tüm küfürleri sıralıyorum yol boyu. Bayramsa sizin bayramınız, bizi niye bombalıyorsunuz adiler! Genişçe bir caddede polis yolu kesmiş, bizi de durduruyor. Yol, yüzleri türlü renklere -hatta gümüş renkli soba boyasına dahi- boyalı çılgınca dans eden sarhoş gençlerle dolu. Geçemeyeceğimizi, yolun tehlikeli olduğunu ve bir yerde oturup saatin 12 olmasını beklememizi öğütlüyor. Bu tantana öğlen 12’de bitecekmiş. Eh bu da bir şey. Rikşalardan inip bir sokak arasına sığınıyoruz. Yoldan geçen bir Hindu rahip, yüzlerimizden artık ne okunuyorsa işini gücünü bırakıp bizi koruması altına alıyor. Gelen sarhoşları ve boya atmak isteyenleri engelliyor. Neyse ki Rahipten çekinip yaklaşmıyorlar. Saatte neredeyse 12 oldu zaten. Bir çeyrek saat daha dev ateşlerin yakıldığı, çılgınca danslar edilerek boyaların atıldığı bu dev curcunayı izliyoruz. Sanırım Holly bayramı, insanların sonuna kadar kendinden geçtiği, enerjisini ve saldırganlığı boşalttığı bir gün olarak görülüyor.Saatin 12.15 olmasıyla birden bir hareketlenme oluyor, etrafta şimdiye dek sessizce bekleşen Hint polisi, ellerindeki uzun tahta sopalarla bu sarhoş güruhun arasına dalıp ‘Allah yarattı, o da bizim gibi insan evladı yahu’ demeden vurmaya, kalabalığı dağıtmaya başlıyor. Yüzleri gözleri, saçları başları, vücudunun her santimetrekaresi gökkuşağının bin bir rengiyle boyanmış elemanlar düşe yuvarlana uzaklaşıyor. Onlar için değil kuşkusuz ama bizim için oldukça eğlenceli sahneler: )Tehlike geçti. Bol renkli, müzikli, danslı ve yüksek uçuşlu Holly, artık bitti. Yavaş yavaş dükkanlar açılıyor. Dükkan dediysem tahta perdelerle birbirinden ayrılan, yan yana sıralanmış, sokağa bakan tarafı ilanihaye açık, ne yaptığı belirsiz birtakım insanların doldurduğu bina altları anlaşılmalı. Neyse, hemen yanımızdaki dükkanda oturup birer Lassi içiyoruz. Lassi bir tür ayran. Bir tür diyorum çünkü Lassi, şekerle karıştırılmış ayran : ) Alıştığın görüntü, farklı tat! Hindistan’ın garipliklerinden biri daha. Sanırım manda sütünden yapılıyor. Aslında kendisi de sarhoş olan Hindu Rahip’e teşekkür edip Ghatlara doğru yürüyoruz. Bir sandal kiralayıp Ganj’a açılıyoruz. İşte binlerce yıldır, milyarlarca insanın taptığı, insanlığın ve bereketin içinden doğduğuna inanılan Ganj’dayım ! Ortalık hayli sakin, Holly nedeniyle ortalıkta hiç turist yok. Alemin akıllısı biziz ya : ) Ghatlarda yıkanan kimi Hindular, içinde kadınların da olduğu bir sandal turisti görünce kafalarının dumanlı olmasının etkisiyle, üstlerindeki bir gıdımlık bez parçasını da fora edip, yabani kahkahalarla Adem Baba kıyafetine geçiyorlar. Geçmekle kalmıyor, tövbe estağfurullah ismi lazım değil bir şeylerini sallayarak kendilerince eğleniyor. Adi sapıklar : ) Bizim ekipteki kızlarsa biraz utangaç kıkırdıyor ama yine de bakmaktan kendilerini alamıyorlar : ) Nehir kıyısı kalabalık… Bulanık bir çamur akıyor nehirde. Nasıl olmasın ki, Ganj kenarı yol boyu yıkananlar, yüzenlerle dolu. 5-6 kadın, göğüslerini usulen örterek Ganj’da yıkanıyor. Fotoğraflarını çektiğimi görünce şen kahkahalarla giyiniyorlar. Bir yanda mandalarını, diğer yanda çamaşırlarını yıkayanlar… dişlerini fırçalayanlar… üst başlarını temizleyenler… Şaşkınlık verici mi? Asıl şaşırtıcı olanı diğer Ghat’a yaklaşırken yaşıyoruz. Çünkü dumanların yükseldiği bu yer, bir ‘Burning Ghat’. Yani ölü yakılma bölgesi. Sandaldan inip bu törenleri izlemeye geçiyoruz. Arka arkaya yanan 4-5 ceset var. Bir tanesinin hazırlıkları hemen önümüzde yapılıyor. Dev kütükler birbirlerine çapraz olarak ve arada açıklık kalacak şekilde yerleştirilmiş. Sonra üstlerine, yanlarına çeşitli büyüklükte odunlar, kuru dallar ve otlar konuyor. Kırmızı-sarı ipekten ince bir örtüye sarılı ceset, sedyeye benzer 2 uzun sırığın üstünde getirilip kalasların üstüne bırakılıyor ve üstüne bol miktarda sandal tozu serpiliyor. Bu toz kokuyu engelliyormuş. Gerçekten de hiç koku almıyoruz. Rüzgarın uçurduğu örtü bir an için açılıyor ve ölenin genç bir kız olduğunu görüyoruz. Zavallı. Ağzımızı bıçak açmıyor. Şaşkınlıktan dona kalmış, sessiz, kırılganım. Dokunsalar ağlayacağım. Az ilerdeki ateş ise nerdeyse köz halini almış. Odunların yanışı azaldıkça bu işle görevli kasttan kişiler, korları karıştırarak alevin büyümesi sağlıyorlar; bedenden geriye yanmamış hiç bir parça kalmaması için bu gerekliymiş. Ölü yakıcıların verdiği bilgiye göre kadınların bel ve kalça bölgelerindeki kemikler ile erkeklerin göğüs bölgesindeki kemikler en zor yanan bölgelermiş ve çoğu durumda odunlar yanıp bittikten sonra geriye kalan bu tür parçalar Ganj nehrine atılırmış. Diyenlerin yalancısıyım. İlgili kasttan bir görevli elindeki çubukla, köz haline gelmiş ateşi, işini daha iyi yapması için karıştırıyor. Külden başka, o koca kütüklerden ve ölüden iz yok. Sadece koca bir kül… Ateş zayıflar gibi olduğunda kütüklerin arasına bir toz serperek ateşi canlandırıyorlar. Bir detay da şu: hamile kadınlar yakılmaz, onları bir ağırlıkla Ganj’ın dibine gönderirlermiş. Nedense ? Onun yanında yakılan orta yaşlı erkek, onun yanındaki ise küçücük bir çocuk. Çocukla genç kadını hemen hemen aynı anda tutuşturuyorlar. Biz almıyoruz belki ama yanan etin kokusuna keçiler, köpekler, domuzlar geliyor, ateşin yanmasını kontrol eden ve sönmesine izin vermeyen görevli, elindeki sırıkla bir yandan bu hayvanları kovalarken bir taraftan da fütursuzca etrafa tükürüp duruyor. Zaten tükürmek Hindistan’da ulusal bir spor. Ölünün ateşini tutuşturma işi, cenazenin en büyük oğluna, eğer o yoksa bir yakınına ait. Bir kural olarak saçlarını kazıtarak beyazlar giyinen bu kişi, ölenin etrafında 3 kez (ben 2 saydım) dolaşıp kutsal tapınaktan aldığı ateşle otları alt taraftan tutuşturuyor. Daha sonrasında ise kenara çekilip sonuna kadar yanma törenini izliyor. Kadınların cenazeye yaklaşması iyi görülmüyor. Bu nedenle sadece uzaktan izleyebiliyorlar. Bir insanın yanışını izlemek dehşet verici. İnsana, hayatın anlamını ve hiçliği düşündürüyor. Her şey anlamsızlaşıyor birdenbire. Anlatması çok zor. Çıplak etin yanarken çıkardığı ses, yağların ateşin üstüne damlaması, yanan et…Tutuşan eller, saçlar… Çok etkileyici. İnsan kendisini çok yalnız, çok ufak, çok çaresiz hissediyor. Uzunca bir süre kalıyoruz orda. Herkes sus pus. Herkes dehşet içinde bu gerçek üstü töreni izliyor. Yerlilerin bunu ne kadar doğal gördüklerini anlamak, onlar için bunun hayatın ne kadar içinde, ne kadar olağan bir iş olduğunu görmek de büyük şaşkınlık veriyor insana. Şaşırtıcı. Çarpıcı. Bu töreni fotoğraflamak çok ayıp ve günah olarak görülüyor, bu nedenle de yasak. Ama Holly bayramı nedeniyle başta turistler olmak üzere ortalıkta pek kimse yok, galiba olanlar da etrafı fark edemeyecek kadar sarhoş. Bu töreni kaçırmak istemiyorum. Her türlü riski göze alarak fotoğraf makineme tahmini bir kadraj yaparak gizlice bu törenleri fotoğraflamaya başlıyorum. (Sonradan baktığımda doğal olarak birçoğunun kullanılamaz olduğunu ama bir kısmının dehşet verici netlikte olduğunu gördüm. ) Zafer kaş göz işaretiyle yapma diyor, onunla papaz olma pahasına devam ediyorum, çok üstelemiyor. 4-5 adet çekiyorum çekmiyorum, her nerden çıktıysa ufacık esmer mi esmer bir Hintli kız çocuğu gelip tam önümde dikiliyor. Yaklaşık 5-6 yaşlarında, kısacık simsiyah saçları, kömür karası gözleri var. Durmadan, hem de ağız dolusu, 32 dişiyle birden gülüyor. Çok sevimlisin küçük kız, ama çekil önümden, şurada gizli saklı bir iş yapıyoruz. Kalkıp başka yere geçiyorum, sırıtarak peşimden geliyor gene haspa : ) Gülüyorum olmuyor, kızıyorum olmuyor, oyun oynuyor benle, sağa yanaşsam sağa yanaşıyor, sola gitsem hop o da sola. Ne yapsam çekilmiyor önümden bir türlü. O kadar tatlı bir şeysin ki, başka zaman olsa ben seni cimciklerim, öperim, yerim kızzz, ama şimdi bırak da şunu çekeyim. Yok, Allahın belası, gitmiyor : ) Öyle garip ki, arkada bir insan yakılırken, önde bir çocuk gülüyor. Ve bu öyle çarpıcı ki, bütün her şeyi göze alıp makinemi gözüme dayıyor ve bu şaşkınlık verici kareyi fotoğraflayıveriyorum. Tutucu bir insan olduğum hiç söylenemez, yeniliklere, farklılıklara genellikle açık olmuşumdur ama serseme döndüm kardeş ben bu ülkede! Bu kadar çarpıcı bu kadar farklı inançlar, gelenekler, yaşayışlar nasıl bir araya gelebiliyor? Şu el kadar fırlama bebe bile beni şaşırtmayı başarıyor. Hayat bu evet, acıyla sevinç, yaşamla ölüm yan yana, iç içe. Hastanelerin bir kapısından yeni doğan bebeklerin ‘hayata merhaba’ ağlaması duyulurken diğer kapısından anasını babasını çocuğunu yavuklusunu yitirmiş insanların acı dolu ‘hayata elveda’ ağlayışları gelmez mi? İkisine de verilen tepki aynıdır insan bedeninde. Çığlık, çığlığa karışır, gözyaşı gözyaşına. Acı ile sevinç aynı damardan beslenir sanki. Aslında belki de bildiğimiz gerçeklerin bu kadar doğal, bu kadar aracısız ve bu kadar yalın çarpmasıdır bizi şaşırtan bu ülkede. Yaklaşık 3 saat kadar süren yakma işleminden sonra geriye yarım kova kadar kül kalıyor, bu kül de görevlilerce süpürülerek Ganj nehrine atılıyor. Böylece bir ruh daha bedeninden bağını kopartmak ve ruhlar aleminde bağımsız kalmak şansına erişmiş oluyor.Nice sonra ve itiraf etmeliyim oldukça zor bir şekilde ayrılıyoruz oradan. Hep derdim kendime, insan ancak bir su damlasıdır şu evrende, yolunu bulup akıp gitmeli o derede, yoksa bir hayal gibi buharlaşıp yok olursun. Bir büyük boşluk var gelip de içime oturan, adlandıramıyorum. Merdivenleri tırmanıyoruz. Ghatlardaki ölü yakılma törenlerine bakan merdivenler üzerinde, bir insanın eğilerek zorlukla sığabileceği tek tarafı açık dua yerleri bulunuyor. Bir tür inziva odaları olmalı. Bunlardan birinde bir kadın kendinden geçmiş, olduğu yerde sallanarak dua ediyor. Üstü başı perişan. Pis bir şalın örttüğü yüzü görünmüyor. Bir çocuk, kadının o halini fotoğrafladığımı görünce, tüm fırlamalığıyla kadına sokuluyor ve üstündeki şalı indirip kaçıyor. İşte o anda fotoğraf makinem elimden kayıyor. Şaşkınlık içinde bakakalıyorum. Yüzünü ve saçlarını gizleyen örtü indirildiğinde ortaya sarışın, hafif çilli, deniz mavisi gözleriyle çok hoş bir batılı kız çıkıveriyor! Öylesine genç ve güzel ki… Ancak gözlerinde anlaşılmaz bir korku, endişe ve kaybolmuşluk var. Anlaşılan ruhsal bir travma sonucu çıldırmış ve burada, Varanasi’de kaybolup gitmiş. Kim bilir ne zamandır bu 1 metrekarelik yerde Şiva’nın Lingam’ı önünde dua ederek yaşayıp gidiyor. Hindistan’da, Tanrı Şiva’nın erkeklik organı olan Lingam’a tapınmak oldukça yaygın ve son derece olağan karşılanıyor, birçok yerde Lingam’ı sembolize eden Tapınak bulunuyor. Belki günlerdir bir şey yememiş olan bu kızcağız da sadece önündeki sembolize Lingam’la yaşıyor. Çoluk çocuğun maskarası olmuş. Yitip gitmişlik mi, yoksa benliği ve evreni keşfetmişlik mi? Kaybolmuş mu, keşfetmiş mi? Sanırım yok olmanın, kaybolmanın bir türü bu. Bedenin sefaletine ve zavallılığına karşın ruhun dinginliğe ermesi bu yolla belki mümkün ama bana anlamlı gelmiyor, bir şey anlatmıyor. Böyle çok batılı göze çarpıyor. Batıdaki doyumsuzluk, insani ilişkilerin zayıflığı, maddi dünyaya verilen aşırı önem, böylesi gençleri farklı arayışlarla buralara atıyor. Doyumsuzluk, inançsızlık, arayış… Aylarca, yıllarca aç biilaç buralarda kalan batılılara rastlamak çok olağan. İçim eziliyor şu kızı görünce. Saçları pislikten kütük gibi olmuş, haftalardır yıkanmamış olmalı. Ne kayıp, ne acı… Pek de genç, pek de güzel oysaki… Eğer aranızdan birinin yolu Varanasi’ye düşerse, mutlaka Dasaswamedh Ghat’taki o dua odasında yaşayıp giden bu kadını bulsun isterim. Tabi hala yaşıyorsa… Akşam yapılacak olan ‘aarti’ (Ganj’ı kutsama) törenlerini beklerken Varanasi’yi keşfe çıkıyoruz. Varanasi’nin dar sokaklarındayız. Bazı yerleri o kadar dar ki, 2 kişi yan yana geçerken zorlanıyor, ancak bu önemsiz, çünkü buradan motorlar, inekler, çocuklar, turistler geçiyor. Nasıl olabiliyor ben de anlamadım ama oluyor işte. Yerlerdeki hayvan dışkılarına basmamanın hayli maharet istediği bu daracık sokaklardaki dükkanlara girip çıkıyor ekipteki kızlar. Çılgın gibiler. Elbiseler, ipekliler, sariler havalarda uçuşuyor, deli gibi alış veriş ediliyor, Türkler her yerde aynı : ) Töreni konuşuyoruz çay içerken, etkilenmeyen bir kişi bile yok. Zaten öyle olsa insanlığından şüphe etmek gerek. Hayat ne garip, kültürler ne kadar farklı. İçim acıyla, üzüntüyle, acımayla ve ne gariptir sanki aynı zamanda huzurla dolu. Tüm korkunçluğuna karşın sanki yine de (ve niye ki?) rahatlattı beni bu korkunç tören. Anlam veremiyorum bazen duygularıma. Henüz bilemediğim bir aydınlanma, ruhsal bir olgunluk mu yaşıyorum? Kim bilir belki. Atman’ı mı buldum yoksa Necdet Usta? Belki de sadece şu Lingam’la kafayı bozmuş batılı turist kız gibi ben de yavaş yavaş kırıyorum kim bilir : ) Biraz erken gittiğimiz için tören alanına hâkim bir yerdeyiz. Aralarında dünyanın her yerinden turistlerin de olduğu yüzlerce kişi, ilahiler eşliğinde Ganj suyu eşliğinde yapılan bu etkileyici töreni izliyor. Bir yandan mistik Hindu ilahileri çalınıp söylenirken bir yandan da ateşler yakılıp çanlar çalınıyor. Gerçekten çok etkileyici. Törene geç kalan ve yer bulmakta zorlanan 2 turist genç kız için sıkışıyor ve yer veriyoruz. Barselona’da arkeoloji okuyan 20’li yaşlardaki bu iki İspanyol kız, Türk olduğumuzu öğrenince yurt dışında pek rastlanmayan ölçüde sıcak davranıyorlar. Eh biz de geleneksel Türk konukseverliğimizi göstermeyelim mi yani? : ) Sırf dayanışma yahu, bunda kızların gayet hoş ve alımlı olmalarının hiç ilgisi yok : )))Uzun süren tören sonrası trene yetişmek için yine bisikletli rikşalara biniyoruz. Yolda kalabalıktan birbirimizi kaybediyoruz. Kirli sakallı Rikşacım, gittikçe daha sessiz ve sakin sokaklara doğru pedal çeviriyor. Havanın karanlığı, rikşacımın karanlık yüzüyle birleşiyor. Huylanmaya başlıyorum. Ulan amca, istasyona gidiyoruz değil mi? İngilizcesi yok ama onaylıyor beni, bilmem anladığından, bilmem beni yiyor. “Sentır sıteyşııın?? Treyyynnn? Çuf çufff? ” benzeri komplike kelimelerle muhtemelen hiç okul kapısından içeri adım atmamış rikşacımın beynine ulaşmaya çabalıyorum. Durma başını sallıyor. Şimdi bu katil suratlı Hintli, cebimizdeki üç kuruş için götürüp de bizi terk-i dünya etmesin? Ölüm kenti Varanasi, çekmesin bizi içine? Ganj’a karışmayalım durup dururken? Tırsıyorum iyice… İkide bir dürtüyorum, gelmedik mi amca ? Anlamıyor ki, durma başını sağlıyor. Sanki yol gelirken daha mı kısaydı ne? Gitgide sakinleşiyor etraf. Eşhedüennaa… Bir taraftan bildiğim duaları sıralıyor, bir taraftan da kendime küfrediyorum bu kadar tedbirsiz olduğum için. Öyle ya, yok ama üstümüzden çıkma ihtimali olan para bu insanlar için ömür boyu bir arada görme ihtimali olmayan bir para. Şeytana uyarsa her şeyi yapabilir bir insan.Dualar da bitti, hala gidiyoruz. Artık bıraktım kendimi, hadi hakkımızda hayırlısı, ne olacaksa olsun be! Bu düşünce biraz rahatlatıyor beni. Tevekkül sıradan insanlar için diye düşünürdüm hep, ama psikolojik etkisi yadsınamazmış bak : ) Bana saatler gibi gelen bir zaman sonra, bir ara sokaktan döner dönmez nihayet Merkez İstasyon binasının ışıkları görünüyor. Derin bir oh çekiyorum. O kadar da kötü birine benzemiyor aslında bu adam yahu. Hatta hayli sevimli olduğuna bile kanaat getirdiğim amcaya ne kadar bahşiş vereceğimi tasarlıyorum. Günde birkaç dolara çalışan sevimli rikşacıma yüklüce bir bahşiş veriyorum. Sevincinden ne yapacağını bilemiyor. Güle güle harca canım amcam, lafı bile olmaz, helali hoş olsun : ) Varanasi, Hindistan’ın şimdiye kadar gördüğüm en eski, en yoksul, en pis, en korkutucu şehri oldu benim için. Hele ki akşam şu son yaşadığım tuz biber oldu üstüne. Trenimiz her zamanki gibi rahat ve huzurlu bir liman olur sanmıştım. Hele ki bu yorgunluk üstüne. Yanılmışım. Sabaha kadar yanan insan bedenleriyle uğraşıyorum rüyamda.<br /><br />16.Mart, Perşembe, Rishikesh, 11.gün<br /><br />Yolumuz Ganj’ın doğduğu topraklarda kurulu kuzey Hindistan’daki Rishikesh ve Haritwar şehirleri. Varanasi’den Haritwar’a doğrudan ulaşacak tren saati bize uymadığı için sabah, şehrin 50 km. kadar dışında, Nizamabad diye bir yerde iniyoruz trenden. Haritwar’a cip kiralayıp gitmeyi planlıyoruz ancak bir Sih, karayolunun çok güzel olduğunu otobüsle kolaylıkla ulaşabileceğimizi söyleyince fikir değiştirip otobüse biniyoruz. Arka dörtlü koltuğa paslı demir çubukların yüklendiği bir yaşlı otobüsle yola çıkıyoruz. Homurdanarak yola koyuluyor emektar araç. Yolcu otobüsü, yük kamyoneti gibi aşağılayıcı ayrımcılıklar yok burada; hayvanlar, insanlar ve her türlü eşya aynı araçta üst üste, rahatlıkla seyahat edebiliyor : ) Rahat bir yolculuk. Hava harika. Yol boyu, rengarenk bayraklarla süslenmiş bir ‘şeyi’ taşıyan adamlar görüyoruz. ‘Şey’ şöyle bir şey: Bir kalın sopa, taşıyıcı adamın omzunun üstünden geçmiş. Kollar bu kalın sopayı tutuyor. Bu sopanın her iki yanında ona bağlı su dolu birer kova ve kovanın içinde de su var. Genelde turuncu ağırlıklı ama her renk bayrakla süslü bu gölgelikli şey, bir tür ‘sutaşımatik’ aleti : ) Hani bizde eskiden yoğurt satıcıları vardı, yürüme marifetiyle sokak sokak dolaşıp yanlarında taşıdıkları iki tepsiden yoğurt satarlardı, taşıma sistemleri işte ona benziyor. Meğer bunlar, Ganj’ın kutsal suyunu doldurup köylerine, evlerine, yaşadıkları şehirlere taşıyan Hindu hacılarmış. Ganj’a uzak diyarlardan hatta Delhi’den gelenler bile oluyormuş. Malum, Ganj’ın suyu kutsal, içmek ziyadesiyle önemli, zemzem suyuna benzer bir ilgi var. Eh Haritwar hem kutsal bir şehir hem de kaynağına yakın olduğundan nispeten temiz. Kilometreler boyu bu insanlara rastlıyoruz. 1940’lardan kalma ve saatte maksimum 30 km. hız yapan; ancak bir jet uçağı kadar ses çıkaran otobüsümüz bir iki aksırıp tıksırıp dağ başında bir yerde kalıyor. Sanırım ölüyor : ) Otobüs boşalıyor, bütün yolcular tıpkı bizdeki gibi şoförün başına toplanıp motorun memesinin tıkandığı ya da karbüratörün su kaynattığını ileri sürüyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hintçe sevimli ve ahenkli, boş bir tencereye çarpan tahta kaşığın verdiği sese benzeyen bir dil. Şoför de motora bakacağına ona buna laf yetiştiriyor. Onları dışardan izlemek komik ve eğlenceli. Bir kadın oğlunu çişe tutuyor, bir adam hemen kadının önünde –ama allahı var, arkasını dönüp- şırr şırrr aynı işi görüyor. Film millet bunlar : ) Fırsattan istifade, ‘Ganj zemzemcileri’nin bol bol fotoğrafını çekiyorum. Hacılar istekli, sevecenlikle poz veriyor. Nasıl olup da hala çalışabilir olduğuna şaştığım otobüsümüz nice bir zaman sonra yine öksürerek ağır ağır hareket ediyor. Zaten aceleye ne gerek var a canım :) Uttar Pradesh Eyaletinin (isimdeki asalete bak!) güzel iklimi, temiz ve geniş sokaklarıyla etkileyici şehirlerinden olan Haritwar’da hiç oyalanmadan Rishikesh’e devam ediyoruz. Haritwar - Rishikesh arası oldukça yakın: 25 km. Bir motorlu rikşacıyla anlaşarak yola koyuluyoruz. Rishikesh, Kuzey batı Hindistan’da Himalayaların eteklerinde, Ganj nehrinin ortasından geçtiği, havasıyla, sakinliğiyle, güzelliğiyle etkileyici küçük bir yerleşim. Kent, ünlü Beatles grubunun buraya gelmesiyle dünya çapında moda olmuş bir Yoga merkezi. Yapılış tarihi bilinmeyen eski tapınaklarla dolu ve nispeten temiz bir yer. Belediye iyi çalışıyor olmalı. Ortalıkta dolanan inek sayısı da az, topluyorlar mı ne? Rishikesh de, Haritwar da, şimdiye dek Hindistan’da gördüğüm en temiz ve en sakin kentler. Ganj nehri de, kaynağına en yakın şehir olduğu için Varanasi’yle karşılaştırılamayacak kadar berrak ve coşkun. Şehir, nehrin iki yanına dağılmış. Yaya yolu büyüklüğündeki bir asma köprüyle nehrin iki yakası birbirine bağlanmış. Ancak sanmayın ki bu yaya yolundan sadece insanlar geçiyor: ) Bir kere öncelik dat-dut sesleriyle her an üstünüze çıkmaya meyilli motosikletlerde. Sonra möö’leyerek ve insanları tınmayarak geçen inekler alıyor üstünlüğü. Arkasından köprüyü tutan halatlara asılı duran maymunlar geliyor, kucaklarına yapışmış yavrularıyla, hoplayıp zıplayıp geçiyorlar yanınızdan. Eh artık sıra sizdedir : ) Bu gece burada konaklayacağız. Zafer’in daha önceden bildiği otelimize gidiyoruz önce. Otelcinin meymenetsiz bir suratı var. Ama allahtan otelimizin yeri çok güzel. Ganj’a bakan ana sokağın hemen arkasında yeşillikler içinde şipşirin bir yer. Yorgunluk çöken ekip dinlenmeye çekiliyor. Benim aklımda ise Zafer’in trendeyken hayat öyküsünü anlattığı Babaji’yi görmek var. Zafer’le gitmeye karar verip yola koyuluyoruz. Çok uzun olmayan ana caddeyi geçip, kısa zaman sonra artık araçların giremediği dar patikalara dalıyoruz. Ganj kıyısındaki 30 dakikalık hızlı bir yürüyüşten sonra, Babaji’nin hükümranlığına varıyoruz.“Babaji”, canım babacım, sevgili babam demek. Bir zamanlar Yeni Delhi’de oldukça varlıklı, evli barklı, çoluk çocuk sahibi ünlü bir avukatken, bir gün her ne olduysa her şeyini, tüm mal varlığını, karısını, çocuklarını bırakıp Ganj kıyısında orman içindeki bu çadıra yerleşmiş Babaji. Yıllardır etrafına topladığı müritleriyle son derece mütevazı bir çadırda yaşıyor. Yani tam da kitaptaki gibi, “Ferrarisini Satan Bilge” lan bu ! : ) Çadırının önünde 8-10 müridi etrafını çevirmiş. Kısa, küt saçlı genç bir batılı turist kızla konuşurken yaklaşıyoruz yanına. Kızcağız ressam olmalı, Babaji’nin kara kalem resimlerini çiziyor kağıtlara. Şöyle bir bakıyorum, gerçekten çok güzel şeyler. Buyur ediyor ve yer açıyorlar Zafer’le bana. Müritlerin Babaji’ye gösterdiği saygı ortama mistik bir hava yayıyor. Saygıyla biz de diğerleri gibi bağdaş kurup oturuyoruz gösterilen yere. Çadırın hemen önünde büyükçe bir ateş, ateşin üstünde bir tencere kaynıyor. Küçük bir kapta hemencecik sütlü çaylarımız yapılıp ikram ediliyor. Dikkatle inceliyorum Babaji’yi. En fazla 45’inde gösteriyor, 54 yaşındaymış. Güleç yüzlü ve sevimli biri. Alnını çevreleyen gökkuşağı renkli örtü, uzun saçlarını tutan saç bandı işlevini görüyor. Elleri, kolları, boynu, bin bir renkli taşlar, boncuklarla süslü. Parmaklarında kocaman ama zarif taşlı yüzükler var. İngilizce’yi su gibi biliyor Babaji, davet üzerine İsrail’e ve Kanada’ya gitmiş gezmeye ama çok sıkılmış oralarda. Hemen kaçıp gelmiş buraya. Müritlerinin sönmesine izin vermeden tazelediği marihuanasını içiyor hiç ara vermeden. İtiraf etmek lazım, çok karizmatik ve yakışıklı biri bu Babaji. Etkileyici olduğu, Kanadalı olduğunu öğrendiğimiz şu afetin adama bakışlarından belli. Adi herif : ) Saçlarını önce fark etmemiştim, kız sorunca fark ediyorum, eliyle tutup diğer tarafa atıyor gülerek Babaji. 12 yıldır hiç kestirmemiş, 1 metre rahat var : ) Artık kütük gibi olmuş yıkanmaya yıkanmaya. Yıkanmak gereksiz ve önemsiz bir detay zaten : )Yeni bir ot sarılıyor Babaji’ye taze taze, yakıyor Baba aşkla, derin derin çekiyor içine, 5-6 sigaradan çıkabilecek dumanı savuruyor havaya. Nasıl bu kadar duman olabildiğine şaşıyorum. İyice tutuştuktan sonra bu kez bize uzatıyor çubuğunu. Almamak çok ayıp, müritler almamı işaret ediyor. Hayda, ne halt edeceğim şimdi? Kısa bir tereddüt yaşıyorum önce, sonra alıp ağzıma yaklaştırıyorum, otların dumanla birlikte ağza gelmesini engelleyen pis bir bez, çubuğun ağzını örtüyor, bezi görmemek için başımı çevirip tütünü çekiyorum usulen. Aklımca içime çekmeyeceğim, püf püf yapıp sıramı savacağım ama bir türlü duman gelmiyor. Bir daha… I-ııh.. duman yok, söndü mü yoksa meret? Mürit elemanlar koyuveriyor kahkahayı. Acemiyiz tamam anladık. Ama ben mutluyum acemilikten, size ne abi ? Yandaki Kanadalı fıstığa uzatıyorum çubuğu, alışkanlıkla alıp deli gibi çekiyor. Bir vapur bacası gibi salıveriyor dumanı. Nasıl yapıyorsun be? Vay adi haspa! : ) Soru sormak adettenmiş ağır abiye, “özlediğin herhangi bir şey var mı dışarıdaki dünyadan” diyor biri. Hiç yokmuş. “Peki çocukların?” 2 tane varmış, özleyince geliyorlarmış. Peki diyorum sıram gelince, “Cevabını bilmediğin bir soru var mı Babaji ? ” Cevabı oldukça şaşırtıcı oluyor : “Hayır, ama sorusunu bulamadığım cevaplarım var”. Hep birlikte gülüşüyoruz. Ne yalan söyleyeyim, hakkaten taşşaklı cevap! Sonuna gelen otunu yeniden tazeliyorlar. Gözü dönmüş herifin, bu kadar çok içilir mi yahu? Artık ayrılma vaktidir. Zafer, 500 rupi bırakalım mı diyor bağış olarak. Verelim tabi, şanımız yürüsün yahu, Türk’üz biz, ne olacak ? Buralarda, bu kültürde yardım almak, dilenmek ayıp değil. Uzatıyor Zafer, Babaji ikiletmeden alıyor parayı, oturduğu peykenin altına zulalıyor hemencecik, buraya bir tapınak yaptırmayı düşünüyormuş. Yalan, ota gidecek para, bilmiyoruz sanki : ) Ya tamamıyla uçmuş, erenlere karışmış, ya da acayip yetenekli bir üç kağıtçı bu abi.Aslında kalkasımız yok pek, ortam gayet dokunaklı ve enteresan, Ganj’ın üstüne akşam çöker iken, biz sadece suyun şırıltısı, üstat Babaji’nin şen kahkahaları ve karizmatik duruşu, içtiği otun dumanlarıyla sersemlemiş haldeyiz, bıraksalar uzanıvereceğim şiltelerin üstüne, sabaha kadar mışıl mışıl uyuyacağım. Velakin ‘aarti’ töreni çok renkli geçer imiş buranın, ufacık yaştaki rahip adayları yürütmekteymiş töreni. Helal olsun her şeye rağmen, etkilenmiş bir ruh haliyle ayrılıyoruz oradan, Törenin son 10 dakikasına yetişebiliyoruz. Yine de ortam muhteşem. Nehir kenarında kurulu bir platformun üstünde, Şiva’nın dev heykelinin gölgesinde, altından Ganj’ın aktığı yükseltide, turuncu entarileriyle 6-7 yaşlarındaki çocuklar ilahilerle Ganj’ı kutsuyorlar. Himalayalar, Ganj ve şu ilahiler ne kadar etkileyici. Anlatması ve tarifi zor bir sahne. Güneşin batması, akşamın başlamasıyla başlayan alacakaranlıkta, içinde mumların yandığı, rengarenk kır çiçekleriyle sarı, beyaz, kırmızı, mor karanfiller, papatyalar, erguvanlarla süslenmiş dilek çiçekleri, inananlar tarafından dualar eşliğinde Ganj’a bırakılıyor. Binlerce ışık, binlerce ateşböceği Ganj’ın üzerinde akıp gidiyor. Öylesine güzel ki, fotoğraf bile çekemiyor, izlemekten kendimi bir türlü alamıyorum. Karanlığın başlamasıyla Hindu’lar yavaş yavaş dağılıyor. Rishikesh’te akşam, Tanrı Şiva’nın ellerinin arasından üzerimize çöküyor. <br /><br />17.Mart, Cuma, Rishikesh-Haritwar, 12. Gün<br /><br />Sabah, Ganj’a hakim bir binanın çatısında, manzarası müthiş ama servisi ve tostu beş para etmez bir yerde kahvaltı yapıyoruz. Hem ufak hem de pis bir yer. Siyah çay var ve fakat suyu fena halde bulanık. Sormaya korkuyoruz çünkü muhtemelen Ganj’ın suyu kullanılıyor : ) Normalde de çok titiz bir insan değilimdir ama burada iyice serdim. “Hindistan’dayız abi, relax ol, don't worry, be happy” şeklindeki özdenetim çalışmalarıyla kendimi güzelce bir rahatlatıyorum. Hem gelmeden önce sarı humma dahil olmak üzere bilumum aşıları olmadık mı? Üstelik Rishikesh hakkaten güzel bir yer. Kasmaya gerek yok. Rishikesh sokaklarını dolaşıyoruz. Her yerde dilenci. Sanırım özellikle Hindularca kutsal ve önemli mekanlarda yoğunlukla bulunuyorlar. Dilenmek yerine toprakla ilgilenseler dağları delerler ama dilenmek daha kolay geliyor galiba. Maymunlar insanlara daha yakın burada, her ağacın üstünden her taşın altından bir maymun çıkıyor. Ellerimden ekmek alıyorlar. Sanki evimin bahçesinde köpek besliyorum : ) Haritwar girişindeki dev Tanrı Şiva heykeli önünden yürüyerek Haritwar’ın merkez çarşısına geçiyoruz. Burası da Rishikesh gibi oldukça temiz. Ghatlarda dua edenler, Ganj’da yıkananlar, suyunu kutsayanlar… Bir açık hava tuvaletinin yanından geçiyoruz. Evlerindeki rahatlıkla ve bir yerlerinin görüneceği kaygısını taşımadan icra-i çiş eyleyen adamlar, bir taraftan da etraflarını seyrediyor. Hayret nidalarıyla gülüşen kızlarımızla abilerin yanlarından geçip teleferiğe doğru ilerliyoruz. Haritwar’daki teleferik, tepede, şehre hakim bulunan tapınağa ulaştırıyor Hindu inananları. Kısa bir yolculuk sonrası tepedeyiz. Tapınakta her yerde tütsüler, çiçekler, Tanrı heykelcikleri (özellikle Maymun Tanrı ve Fil Tanrı), onların altında inananların bağışladığı bozuk paralar, kağıt paralar… Bir rahip, alnıma yağlı turuncu boya sürüyor ve bağış istiyor. Parayı seven bir din Hinduizm : ) Her tapınakta neredeyse zorlayarak bağış topluyorlar. Manzarası güzel eski bir tapınak. Şehre iniyoruz. Ganj’ı kutsama törenini son olarak burada da izleyeceğiz. Nehir kenarındaki ana Ghat’a gidiyoruz. Tören başlamak üzere, yine ana baba günü ortalık. Hindular sessizce törenin başlamasını bekliyorlar. Hiç mi sıkılmaz bu insanlar her gün her gün? Ama o kadar güzel ki, rengarenk, heyecanlı, mistik. Şansımıza bize yol gösterip yer açıyorlar, Ghat’ın en altına kadar inebiliyoruz. Hemen uyarıyorlar, ayakkabılarımızı çıkarıyoruz. Bırakın Ganj’ı, Ghatlara bile ayakkabıyla girmek hem çok ayıp hem günah sayılıyor. En alt basamakta bir kıçlık yer bulup, diğerleri gibi çıplak ayaklarımı tertemiz akan Ganj’a sokuyorum. Serin su önce ürpertiyor, sonra alışıyorum. Ülkemden binlerce kilometre ötede, yıllarca hayalini kurduğum Ganj’da ayaklarımı yıkıyorum! Havanın kararmaya başlamasıyla birlikte ‘Aarti’ töreni başlıyor. Sanıyorum şimdiye dek izlediklerimin en etkileyicisi bu. Böylesine güzel bir felsefe ve inanış geliştiren, rengarenk ve ilginç törenleriyle tam da ruhuma seslenen bu insanlarla aynı dünyada mı yaşıyoruz biz? Bu rezilane, sefilane pis, tembel ama barışçıl, doğayla ve hayvanlarla yan yana, iç içe yaşayan insanlarla, paraya ve güce tapan, silahlar, bombalar üreterek birbirini boğazlayan uygar, zengin, gelişmiş insanlar aynı insanlar mı? Aynı mı sahi? Aynı dünyada mı yaşıyorlar? Aynı havayı mı soluyor, aynı göğü mü paylaşıyorlar? Binlerce insan dua ediyor, hep bir ağızdan ilahilere katılıyor. Hele törenin bitişiyle dilek çiçeklerinin suya bırakılışı, bu esnada yapılan ritüel, Ganj’a düşen ışıklar, okunan dualar, hepsi çok etkileyici.İç huzuruyla dolu ruhum, gezgin yüreğimin önünde saygıyla eğiliyor.<br /><br />-DEVAM EDECEK-irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-29742396677509956242009-11-13T08:36:00.001-08:002009-11-13T08:36:34.282-08:00Bir Düş Ülkesi: Hindistan - 311.03, Cumartesi, Goa, Palolem 6.Gün<br /><br />Sabah, eyaletin başkenti Panaji’ye (buraya Panjin de deniyor) gitmek için yerel otobüsleri kullanmaya karar veriyoruz. Otobüste ilk dikkati çeken şey kapı girişindeki büyük puntolarla yazılmış bir yazı : “no smoking, no stilling, no drugs”. (tükürmek, sigara ve uyuşturucu içmek fena halde yasaktır lan! ). Bunlar otobüste icra ediliyor olmalı ki adamlar haybeye yazmamış. Yolumuz Palolem’den Margao’ya 40 km. kadar ama 2 saat sürüyor. Kişi başı 17 rupi.(60 kuruş). Denize paralel giden güzel bir manzara yol boyu. Margao’da otobüs değiştiriyoruz. Bölgenin başkenti Panaji 1 saat sürecek ama daha önce biz Old Goa denilen Eski şehirde ineceğiz. Rahat ama sıcak bir yolculuk. Kısa zamanda yapış yapış oluyoruz. Old Goa’da bizi ilk olarak, Gandhi’nin küçük bir kızla birlikte görüldüğü heykeli karşılıyor. Tertemiz, büyükçe meydanlar. Hıristiyanlık ve Avrupa kültürünün en uzun süre yaşadığı yer Goa. Hem doğa çok güzel Goa’da, hem de kültür Avrupa’ya yakın. Hepsi aynı ırk ama Hindu ve Müslümanlar sefaletten ve çok acı ama pislikten dolayı hemencecik ayırt ediliyorlar, ne garip. Saint Francis Xavier Katedralini geziyoruz önce. Oldukça büyük ve etkileyici olan Katedrale adını veren Aziz, Portekizli bir misyoner. Japonya dahil olmak üzere birçok ülkeye Hıristiyanlığı götürmüş. Goa’da ölmüş, aradan geçen 500 yıldan sonra açılan sandukasında naaşın hala sapasağlam olduğu görülünce Aziz kabul edilmiş. Bu nedenle Hıristiyanlar için önemli bir Hac mekanı burası. Katedralde baş parmağını bir cam kutu içinde sergiliyorlar Aziz Beyin, her nasılsa hakikaten bozulmamış, öylece sapasağlam duruyor. Sandukayı ise her 12 yılda bir açıp kontrol ediyorlarmış, biz anlatılanların yalancısıyız. Bu ülkede dikkatimi çeken şeylerden biri de ayırt etmeksizin bütün tapınaklardaki doğal yaşam. Hıristiyanlar da, Sihler, Müslümanlar, Budistler ve Jainler de tıpkı Hindular gibi neredeyse hep tapınaklarda yaşıyorlar, yiyor içiyor, yatıyor kalkıyorlar. Bizdeki ya da Batıdaki gibi sadece ibadet zamanları gelinen yerler değil tapınaklar, her daim hayat dolu. Katedralden çıkıp hemen karşısındaki Se Kilisesi ve Müzesini dolaşıyoruz. Müzenin üst katında, Portekiz egemenliğinin başladığı 1500’lerden Goa Eyaletinin Hindistan’a katıldığı 1961’e kadar burada Valilik yapmış yöneticilerin devasa yağlıboya portreleri sergileniyor. Bir gelenek olmalı, her atanan Vali 2-3 metrelik bu dev portrelerden yaptırmış. Bir tarih galerisi gibi, adamın yaşlı mı genç mi, şişko mu atletik mi ne menem olduğunu izliyorsun, pek münasip bir gelenek. İçlerinde ünlü Portekizli kaşif Vasco De Gama’nın da bulunduğu (bölgenin 3. Valisiymiş ve eyalette adını taşıyan bir de şehir var ) valilerin tabloları gerçekten enfes. Artık boyaları dökülmeye başlamış olsa da müthiş bir şey bu. 1961’de egemenlik Portekiz’den Hindistan’a geçerken Hintliler bu portreleri vermek istememişler, sömürge olarak da olsa tarihlerine sahip çıkmalarının çarpıcı bir göstergesi. Neden bizde yok diye hayıflanıyoruz. Genç Fatih Sultan Mehmet, kendi portresini Bellini nam Venedikli kafire yaptırdı diye adını Gavur Padişah’a çıkartan bir milletin ahfadıyız, şaşmamak gerek aslında: ) Ne yazık ki buranın fotoğrafını çekmek yasak, çünkü flaş yağlı boya resimleri fena halde bozuyormuş. Eh çekmeyiz biz de bekçi abi, sanata saygımız sonsuz. Aşağıdaki galeride Hindu uygarlığının başlarında (MÖ 1500) yapılmış acayip futurist heykellerin ise dayanamayıp gizlice fotoğraflarını çekiyorum. Bu heykellerin hepsi birbirinden ilginç ve fakat bir tanesinin önünde gereksiz bir kalabalık var, kızlı erkekli lise öğrencileri birbirlerini dürtükleyip kıkırdıyor, ne ayak diye yaklaşıyoruz, heykelde öyle sürrealist bir erkeklik organı var ki, tövbe estağfurullah sorma gitsin, zaten anlatmaya sözcükler yetmez : ) Old Goa’da görülecek yer çok ama biz Panjim’e gitmeliyiz. Yine sıkış tepiş olan otobüsümüz Panjim’e 1 saatte varıyor. Üstelik bu kez ayakta yapıyoruz yolu. Yorucu bir yolculuk. İndikten sonra Panjim’i ikiye bölen bir süre nehir boyunca yürüyoruz. Tertemiz, Avrupa kentlerine benzer caddeler. Amacımız buranın ünlü nehir gezilerinden birine katılmak. Yerli halktan büyük bir ilgi var bu gezilere, ortalık mahşer yeri gibi. Teknemiz yola koyuluyor, eğlence başlıyor. Tanrım ne dandik eğlence : ) 3-4 kişilik bir grup müzisyen, popüler Hint müziği çalıyor, ayaktaki sunucu/şovmen kılıklı da milleti gaza getirmeye uğraşıyor. 2 kız-2 erkekten oluşan berbat bir grup da dans ediyor fonda. Ama bu gaza getirme işi çok da zor değil, çünkü Hint insanı eğlenmeye çoktan teşne. Bu noktadan sonrası daha eğlenceli, alkışlar arasında hemen herkes fırlıyor sahneye ve garip hareketlerle göbek atmaya başlıyor. Sahnede yer kalmadığı için yerinde dans edenler de var. Toplu ve çığından çıkmış bir çılgın dans partisinin ortasındayız. Saadet dayanamayıp o da sahneye fırlayarak, balık etini hayli aşan ve genel Türk kadını karakteristiğini taşıyan vücuduyla Türk oryantal sanatının ince örneklerini sergilemeye başlıyor Hintli kardeşlerimize: ) Gezi teknemiz nehrin denize kavuştuğu yerden geriye dönüyor ve çok şükür ki bu “kisch” eğlencemiz sona eriyor. Benden size tavsiye, eğer Panjim’e gidecek olursanız sakın bu salak geziye takılmayın, 100 rupinize yazık: ) Sonrası otobüsle Palolem’e dönüş. Bir iki atıştırmadan sonra biraz yürüyüş sahil boyunca. Elektrikler ne mutlu ki yine kesik ve dolunay ışığında kumsalda oturup gökyüzünü seyretmek müthiş bir keyif, binlerce yıldız tepende, kumsal, dalgalar, rüzgarda sallanan egzotik Hindistan cevizi ağaçlarının gölge oyunları, sessizlik… Yarın cennet Palolem’deki son günümüz. Kafama koydum, sabah erken kalkıp denize gireceğim.İsrailliler yorgun galiba, onların bile sesi çıkmıyor bu gece : ) Rüzgar durdu. Egzotik kuşların ve dalgaların ritmik sesi sadece. Uyumak için bundan daha güzeli var mı? Gece sessiz, sabaha uzanıyor.<br /><br />12.03, Pazar, Margao -Agra Treni 7.Gün<br /><br />Sabah erkenden Zafer’in sesiyle uyanıyorum. Güzel bir soğuk duş kendime getiriyor beni, sonra lokantamızda siyah çay (sallama tabi) ve tost söyleyip doğruca denize giriyorum. Nasılsa tost hazırlanana kadar en az 1 saat geçecek : )Restoran kılıklı kır kahvesiyle deniz arasında sadece 5 metrelik bir sahil var. Oturduğunda dalgalar ayaklarına dek uzanıyor nerdeyse. Zaten denizden garsonu kesiyorum, elinde bir şeyle görünse masaya ulaşmam 30 saniye : ) Kahvaltı sonrası tekrar deniz. Ne denizi be, okyanus! Bu yine gülümsetiyor beni. Evet okyanus. Kumsala uzanıyorum sere serpe. Sersem bir sırıtış yerleşiyor yüzüme. “Güneş, deniz ve ben bahtiyarım ! ” Bir belirsiz zaman sonra birden bire güneş kararıyor. Noluyor lan? Gözümü açıyorum, hayır, güneş değil kararan, bembeyaz parlayan dişleriyle sırıtan bir surat gölge ediyormuş. Güneşimden kaç be kadın! Boncuk satıcısı bir kadın, ellerinde, kollarında türlü çeşitli bilezikler, yüzükler, rengarenk boncuklarla dibime çöküyor teklifsizce. A be kadın, ben dünyanın ve insanın anlamına ilişkin çok önemli bir felsefik tartışmayı yaşıyorum içimde, zamanı mı şimdi üç kuruşluk boncuğun? Yıkıl karşımdan! Demiyorum tabi bunu ona, o kadar güzel gülüyor ki hasba : ) Adı Maya’ymış, isimdeki asalete bak. Güldüğü zamanlar hariç en azından 35’inde gösteriyor. Oysa sadece 24 yaşındaymış, şaşıp kalıyorum. 2 oğlan 2 kız çocuğu olan Maya, Rajhastan denilen ve çöl ikliminin hakim olduğu oldukça uzak bir batı eyaletinden geliyor. Boy boy çocuklarına yaşlı annesi bakıyormuş. Bir şey alacağım yok ama gitmiyor bir türlü, bir taraftan gülücükler saçıp bir taraftan da bir şeyler almam için sıkıştırıp duruyor. Çok pis cimriyim ben, hayatta almam diyorum, anlamıyor mu, yoksa ona eğlencelik mi olduk bilmem ama gülüyor da, gülüyor. Git başımdan kadın, şurda Atman’ı arıyoruz, sen boncuk moncuk beni eğliyorsun : ) Kendisi gibi 2 satıcı kadın daha geliyor bir süre sonra, onlara her ne anlatıyorsa kadınlar gülmekten kırılıyor. Bir süre daha geyik çevirdikten sonra Maya benden umudu kesip diğer kadınlarla birlikte kıkırdayarak uzaklaşıyor. Gözden kaybolana dek arkasını dönüp uzun uzun bakıyor, 24 yaşındaki, 4 çocuklu Maya hanım. Maya’cım, bizler ayrı dünyaların insanıyız iki gözüm : ) Güle güle, belki bir sonraki reenkarnemize inşallah : )Bugün yol günü. Goa tatilimiz sona eriyor ve 14.30 treniyle Margao üstünden Agra’ya gideceğiz. Yol 36 saatten fazla sürüyor ve bu süre hep trende geçecek. Gitmeden önce Ayuverdic Masaj yaptırmayı kafama koydum ya, durmadan barakayı kesiyorum, biri girse ya da çıksa, baskın marifetiyle “ahanda ben geldim” narasıyla barakayı basıp masajımı yaptıracağım, lakin ne zaman baksam kapı kapalı. Sonunda bir amcanın kapıyı açtığını görüp fırlıyorum. Fiyat 400 rupi (14 YTL). Fiyat oldukça pahalı ama sorun para değil, 2 saat sonra yola çıkmalıyız ve masaj 1,5 saat sürüyor. Toplanmadım bile. Nasip bir başka baharaymış, neyleyim? Dönüp eşyalarımı topluyorum. Kıçımdaki pişik yaraya dönüştü, bazen çok acı veriyor ve pudra da bir halta yaramıyor. Üstelik denize girince müthiş yanıyor ama bu çok iyi çünkü deniz tuzu iyileştirici. Bir kez daha suya girip duşumu alıyorum. Palolem’e veda zamanı geldi. Otobüse zor bela yetişip eşyaları aracın üstüne atıyoruz. Muavin var ama niyeyse eşyalarını kendin çıkıp yerleştiriyorsun, ineceğin zamanda kendin tırmanıp çözüp alıyorsun. O güzelim doğa içerisinde ve yanık bir Hint ezgisi eşliğinde yeniden yollardayız. Durma bir şeyler atıştırıyoruz yol boyu. Zaten çok fazla da yapacak şey yok. Etrafa bulaşmak, esmer, çok pis ve ama çok sevimli Hint çocuklarını sevmek, kitap okumak, geyik çevirmek ve tıkınmak. Zaman bol. Samoza, sütlü çay, bananas, yani muz, neskafe ve tabi su. Bolca su içiyoruz bu ülkede, günde belki 5-6 litre. İçmeliyiz de. En önemli ilacımız o. Bir ara içim geçiyor, 3 saat sonra uyandığımda hava kararmış. Görevliler yemek siparişi alıyor. Akşam yemek arzu eder miymişiz? Ne var abi yemekte? Hindistan’ın ulusal yemeği sayılan ve ‘Dhal’ denilen baharatlı, bol acılı bir tür mercimek çorbasıyla pilavdan oluşan bir menü. Tamam alırız. Yemek parası şak diye görevliye ödeniyor, yemekler geliyor. Bolca gırgır yapıyoruz ekip olarak, yanımızdaki Hindu amca etkileyici akşam duasını okuyup yatıyor, onu izliyoruz bir süre. Gece erken çöküyor yine. Sonra giderek sessizleşiyoruz. Herkes kendi dünyasına çekiliyor. Hüzün basıyor, yavaş yavaş gelen bir baş ağrısı gibi. Deniz’imi özledim en çok, saf, temiz, riyasız sevgisinin kokusunu. Ve Gökçe’mi, ağzı kulaklarında “Hoş geldin Babacım” diyen sesini… Özlemek güzel. Özlemek yaşadığını hatırlatır insana. Güç verir. Hedef koyarsın kendine, amacın vardır. En kötüsü, yaşamın olağan akışına bırakıp kapıp koy vermektir kendini, her allahın gününü birbirinin aynı yaşamaktan alıkoyar insanı özlemek. Sevmek kadar, özlemeyi de bilmeli. Özlemek iyidir velhasıl. Yatma saatidir artık. Zafer’in verdiği kilitle çantamın ağzını kilitliyorum. Zincirle çantaları da birbirine bağlıyoruz. Sık olmasa da yaşanabiliyor hırsızlık olayları, özellikle turist çantaları malum nedenlerle pek gözde. Yine de bu yoksulluğa rağmen, yaşananlar devede kulak misali. Ama tedbiri elden bırakmamalı. Şehirlerden, ışıklı ışıksız irili ufaklı yerleşim yerlerinden geçiyoruz. Trenin camından kendi yansımamı izliyorum. Giden ben miyim? Şu önümde akıp giden sahi ben miyim yoksa zaman mı? Atman nerde acaba Necdet usta? Şu birbiri ardına geçip gittiğimiz köylerden birinin basit tapınaklarında mı saklanır acep? Rüzgarın sesinde mi? Karma karışık duygular içindeyim. Gündelik hayatın sorunlarından ne kadar da uzağım. Bildiklerimi unuttum burada, unutmadıklarım da anlamını yitirdi sanki. Uzun zamandır bu kadar çok derinlerime bakmamıştım. Kendimleyim, kendimdeyim, içimdeyim. Camdaki yansımam hınzır bir sevecenlikle gülümsüyor. 13.03.2006, Pazartesi, Margao-Agra Treni 8.GünSıkıntılı ve karışık rüyalar görüyorum. Yatak rahat fakat lanet olası ayağım sığmıyor, dışarı uzatsam gelen geçenler takılacak, uzatmasam bir süre sonra uyuşuyor. Yukarı kaldırmak da çözüm değil, rahatsız bir uyku. Yine de sabah gözlerimi açtığımda dilimde Şebnem Ferah’ın “Can kırıkları” şarkısı, ne alakası varsa : ) Trende uzun süre gitmek garip bir duygu. Hani uzun süre denizde seyahat edenler karaya çıktıklarında sallanmaya devam ederler ya bir süre, bu da öyle, devamlı sallanıyorsun. İnsanoğlu ne garip, bir süre sonra her şeye uyum sağlayabiliyor. Eğer bir rötar olmazsa 2300 km. sonra sabaha karşı 03.00 de Agra’da olacağız. Agra, Hindistan’ın ulusal simgesi muhteşem Tac Mahal’e ev sahipliği yapan kent. Görmek için sabırsızlanıyorum. Sabırsızlanıyorum? Hayır, doğru kelime bu değil, heyecanımdan ve merakımdan gebereceğim! 14.03.2006, Salı, Agra, 9.GünGecenin sabaha döndüğü kör bir vaktinde, daha kargalar kahvaltılarını etmeden iniyoruz Agra’ya. Serin bir sabah. Dilenciler sarıyor etrafımızı. Uykusuz ve yorgunuz, beynimin içinde takırdayan raylar var. Gidip yatsanıza ulan ! Karnımız aç. İstasyondaki nispeten temiz görünen bir lokantada (çünkü o sırada temizlik yapıyorlar) siyah çay yanında biraz çapati yiyoruz. Çapati, bizim boş gözlemeyi andırır bir şey. Aç karnına pekala gidiyor. Sabahı burada karşılayıp 6 gibi yola çıkacağız. Agra’ya girmeden önce uğrayacağımız başka yakın şehirler var görülmesi gereken. 1700 rupiye (yaklaşık 40$) bir taksiyle anlaşıyoruz, bizi Agra’ya 70 km mesafedeki Vrindavan ve onun hemen yakınındaki Mathura şehirlerine götürecek. Hayalet şehir Fetihpur Sikri’yi gezdikten sonra Agra’ya bırakacak. Yola çıkıyoruz. Agra’nın içine girmeden, ara sokaklarından, varoşlarından geçiyoruz. Sefalet anlatılır gibi değil. Her seferinde ve her gördüğüm şehirde, burası Hindistan’ın en yoksul, en sefil, en pis yeri herhalde diye düşünüyorum. Bunun ötesi olur mu? Olur. Oluyor işte. İnekler, köpekler, keçiler, domuzlar ve maymunlar insanlarla iç içe yaşıyorlar. Her yerdeler. Rahatlıkla besleniyor, çiftleşiyor ve yaşıyorlar. Kimse bir gariplik ve rahatsızlık duymuyor bundan. Dükkanların içine bile giriyor, hırsızlık yapıyor, istasyonlarda yatıp kalkıyorlar. Çöpler, hayvan pisliklerine ve leşlerine karışıyor. Yerdeki boklara basmamak hayli maharet ve dikkat istiyor. Ara sokaklardaki hayat daha çarpıcı. Asfalt yok, evler (ev denebilirse tabi) tek katlı naylonla örtülmüş barakalardan oluşuyor. Sokaklardan lağım akıyor. Sinek vızıltılarına karışmış çocuk sesleri her şeye rağmen cıvıl cıvıl, neşeli. Bir sokak bakkalından su almak için duruyoruz. Dükkanın içinden bir keçi fırlıyor, acayip tırsıyorum. Millet kırılıyor, ne gülüyorsunuz be, boş bulunduk işte. Hintli çocuklar gülmekten yerlere yatıyorlar. Size eğlence çıktı değil mi lan şoparlar ? : ) Sıkıntılı bir yolculuktan sonra Vrindavan’a varıyoruz. Vrindavan… Ne ahenkli, ne şiirsel isimleri var bu şehirlerin? Vrindavan’da, yapılış tarihi tam bilinemeyen bir tapınak bulunuyor. ‘Kala Balaram Tapınağı’. Hindular buraya ülkenin her yerinden hacı olmaya geliyor. Tapınağın içi ve etrafı maymunlar ve yarasalarla dolu. Bütün tapınaklarda olduğu gibi burada da ayakkabılarımızı çıkartıp öylece giriyoruz içeri. Diğer Tapınaklardan farklı olarak içerisi boş. Sanırım yeni bir restorasyon yapılacakmış. Boş demek yanıltıcı aslında. İçerde maymun ve yarasaların egemenliği kurulmuş, maymunların sesleri yarasaların çığlıklarına karışıyor. Gerçeküstü bir dünyadayım sanki. Ya da garip, ürkütücü bir rüyanın tam ortasında. Onlarca maymun, yüzlerce yıllık sütunların arkasında dolaşıyor, oynuyor, bağrışıyor. Arada bir yanımızdan çığlıklar atarak geçen yarasalardan irkiliyoruz. Yüzlerini turuncu, sarı, mavi bin bir renge boyayan, gözleri sürmeli, yaşlı adamlar, kadınlar, çocuklarla birlikte ziyaret ediyoruz bu kutsal mabedi. Huşu içinde kendinden geçmiş kadınlı erkekli bir grup, ellerinde garip çalgı aletleri, dans ederek ve çalıp söyleyerek, gelip geçiyor yanımızdan. Erkeklerin üstleri çıplak, ayakları yalın. Acayip bir dünyanın tam da içindeyim. Bilmediğim bir masalı yaşıyorum sanki. İnanılır gibi değil gördüklerim. Oradan çıkıp bir başka Tapınağa giriyoruz. Yerler basbayağı çamur, ama olsun ayakkabılar illa ki çıkacak. Çamurlara basa basa Tanrı heykelciklerinin olduğu bölüme giriyoruz. Bölüm, perde ve camekanla kapalı. Hep olduğu gibi burada da Tanrılarının önünde oturup ibadet eden buranın sorumlusu bir rahip var. Rahip bizi oturtup, kaşlarımızın arasına turuncu boya sürüyor. Sonra duayla perdeyi açıyor. Fil-tanrı ve diğer tanrı heykelleri, altın sırmalı perdeler, rengarenk çiçekler ve yaldızlarla bezenmiş. Rahip bize tapınağın tarihçesini anlatıyor. İçerde altınlarla bezeli heykellerin arasında irice bir fare bizlere aldırış etmeksizin geziniyor. Bu insanlar nasıl oluyor da salgın yaşamıyorlar acaba? Ya da yaşıyorlar da bizim mi haberimiz olmuyor? Ve bu denli büyük bir düşünce ve uygarlık yaratmış bir olan bu toplum, nasıl olur da böylesine bir pisliği doğal karşılayabilir? Rahip daha sonra kocaman bir defter çıkarıp adlarımızı, adreslerimizi işledikten sonra “eh eşek değiliz ya” yüklüce bir bağışta bulunmamızı istiyor. Biz 100 rupi hazırlamıştık ama Rahip 100’er rupiye bile kanmayacak gibi. Zorbela kurtuluyoruz oradan.Sokakta dehşetli bir kalabalık. Vrindavan’da kutsal mabetler olduğu için her yer Hindu hacılarla dolu. Yüzleri boyalı, elleri mızraklı hacılar, mistik öykülerle bezeli 1001 gece masallarından fırlamış gibi. İnekler, keçiler, maymunlar ve insanlar bir sel halinde akıyoruz. Çok garip ama gerçek işte !Tam arabamıza gelmişken bir gürültü, bir vayvela kopuyor. Bir grup insan tahtırevanlı bir arabayı çekiyor. Perdeli tahtırevanın içinde Hindu Tanrılarının rengarenk kır çiçekleriyle bezenmiş heykelleri var. Nerden bulunur ki bu kadar çiçek? Her yerde her dem taze kır çiçekleri Tanrılara armağan ediyorlar, onları süslüyor püslüyorlar. Dağlar çiçeklerle dolu olsa gene de yetmez gibi geliyor insana. Allı yeşilli morlu ama illa ki turuncu ağırlıklı giysiler içindeki bando önde, ellerinde mızraklarıyla yüzleri boyalı rahipler arkada, diğer insanlar onların da arkasında tahtırevanı çekiyor. Ne şamata ama : ) Bolca fotoğraf çekiyorum. Bütün Hindular yıl boyu böyle, bir festival bitiyor diğeri başlıyor, haftanın her günü bir hareket bir eğlence bir bayram! Ne güzel ülke : ) Nice sonra aracımıza binip Mathura’ya doğru yola koyuluyoruz. Tanrı Krişna’nın bu şehirde doğduğuna inanılıyor ve doğduğu yere 1000’lerce yıl önce büyükçe bir Tapınak yapılmış. Müslüman Moğol İmparatorlarından biri, bölgedeki egemenlik döneminde bu Tapınağı yıktırıp yerine Cami yaptırmış. Hindular egemenliği ellerine alınca bu kez Camiyi yıkıp Tapınaklarını yeniden inşa etmek istemişler. Müslümanlar ayaklanmış, binlerce insan ölmüş. Sonunda Hindular Tapınaklarını Caminin hemen yanına yapmışlar. Bu nedenle ‘Hare Krişna’ Tapınağında güvenlik her zaman en üst düzeyde tutuluyor, her yerde uzun namlulu silahlarla nöbet tutan askerleri görüyoruz, girişte biz de daha önce hiç karşılaşmadığımız şekilde donumuza kadar aranıyoruz. Askerin biri pis pis sırıtarak para cüzdanımı açmamı istiyor, sert tepki gösterip açmayacağımı söylüyorum. Telaşlanıp bırakıyor beni,ses çıkarmasam paralardan bir kısmı kalk gidelim olacak :) Hinduizm müzik ve dansla iç içe. Tapınakta neşeli ilahilerle dans eden Hinduları izlemek keyif verici. Kıvrak ezgilere dayanamayıp biz de dans edenlere katılıyoruz. Sen çok yaşa e mi Hare Krişna! : ) Yola devam ediyoruz. Müslüman şoförümüz sanırım kısa olsun diye, normalde bile delik deşik olan ana yollar yerine bozuk köy yollarına dalıyor. Bozuk dediysem, anlatılır gibi değil. Aslında patika olan ve her hangi bir yol yapım aracının hiç uğramadığı, doğal seleksiyonlarla yol halini almış, yarısı zift ve balçık çamur, diğer yarısı ise derin çukurlar ve hayvan pisliklerinden oluşan bir satıh. İçinden geçerken aracımız bir o yana bir diğer yana batıyor, her ne hikmetse devrilmiyor ve herhangi bir çukurda saplanıp kalmıyoruz. Şoförümüzün yüzü ise en ilginci, bizim “işte şimdi boka sardık, ne halt edeceğiz lan” dediğimiz yerlerde bile herhangi bir ifadeden yoksun olarak vuruyor aracını alışkanlıkla yola. Sanki yüz sinirlerini aldırmış amcam. Kendi içinden şaşırması bile mümkün, “ulan bu turistlerde amma nane molla ha!” diyerek : ) Oysa biz bunlara çok da uzak olmayan bir memleketten geliyoruz. Buna rağmen, anlatılır gibi değil diyorsam, anlatılır gibi değil : ) Güneş öğleden sonraya çoktan döndü. Biz hala yollardayız. Bir taraftan yol bir taraftan uykusuzluk, diğer taraftan açlık beter. Eh sabahın beşinde yenilen çapatinin üstünden uzun saatler geçti. Hepimiz kurtlar gibi açız. Nihayet temiz gibi görünen, içinde kebapların da piştiği (yani bir Müslüman) lokantasına oturuyoruz. Temizlik felaket, anlatmayacağım, yoksa yazının gerisini okuyamadan lavaboda bulursunuz kendinizi, ama gözümüz dönmüş, getir birader deyip bir şeyler söylüyoruz. Ben, nispeten temiz olma ihtimali en yüksek yiyecek olarak tavuk söylüyorum. Bak ama, ne yalan söylemeli, yediğim tavuk ızgara bu güne kadar yediklerimin en iyisiydi nerdeyse, gerçekten enfes! Bana saatler gibi gelen nice bir zaman sonra yorgunluk ve uykusuzluğun da ağırlığıyla canımızdan bezmişken Fetihpur Sikri’ye geliyoruz. Hayalet Şehir Fetihpur Sikri’den önce şehrin hemen girişinde bulunan Cuma Mescidi’ni geziyoruz. Mescid dediysem ufak bir bina anlaşılmasın, bizim Sultanahmet Camii büyüklüğünde bir yer. Cuma Mescid, Ünlü Moğol İmparatoru Şah Cihan tarafından 1648’de kızı Jihanara adına yaptırılmış. Mescide girerken kadınlar başlarını örterek kurtulurken, benim şortum problem yaratıyor. Hemen bir etek bulunuyor bir yerden, şortun üzerine geçirip etekli adam olarak Camiyi gezebiliyorum : ) Ekipte eteğimin yakışıp yakışmadığıyla ilgili geyik çevrilmeye başlanıyor hemen. Genel kanı çok açmış beni: ) Oh, havadar havadar, ne güzelmiş yahu : ) Kızlar en azından bu konuda oldukça şanslı. O camiadan olsam etekten başka bir şey giyersem namerdim : ) Camiden sonra Fetihpur Sikri’yi geziyoruz. Giriş oldukça pahalı, kişi başı 250 rupi.(5-6 $). Tac Mahal’den dolayı Agra ve çevresi oldukça turistik bir bölge, bu yüzden de fiyatlar yüksek. Zaten yoldaki lokantaya tam 2000 rupi ödedik ki bu buralar için küçük bir servet. Fetihpur Sirki, 1550’lerde İmparator Ekber zamanında Moğol İmparatorluğuna başkentlik yapmış. Bir süre sonra susuzluk nedeniyle şehir tamamen terkedilmiş. Etkileyici bir yer, koca bir şehir ayakta ama yüzyıllardır yaşayan kimse yok. Oysa çocuk sesleri doldurmuştu bir zamanlar bu sokakları, cıvıl cıvıl kadınlar, güçlü savaşçı erkekler. Nereye kayboldu şimdi o sesler, Güllü Agop’un dediği gibi buralara mı asıldı o sesler, o gülüşler ? Biz şehri gezerken Zafer hafıza kartlarını cd’ye aktarmak için gidiyor. Çıktığımızda Zafer hala yok ortalarda. Zafer’i beklerken Abdül’le tanışıyoruz. Abdül 40 yaşlarında, upuzun saçlı, küpeli, beyaz entarili, 5 çocuklu, işsiz, fanatik bir Müslüman. “Şeytan” Amerika’ya lanet yağdırıyor. Danimarka’daki Peygamberin karikatürüne de çok bozulmuş, burada binlerce kişilik bir protesto yaptıklarını anlatıyor şevkle. Müslüman olduğumuza bir türlü inanmıyor. Saçları açık kadınlar, şort giyen erkekler ona göre Müslüman değil. Kafirlere benziyoruz biz. Zaten Atatürk’ten sonra Araplıktan da çıkmışız ! Hindistan’daki Müslümanlığı temsil eden ay-yıldızlı bayraklarının nerden geldiği konusunda ise hiçbir fikri yok. Buradaki Müslümanların aklı biraz karışık yani sizin anlayacağınız : ) Nihayet Zafer geliyor ve Tac Mahal’e doğru yola koyuluyoruz. Tac Mahal! Hayallerin vardığı son nokta. Lise Edebiyat Kitaplarının soluk sarı renkli sayfalarından yansıyan o pırıltı işte birazdan karşımda olacak ! 750 rupi (20$) giriş bedeli var, deli para ama eh burası için normal, New York’un Özgürlük Anıtı, Paris’in Eyfel Kulesi neyse, Tac Mahal’de o. Türlü çiçeklerin süslediği etkileyici bir bahçeyi geçip, giriş kapısını aştıktan sonra nihayet bembeyaz mermerleriyle soluk kesici güzellikte binanın önündeyim. Hep hayal etmiştim burayı görmeyi. Hayallerin gerçekleşmesi, çok var edici bir şey insan için. İçim huzurla ve sevinçle doluyor. Tac Mahal’deyim! Ne kadar güzel, ne kadar coşkun, ne kadar bakılası bir yer bu böyle ? Hikayesi de binanın kendisi kadar güzel. Büyük Moğol İmparatoru Şah Cihan, 17 yıllık sevgili eşi Hümayun 14. çocuğunu doğururken ölünce, onun adına büyük bir anıtsal mezar yaptırmaya karar vermiş. Binlerce insanın 22 yıl boyunca çalışmasıyla bu şaheser türbe yapılmış. Şah Cihan öldüğü zaman da o çok sevgili karısının yanına gömülmeyi vasiyet etmiş. O günden bu zamana, yani yüzlerce yıldan bu yana koyun koyunalar, ne aşk ama ! Çıkışta bir süreliğine birbirimizi kaybediyoruz. Nice sonra bütün ekip bir araya gelebilip doğruca istasyona yollanıyoruz. Akşam 9.00’da Varanasi’ye giden trene biniyoruz. Varanasi, Hindistan’ın en kutsal kenti. Ganj kenarındaki Ghat’larda ölümden sonra yakılanların küllerinin havaya karıştığı o gizemli ölüm kenti. Ölümünün yakın olduğunu içgüdüleriyle hisseden Fillerin, ölmek için atalarının da öldüğü yere, Filler Mezarlığına gitmeleri gibi, Hindistan’ın her yerinden kendini ölüme yakın hisseden insanlar, ağır hastalar, yaşlılar ölümü beklemek için buraya, Varanasi’ye geliyorlar. Varanasi…Ölümün karanlık kenti…Geciken treni bekliyoruz bir süre istasyonda. Kulağımda yanık bir türkü, dilimde hüzün. Gözlerimi açık tutmakta zorlanıyorum. Güzel bir şey şu uyku. Trende yerime uzanır uzanmaz derin bir uykuya dalıyorum. Sanırım daha yastık yaptığım çantaya bile değmeden başım.<br /><br />-Devam edecek-irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-70490884988923539482009-11-13T08:34:00.000-08:002009-11-13T08:35:23.910-08:00Bir Düş Ülkesi: Hindistan - 210.03, Cuma, Goa, 5.Gün<br /><br />Sabah yine müthiş tostumu ve çayımı söylüyorum, yanımızda Türkiye’den gelen nevaleden kalan son kırıntılar: mini paketlerde zeytin ezmesi, reçel. Restoranın bir köşesinde “Ayuverda Massage” yapılan bir baraka var. Tamam Türkiye’deyken de duymuşluğumuz var bunu ama delikanlıyı bozar deyip gitmemiştik tabi. Ayrıca ne ki birader bu? Barakaya giren çıkanları gördükçe merakım artıyor, neyim eksik benim, kafama koydum, ben de bir ara mutlaka bu Ayuverda masajından yaptıracağım : ) Bugünkü planımızda motosiklet kiralayıp yakın köyleri ve plajları dolaşmak var. Pazarlık yapıyor ve günlüğü motor başına 200 rupiye anlaşıyoruz (5$). Motorlara binip yola çıkıyoruz. Aslında Palolem denen bu cennetten ayrılmak akıllıca bir iş değil ama insan başka yerleri de merak ediyor. Hafif hafif atıştıran yağmur yerini giderek güneşe bırakıyor. Hindistan Cevizi ağaçlarıyla, sık bitki örtüsüyle kaplı köylerden geçiyoruz bir bir. Vietnam’a benzetiyorum buraları, bildiğimden değil, Vietnam’ı görmüşlüğüm yok, sadece çok fazla Amerikan filmi seyrettim : ) Çok zevkli, eğlenceli bir yolculuk. Bilmediğim topraklarda, bilmediğim insanlar arasında, bilinmeyenlerle dolu bir dünya. Aslında gezmek, seyahat etmek dışarıya yapılan bir yolculuk değil sadece, belki de tam tersi, insan kendi içine, kendine doğru yapıyor asıl yolculuğu, kendisini keşfediyor yolda, tanıyor. Özgürlük ne güzel! Seni bağlayan bütün o ‘şey’lerden uzakta kalabilmek çok var edici, güdüleyici. Motora gaz verdikçe motorla birlikte ben de açılıyorum. Heheeeyyytt ! Yaşamak ne güzel şey ulan! Köylerden geçiyoruz. Bir dağı tırmanırken hemen aşağıdaki vadide sık ağaçlar içinde gizlenmiş bir Hindu tapınağına rastlıyoruz. Dikkat etmedikçe fark etmek zor. Tapınağı gezmek için kırıyoruz motorları aşağıdaki dar patikaya doğru. Rahip buyur ediyor dostça. Etkileyici bir tapınak. İçerde kimsecikler yok. Girişte yine çanları çalıyoruz tek tek. Çanı çalmak, akustiği çok güzel olan bu tapınaklarda mistik doygunluğu ve huzuru arttırıyor. Ne denli boş işlerle, kalp kırgınlıkları ve gereksiz üzüntülerle ruhumuzu yoruyoruz ? Şu Rahibin ne tür bir stresi olabilir ki şu yeşillikler, su ve çan sesleri arasında? Rahip, özellikle Tanrı Şiva’yla, reenkarne olmuş hali Fil Tanrısının fotoğrafını çekmemi istiyor. İslam’da suretlerin yasak olmasına karşın, Hindistan’daki bu rahatlık ne büyük tezat? Bol bol fotoğraflıyorum Tanrıları, sağ olsunlar var olsunlar, çok yaşasınlar : ) Tapınaktan çıkıp motorlara atlıyoruz ve basıyoruz gaza yeniden, çok sürmüyor, yol üstünde karşımıza birden ellerindeki davulları çalarak gelen bir köylü grubu çıkıveriyor. Meğer bugün Hindistan’ın ünlü Holy (boya) bayramı başlamış. 5 gün süren bu bayramda davullar çalınıyor, rengarenk giyiniliyor, geceleri fişekler, çatapatlar atılıyor, ama en önemlisi bayramın son günü herkes yüzünü gözünü boyayıp önüne gelene hani şu ünlü çıkmayan boyalardan fırlatıyormuş ! Ana caddeyi kapattık, davulcularla birlikte biz de oynuyoruz, gelen bekliyor : ) Hindistan’da hiçbir şey garip değil, zamandan bol bir şey yok, kimsenin acelesi olmadığı gibi, hiç kimse hiçbir şeye de kızmıyor, sinirlenmiyor, müthiş bir hoşgörü hüküm sürmekte her şeye karşı, nerdeyse “abi bunlar sinirlerini aldırmış” fikrine ereceğiz, o kadar yani. Davulculardan birinin davulunu almış 20-30 tane Hintlinin ortasında gümbede gümbede çalarken buluyorum kendimi bir ara, ne garip, hiçbir şey garip değil : ) Birkaç kilometre sonra büyükçe bir köyden geçerken, köy kilisesinin önünde büyük bir kalabalığa rast geliyoruz. Bir cenaze töreni. Bando hüzünlü ezgiler çalıyor. Evet bando var törende. Motorları durdurup cenaze törenini izlemeye başlıyoruz. Ne yazık ki tören sona ermek üzere, cemaat yavaştan dağılıyor. Daha doğrusu dağıldığını sanıyoruz, oysa herkes mezarlığa kadar yolcu edecek bu Hintli ama inançlı Hristiyanı. Acılarına rağmen oldukça sıcak ve yakın davranıyorlar bize, törenin mezarlıkta devam edeceğini, oraya gittiklerini söyleyerek bizi de davet ediyorlar. Tören sırasında en önde yer alan bando, oldukça etkileyici, hüzünlü ezgiler çalıyor. Ölen kişi yörenin önemli rahiplerinden, o nedenle de tören oldukça kalabalık, anlaşılan sevilen de biriymiş. Tören ritüeli Latin üslubunda ve çok ilginç, hiç böyle bir tören görmemiştim bu güne kadar. Bir bando, Meksika’da geçen Western’lerde izlediğimiz cinsten (Ah Hollywood, sen nelere kadirsin!), altın renkli kocaman Haçlar taşıyan pelerinli rahiplerin hemen arkasından hüzünlü ezgiler çalarak geliyor. Cenazeyi taşıyan araç ise ölünün yakınlarıyla her iki yana dizilmiş cemaatin arasından geçerek ilerliyor, oldukça etkileyici. Buralardaki kiliseler tipik Akdeniz/Latin kilise biçiminde inşa edilmiş, bembeyaz çift kuleli, her kulesinde çanlarıyla sevimli bir mimarisi var. Törenin ritüelleri de aynı. Sanki Güney Amerika’da bir köydeyiz. Başsağlığı dileklerimizi bildirip yola devam ediyoruz. Dik bir uçuruma bakan kalenin surlarından turkuvaz renkli Hint Okyanusunu seyrediyoruz, Alanya Kalesine benziyor biraz. Kim bilir hangi savaşçı saatlerce baktı şu anda benim baktığım noktadan bu renkli uçsuz bucaksız denize? Hangi genç kız yolunu gözledi savaşa giden sevdalısının? Hangi ana oğlunu? Aşağıda görülen manzara inanılmaz, masmavi ve uçsuz bucaksız bir okyanusa bakmanın garipliği içindeyim, görünürde tek bir kara parçası yok. Yüzümü rüzgara ve okyanusa verip, muhtemelen Vasco De Gama’nın, ülkesi Portekiz’e doğru hasret, hüzün ve özlemle baktığı yerden bakmanın hazzıyla doluyum. Güneş yakıcı. Görüntü mükemmel. Ama Goa büyük. Yola devam etmeliyiz, görülecek ne de çok yer var? Motorlara binip gaz veriyoruz. Asfalt yollardan çıkıp toprak yollara giriyoruz. Kimi zaman bir köşeyi dönünce, kimi zaman bir tepeyi aşınca inanılmaz koylar, köyler karşılıyor bizi. Bir toprak yolun sonundaki uzun kumsalda mola veriyoruz. Burası Betül Kumsalı (Betul Beeach). Ancona yakınlarındaki bu kumsal (evet çok ilginç, Betul yazılıyor ve Betül deniyor) o kadar sakin, o kadar sessiz ki, plaja nazır ve Ege kasabalarının küçük meydanlarında bulunan çay bahçesi tadındaki lokantada bile kimse yok : ) Ne bir garson, ne bir çalışan, ne bir başka kimse. Turizm broşürlerinden fırlamış gibi, bir tarafta Hindistan Cevizi ağaçları, gölgesinde hamaklar, bir tarafta denizde dalga sesleri, altın bir kumsal… Sadece ilerde tek başına Batılı, üstsüz bir turist kız güneşleniyor, hepsi o kadar... Sessizlik, huzur.. Burada bin yıl kalabilirim sıkılmadan. Bu hissiyatımda turist kızın elbette hiç etkisi yok: ))) En az birkaç kilometrelik bu altın renkli sahilde şu kız dışında in yok cin yok. Bambu yapraklarıyla örtülmüş lokantada da, Hindistan cevizleriyle kaplı ormanın başlangıcındaki basit birkaç kulübede de öyle. İki ağaç arasına gerilmiş hamak, hafif esintide başıboş sallanıyor…Bütün tembelliğiyle gölgede yatan sıska köpek, biraz inançsız ama ‘belli mi olur, belki de yiyecek bulurum lan!’ fikriyatıyla isteksizce kalkıp etrafımızda dolaşarak kuyruk sallıyor. Huzur ve sessizlik. Hamağa uzanıyorum. Zafer’le “ Şimdi şu Hindistan Cevizleri düşüp kafamızı patlatıyormuş heh he” geyiği çeviriyoruz. Zafer birkaç poz fotoğrafımı çekiyor. Pişmiş kelle misali sırıtıyorum, çatlayacak işyerindeki çocuklar bunları görünce : ) Ekip dağılıyor, kimi etrafı keşfe çıkıyor, kimi uzanıyor bir ağaç gölgeliğine. Böyle bir kumsala gelip de denize girilmez mi hiç? Girilir. Var mı benimle gelen denize? Yok. Eh, siz bilirsiniz. Sabah sırt çantama aceleyle tıkıştırdığım mayomu alıp bikoşu duvarın ardında giyiyorum. Güneş altında iyice ısınan kumlar ayağımı yakıyor, koşarak ulaşıyorum denize. Atlıyorum suya ! Oh be ! Ohhh… Koca denizde bir başınayım. Evrende tek başına kalmışlığın hissi önce ürpertiyor, sonra haz veriyor tüm bedenime. Keşke yalnız kalsam şu an, herkes gitse ben kalsam, aklımı yitirsem, adımı, kim olduğumu, düşüneceğim bir işim, boğuşacağım müdürüm, evim, çoluğum çocuğum olmasa. Sonra çok saçma geliyor bu fikir, sesli sesli gülüyorum. Deli miyim neyim? Galiba evetttttt : ) Ölüm ne kadar da yakın şu an bana, ama ne garip hiç korkutucu değil. Neden böyle hissediyorum? Ne garip şu insanoğlu, korkuyu, sevinci, sevgiyi, nefreti birbiri ardına nasıl da yaşayabiliyor? Yüzüyor, yüzüyorum…Kendimi dinliyorum, hayır bel ağrım da kalmadı birkaç gündür. Kulaçlarım büyük bir aşkla, şevkle kavuşuyor turkuvaz-yeşil suya. Kesin bir aşk ilişkisi bu oğlum İsmail, sevişmek gibi, orgazm gibi be ! Çıkıyorum nice sonra. Ekip büyük bir tembellikle sağda solda geziniyor. Kimi uyuz sıska köpeği seviyor, kimi gölgede uzanmış. Saadet nedense motor kullanmayı öğrenmeye çalışıyor, bir tek onun gürültüsü var. Enteresan bir kız bu Saadet, Erzincan’da doğmuş büyümüş, sonra gidip büyük şehirde Hukuk okumuş, dönüp memleketinde avukatlık yapıyor. Çalışıyor, kazanıyor, sonra da Hindistan gibi, Suriye gibi ilk anda pek akla gelmeyecek yerleri geziyor. Saadet, sıcacık bir insan, otobüste, trende, yemek yerken hiç fark etmiyor, hemen yanındaki insanlarla sohbete başlıyor. Yabancı dili pek iyi değil, ama bunu sorun yapanlardan değil, tarzanca elleriyle falan hem de pek güzel anlaşıyor, yol sonunda mutlaka hediyeler, adresler verilip alınıyor tarafından : ) Ağız dolusu gülüyor, yüreği pamuk gibi Saadet’çiğimizin. En büyük hayali yemeklerini kendi yapmak şartıyla böyle uzak bir ülkede Türk Lokantası açmak. Adı gibi mutlu biri o. Kurulanıp biraz ısındıktan sonra ekibe “tam yerindeyiz yahu, hadi Yoga yapalım” diyorum. Elbette sevgili rehberimiz Zafer gösterecek, biz yapacağız., ustamız O. Önce isteksizce karşılıyor Zafer bu fikri, ona saçma gelmesi doğal, yıllarını vermiş Yoga’ya, doğu felsefesine, bizse sadece adını duymuşuz Yoga’nın, aramızda daha önce ne yapan var ne bilen. Önce mırın kırın ediyor, sonra birden canlanıyor Zafer, o gösteriyor, ekibin gönüllüleri olarak biz Saadet, Selda ve ben yapıyoruz. Daha doğrusu yapmaya çabalıyoruz. Kolları başımızın üstüne kavuşturup bir ayağımızı diğerinin üstüne çekip tek ayak üstünde dik durmalıyız. Ama bir türlü beceremeyip düşüyor, kahkahalar içinde kumda yuvarlanıyoruz. Biz beceremedikçe başka Yoga hareketlerine geçiyor Zafer. Ne kadar zormuş yahu: ) Dünyanın en kalabalık ülkelerinden biri olan Hindistan’da, şu birkaç kilometrekarelik bir alanda kimsecikler yok ve sadece bizim Türk kahkahalarımız çınlatıyor ortalığı. Artık yola çıkmalı. Zaman, öğleden sonrayı aşıp akşam üstüne döndü bile çoktan. Palolem’e dönmeliyiz. Geldiğimiz yol uzun, karanlıkta ve bilmediğimiz yollarda üstelik bir türlü alışamadığımız soldan işleyen bir trafikte geri dönmek kolay değil. Deniz havası da yavaş yavaş acıktırıyor herkesi. Oldukça yorucu geçen bir günün sonunda dönüş yoluna koyuluyoruz. Aslında keşfedilecek ne de çok yer kaldı, 1960’larda Amerika ve Avrupa’dan gelip buralara yerleşen “Çiçek Çocukları”nın el ürünlerini sattıkları Pazarı, Pazarın kurulduğu köyü bile göremedik. Ama üzülmek yok! Üzülmek sözcüğünün anlamını yitirmeyi öğrenmeliyim burada. “Keşke” dememeyi de. Keşke yapsaydım, keşke yapmasaydım, keşke gitseydim, keşke beklemeseydim, keşke düşünmeseydim bu kadar, keşke gücüm, keşke fırsatım, keşke zamanım varken, keşke yapabilecekken… toplayıp pılıyı pırtıyı, hatta neyi toplayacaksın ki, toplamadan be, ceketinle, üstünde o an ne varsa, olduğu kadarıyla, olmadığı kadarıyla…Çoluğu çocuğu, sevgiliyi, eşi, anayı babayı, işi gücü, müdürü arkadaşı, şu önümüzdeki bayramı, şu mobilyanın taksidini, şu arabanın, evin borcunu bitireyim de’leri, şu işe gireyim, şu evi alayım, şu kızla evleneyim, şu askerliği yapayım’ları, şu okul bitsin bir’leri, ama param yok, ama daha pasaport alamadım, ama ya oralarda başıma bir iş gelirse’leri…hepsini hepsini geride bırakıp yola çıkmak! Yola! Hemen! Şimdi ! Bir YERE gitmenin değil, sadece, yalnızca, bir tek, asıl, GİTMENİN önemli olduğu bir ruh halini yaşamak…Korkma, düşünme, üşenme, yola düş! Hiç de zor gelmiyor Küba’ya gitmek ya da Karadeniz’e, Ekvator’un sıfır noktasına ayak basmak ya da Nemrut Dağı’na tırmanmak… Yeni Zelanda’da koyunların peşine düşmek, Mardin’in dar sokaklarını arşınlamak, Peru’da And dağlarının doruklarına çıkmak, Van Gölünde yüzmek, Alaska’da Eskimo’yla balık tutmak, Manyas’ta kuşları gözlemek, İrlanda’da kıyıları döven dalgaları izlemek, ya da oturduğum şehrin şu hiç bilmediğim sokaklarını keşfetmek… hiç de zor değil evet. İstemek ! Yapabileceklerim, istememle orantılı. Gerçekten istemek en başta, yeterli. Her şeyi yapabilecekmişim gibi geliyor artık, acaba neden? Soldan işleyen trafikte yol alıyoruz. Dünyanın sadece bu köşesinde mi böyle, sanki güneş akşamın geç saatine kadar tepede kalıyor, sonra da aniden, 5 dakikada batıveriyor! Yine öyle oldu. Birden bire kararıyor hava. Motorumun ışık ayarı bozuk, kısalar tepeyi gösteriyor yol yerine, uzunların nereyi gösterdiğini ise Allah bilir! Dönüş yolunda hızla giden motorun üstündeyken akla gelmeyecek bir sorun yaşamaya başlıyoruz, havanın kararmasıyla ortaya çıkan envai çeşit sinek, uçan haşarat, gözüme giriyor, denemeden aldık motorun başlığını, takmadan attık arkaya sıcak diye, halt ettik, koca kafamıza girmiyor şimdi : ) Gözlüğümü taksam, ulan güneş gözlüğü bu, her yer kararıyor, zaten yollarda ışık filan hak getire, çıkarsam, sinekler hücum ediyor gözlerime kulaklarıma. Arada bir Zafer’le yan yana gelip konuşmaya uğraşıyor, yolları tarif ediyoruz birbirimize, “oradan değil buradan”, ağzımızı her açtığımızda ise sayısı meçhul sinek bu kez ağzımızdan içeri hamle yapıyor, nerde bir delik bulsalar giriyorlar tövbe estağfurullah : ) Araçların ve motorların zaten bozuk olan, olmasa dahi illa ki uzunlarla gitmeyi kafasına koymuş Hintlilerin kör edici farlarının ışığında yol almak zorundasın, aşağı tükürsen sakal, yukarıya zaten hiç tükürme! Kah gözlüğü takarak tamamen kör biçimde, kah çıkararak gözlerime dolan sinek kardeşlerle yakın ilişkimizi sürdürerek berdevam yola. Sinekleri kovmanın mümkünü yok, hız kazandığında binlercesi çarpıyor sana, tek elim gözlüğümde, yarı takıp yarı çıkararak kan ter içinde nihayet Palolem’e ulaşıyoruz. Palolem, sıcak dost, açıyor kucağını. Motorları teslim ettikten sonra nihayet yemeğe oturduk. Açlıktan gözümüz kararmış, dev gibi bir Tuna Balığı beğendik. Allah seni inandırsın, 1 metreye yakın boyu var, rahat 5-6 okka çeker, ekibin geri kalanı başka yemekler söylüyor, biz 3 kişi yiyeceğiz balığı. “Ne yapsak çok olmasın sakın bu?” diye kuşkusunu dile getiriyor önce Zafer, olanca sevecenliğimle “yeriz abicim, ne olacak şuncacık balıktan, koca koca adamlarız” cevabını verip pis pis bakıyorum Zafer’e. Cimri midir ne Allah Allah? Açız işte kardeşimmm! Balığın yanına ekmek niyetine bol miktarda Nan, ayrıca Dal, Thali, Pilau (Pilav), Cacık, Tanduri de söylüyoruz. (bir şeyler daha mı vardı ne?) Bak biz Türk’üz usta, keleğe gelmeyelim, turist işi olmasın, ne kadar ödeyeceğiz bu balığa ? El cevap: 500 Rupi.(11-12 $). Burası için fazla. Bizim içinse kişi başı 4 $= 6 YTL. Sesimizi çıkarmıyor ve kazıklanmanın keyfini yaşıyoruz : )Buz gibi bir bira açtırıyorum hemen. Aman aman aman, harika! Bunu okuyup da giden olursa, bak şuraya yazıyorum, Goa’da bir akşam vakti, Hint Okyanusuna karşı geçip de bir “Kingfisher” açtırıp içmez ise, iki elim yakasında olur ona göre : )Balık gelmeden dibi geliyor buz gibi biranın. Hımmm, enfesss.. Bir tane daha getir hele gardaşş.. Kendimi çok ! iyi hissediyorum, hatta bundan daha iyi olduğum zamanlar var mıydı, nelerdi diye düşünüyorum kendimce. Saçmalıyorum işte : )Her şey fotoğraflık burada. Makineni nereye çevirirsen orada çekmeye değer bir şey buluyorsun. O kadar fazla karşıtlık ve ilginçlik taşıyor ki bu ülke içinde, bir yerden sonra şaşkınlık ve şok yaşamaktan yorulmaya başlıyorsun. İlk günkü koku, mide bulantısı ve şaşkınlığın verdiği kaçma duygusu yerini keşfetme ve farklı olanı yaşama duygusuna bıraktı. Hindistan, içinde her noktası keşfe hazır dünyalar barındıran genç, taptaze, utangaç bir bakire sanki, ona dokunma, onu keşfetme heyecanı bile insanı yerinden zıplatıyor ! : ) Biramı yudumlayıp, bunları düşünürken birden, aniden, işte tam o an, sevdiğimi hissediyorum artık burayı, Hindistan! Uçsuz bucaksız özgürlüklerin ve keşiflerin ülkesi! Seviyorum be seni! Yemek sırasında olduğu gibi (daha doğrusu burada hep olduğu ve iyi ki olduğu gibi) yine elektrik kesiliyor. Palolem’de sahil boyunca yer alan birkaç bardan biri olan “10’s Planet”(10. Gezegen)’in masa ve sandalyeleri, diğerleri gibi deniz kıyısına kadar geniş bir alana yayılmış, Avustralyalısından Korelisine, İsveçlisinden Arjantinlisine dünyanın her tarafından gelmiş yüzlerce insan müziğe uyup dans ediyor. Herkes çoktan sarhoş olmuş. Ama sarhoşluk içkiden değil, hemen herkesin elinde esrarlı, mariunalı sigaralar, çeşitli uyuşturucular…Gençler ağırlıklı ama arada Çiçek Çocuklarından birine de rastlamak olası. 60’ına yaklaşmış, upuzun bembeyaz saçlarıyla hala 70’lerde yaşıyor gibiler. Esmer ama iyi giyimli biri, dut gibi olmuş, konuşamıyor, hatta ayakta duramıyor, bir elinde sigara, diğerinde rom şişesi, bize yaklaşıyor. o kadar uçmuş ki ne dediği anlaşılmıyor, Münih’te yaşayan bir Alman Çingenesiymiş. Şaşırıyorum, Almanya’da Çingene olduğunu duymamıştım. Oooo diyor, bu kez o daha büyük bir şaşkınlıkla Türk olduğumuzu öğrenince, “ben Türkleri çok severim, bir dolu arkadaşım var, ne işiniz var burada?”. Muhtemelen bir gay, oldukça da yapışık biri, “sigara”sı çok güzelmiş, uzatıyor, reddediyorum, ama denemek isteyenler de yok değil aramızda, biri alıp yakıyor sigarayı. Dikkatle bakıyoruz yüzüne. Hiçbir şey olmuyor. “Ya biz beceremedik içmeyi ya da kandırıldık, bunda bir şey yok” diyor meraklı arkadaş : ) Zor kurtuluyoruz hem esmer hem iyi giyimli hem Alman hem gay hem de yapışkan arkadaştan. Yürüyoruz sadece ay ışığının aydınlattığı kumsal boyunca. Dalga seslerine sohbetimizin sesi karışıyor. Giderek ortalık tenhalaşıyor. Saat kaç? Ooo, 03.50. Artık yatmalı. Bambu evlerimizdeki tahta yatak ne kadar da cazip şimdi. Gidip yatıyoruz. Sabah erkenden Goa Eyaletinin başkenti Panaji’ye gideceğiz. Yattıktan sonra bir süre uyku tutmuyor, elektrik kesik, ortalık zifiri karanlık, sadece denizin, kendi dilindeki hırçın konuşması duyuluyor. Dalgalar nerdeyse muhteşem sefillikteki kulübemin kapısına kadar vuruyor. Rüzgar, ufak camsız penceremden içeriye doluyor teklifsizce. İnce örtüyü çekiyorum iyice üstüme. Yan kulübedeki İsrailli sevgililerin sesleri de olmasa, koca evrende bir başıma olduğumu sanacağım nerdeyse. Gökçe’yle Deniz’i çok özlediğimi fark ediyorum birden, burnumda tütüyor çocuklar :(Sahi, gökyüzünde ne de çok yıldız varmış ?<br /><br />-DEVAM EDECEK-irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-31000385948011172732009-11-13T08:32:00.000-08:002009-11-13T08:33:33.967-08:00Bir Düş Ülkesi: Hindistan - 106।03, Pazartesi, İstanbul-Doha-Bombay, 1।Gün. <br /><br />Belimdeki ağrı, sürekli fikir değiştirmeme neden olsa da işte havaalanındayım. Rehberimiz Sevgili Zafer ve 6 kişilik ekibimizin diğer üyeleri gelmiş. Üstümde Hindistan’a kadar gidip de bu bel ağrısı yüzünden oralarda rezil olma korkusu. Ama artık cayamam, paralar verilmiş, biletler alınmış. Bu fırsat bir daha gelir mi? Ölsem de gideceğim. Katar Havayolları bir acayip. Uçağın kalkış saati 14.00 ama hayır 16.00’da kalkacak diyor kontuardaki kızlar. Aradan biraz geçince bu kez 1,5 saat daha rötar olduğu bildiriliyor. Haydaaa… Nasıl geçer bu kadar zaman? Biraz free shop’larda zaman öldürüyoruz. D&R’dan son ayların flaş kitabı Robin Sharma’nın “Ferrarisini Satan Bilge” kitabını alıp okumaya başlıyorum. Eh, Hindistan yoluna da böyle bir kitap yakışır zaten. Nihayet, saat 17.30’da uçağa almaya başlıyorlar. Saat 18.00’de havadayız. Çok bekledik ve sıkıntılı başladı ama eğlenceli bir yolculuk. Servis iyi, hostes kızlar her milletten ve oldukça güzel, uçak rahat. İtalyan şarabı da var, hem de oldukça kaliteli:-) Başkent Doha ışıl ışıl. Dümdüz bir ovada kurulmuş bir şehir, her yerde rengârenk ışıklar. 800 bin kişilik bir nüfus. Bir şehir devleti sayılabilir zaten Katar, Doha’dan başka görülecek bir yer yok. Doha’dan bindiğimiz uçak bizi Bombay’a götürecek. Neyse ki uçak serin, klimalar deli gibi çalışıyor. Belimse iğrenç ağrıyor. Sırtıma dayanak olsun diye yastık istiyorum, bu biraz daha rahatlatıyor. Uçaktan inerken bunu ödünç (!) almayı planlıyorum, uzun Hindistan yollarında oldukça işime yarayacak. Sanırım anlamazlar, ha bir eksik ha bir fazla değil mi ama? :-) . Uçakta ilk kez Hintlilerle karşılaşıyoruz. Rengârenk sarileriyle kadınlar ve türbanlarıyla Sihler oldukça garip ama hoş. Sersem gibiyim, yarı uyanık yarı uykulu bir yolculuk. Öndeki şişman Hintli kadın da aksi gibi koltuğunu yatırdı en arkaya kadar, hareket etmek olanaksız. Zaten belim de rahat vermiyor ki bir türlü. Ne halt etmeye geldim ki bu kadar uzaklara bu halimle? Çok kötü olursam, ağrılar dayanılmaz olursa diye yanıma ağrı kesici Voltaren iğnelerden aldım ama nerden bulacağım da kime yaptıracağım? Lanet bir durum. Basıyorum küfrü. Ama biliyorum ki aşağısı Hint Okyanusu. Bu düşünce gülümsetiyor her şeye rağmen. Keşke gündüz olaydı bu yolculuk. Tam artık dalacağım ki, birden aşağıda ışıklar başlıyor ve giderek yoğunlaşıyor. Ne olduklarını anlamaya çalışıyorum önce. Gemiler ! Ne kadar da çoklar, ne kadar da çok gemi var! Gözlerimi açıyorum bin bir zorlukla. Uyunacak zaman değil. Ve işte uzaklarda Bombay’ın şehir ışıkları ! Ne kadar da büyük bir şehir bu? (18 milyonmuş). Sonunda yere değiyor uçağın tekerleri. Türkiye’yle arada 3,5 saatlik bir zaman farkı var. Saatim Türkiye için gecenin 2,5’uğunu gösteriyor ama Bombay’da hava aydınlanıyor. Geldik işte ! Namaste ji Hindustan! (Selam canım Hindistan!). Uçaktan inip terminale gitmek için havaalanı otobüsüne biniyoruz. Şehrin büyüklüğü gibi bu da git git bitmiyor. Her şey devasa boyutlarda bu ülkede, kocaman bir havaalanı. Sonunda Terminal binası. Uzunca bir koridorda yürüyoruz bu kez. Sıcak yüzümüzü yakıyor, üstelik daha hava bile tam aydınlanmadı, gecenin kör karanlığı, gündüz nasıl olur ki bu, gece böyleyse? Daha Terminal binasında gösteriyor yüzünü Hindistan. Yoksulluk ve sefalet॥ Yatak şeklindeki uzun koltuklarda yatan yüzlerce insan. Klima yerine her yerde görülen çok sayıda dev vantilatörler. Yine de yetersiz elbette. Yapış yapış bir sıcak. Boğucu! Ne halt etmeye geldim ki? Çıkışa doğru deklarasyon isteniyor. Kaç paramız var, nerde kaç gün kalacağız filan. Sabahın şu saatinde bu yorgunlukla hiç çekilmiyor. Bi dolu soru. Gümrük polisine teslim ediyoruz deklarasyonu, kalacağımız yeri soruyor. Bilmiyoruz ki nerde kalacağımızı? Üstelik bir de dediklerini anlasam adamın, İngilizcem şahane değildir ama Hintlilerin konuştuğu İngilizceyi anlamak için 2 -3 tekrar yaptırmak gerekiyor. Nasıl konuştuklarını anlamanız için ağzınıza bir peçete atın, çiğnerken de İngilizce konuşmaya çalışın, işte öyle. Allah’tan çok üstünde durmuyor. Ama vizeleri dikkatle ve uzun uzun kontrol ediyor. Dünyanın her yerinde Türk olmak zor. Sonunda basıyor amcam tüm suratsızlığıyla suratımıza yumruk atar gibi mührü, çıkıyoruz gümrükten sonunda, ya Allah bismillah! :-) . Arkasında bir polis daha var, yine kontrol. Kağıtlar, vizeler, her bir şeyimiz cillop gibi tamam abi, bırak bizi gidelim. Bırakıyor. Çıkış öncesi change ofislerin birinden 100’er dolar bozduruyoruz. 1 dolar 42 rupi. Dışarıda 44’e bozuyorlar. Şehirde 46’ya. Sonra sonra 49’a bozanlara da rastlıyoruz. Yani siz siz olun kendinizi daha sonra salak gibi hissetmemek için acele etmeyin. Kapıdan çıkmadan bir polis kontrolü daha, e sıktınız tamam ama canım kardeşimmm ? Nihayet bina dışındayız. Aman o ne, içeride hemen her köşedeki vantilatörler meğerse ne nimetmiş, serinletiyormuş havayı, dışarı çıkar çıkmaz yapışıyor t-sirt' üm üstüme. Ama sıcak değil asıl çarpan, İnsan, gürültü, insan, sinekler, motorlu rikşalar, insan, bizim hacı muratların biraz daha çekmişi taksilerin hiç susmayan kornaları, insan, insan… Ya rab, aklımı koru, nereye geldim ben? <br /><br />Her şey farklı dedim ya, laf değil, hakikaten farklı. Bir kere yollar soldan değil, İngiliz usulü sağdan. Bu zaten yeterince şaşırtıcı. Bunun üstüne bindiğimiz taksinin 1950’lerlerden kalma olduğunu düşünün (hepsi birbirinin aynı bu taksilerin, renkleri, modelleri, her şeyi). Hani biz de yanlarda aynalar olur ya, dikiz aynasının dışında aynaları yok bu araçların, aslında o bile gereksiz çünkü hiç kullanmıyorlar. Zaten tampon tampona yolculuk derler ya, hah işte o Hindistan ‘da hakiki anlamını buluyor. Bir kere binlerce araç, dip dibe, yan yana, kıç kıça. Hemen her araçta “Horn, ok please” (Korna, evet lütfen) yazısı var ve buna Tanrı Şiva’nın sözü gibi harfiyen uyuyorlar :-) . Araçları hep tek elle kullanıyorlar, çünkü diğer elleri sürekli kornada. Buna rağmen, fırsat buldukları anda mümkün olan en büyük hızı yapıyorlar. Tamam, biraz iri olabilirim ama ilk kez bir araçta başımla aracın tavanı arasında mesafe sıfır. O kadar ufak ki bu taksiler, başım tavana değmesin diye eğmek zorunda kalıyorum. Etrafı izliyoruz büyük bir sessizlik ve şaşkınlıkla. Anlatması zor gerçekten. Yol üstündeki manzaralar bir felaket. Kartonların üstünde, hatta onu bile bulamamış olanları var, düz yerde yatanlar, naylonlarla kapatılmaya çalışılmış, üstü gökyüzü manzaralı yan yana yüzlerce aileyi komşu yapan aynı türden mahalleler, çocuklar, yaşlılar, insanlar, insanlar.. Kimisi bir naylon uydurup çekmiş üstüne, çoğunda o da yok. Bir nehir kenarından geçerken burnumuzun direği kırılıyor. Kanalizasyon akıyor nehir yerine. Onca yoksulluğa rağmen, ne garip, sadece altlarında bir don, dişlerini fırçalayan insanları görüyoruz her yerde. Çelişkiler ülkesi diye boşuna dememişler buraya.<br />Sonunda yabancı turistlerin rağbet ettiği bir “guest house” olan otelimize geliyoruz। Merkezi bir yerde। Yol boyu hiçbirimizin ağzını bıçak açmıyor। Yorgunluk, uykusuzluk, bunaltıcı sıcak…Bütün bir şehre sinmiş, midemi geren, acıtan, bulandıran bir koku, yol boyu kamyon çarpmışa benzeten sefalet görüntüleri, insan, araç, hayvan kalabalığı… Ne menem bir yere geldik biz? Acaba yarın geri dönüş için bir uçak bulabilir miyim ? Bir gün daha kalamam burada। Nasıl olacak yarın? Nasıl duracağım ben yarına kadar? Guest House’un resepsiyonunda canından bezmiş bir Hindu karşılıyor bizi। Yer yokmuş। Ama çıkanlar olacakmış, beklememizi söylüyor। Ne kadar? Belli olmazmış. Burası Hindistan, zaman daha ağır işler burada, evet okumuştum Türkiye’deyken bunu. Türkiye… Ne kadar da uzak şimdi, ne kadar da başka Hindistan’la. Beklemek için kafeteryaya geçiyoruz. Ben içeride duramıyorum, çok yoğun bir koku, çok ağır. Pencere kenarına gidip oturuyorum. Hiç olmazsa biraz hava geliyor buradan. Şu koku olmasa, ah olmasa, belki beklemek o kadar koymayacak. Sadece buraya değil, bütün sokağa, bütün Bombay’a, bütün ülkeye sinmiş bu koku. Bunu tuvaletlere gidince daha iyi anlıyorsun, pek temizlik düşkünü olmayan benim bile midem bulanıyor. Uykusuzluk , yorgunluk ve şaşkınlıktan şoke olmuşuz, hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Zafer çay getiriyor. Çay dediysem, bildiğimiz çay değil. Onun için “black tea” diyerek istemek gerek ve her yerde de bulunmuyor. Bizim gibi çay (çai) diyorlar ama “Çay” deyince anladıkları İngiliz tarzı, içinde siyah çay ve zencefil gibi aromalı otlar olan, şeker ve sütle karışık servis edilen sıcak sütlü çay. Nihayet epey bir zaman sonra büyük bir odanın boşaldığını haber veriyorlar. Tek istediğim uzanabileceğim bir yatak, başka bir şey istemiyorum. Masaların üstünde sızan bizler için, odanın 8 kişilik ve yan yana dizilmiş yataklardan oluşması, çarşaf, kılıf, yastık gibi gereksiz ayrıntıların olmaması hiç önemli değil. Yatacak bir yer olsun yeter ki! Üstelik bu odanın kendine ait bir tuvaleti bile var! Hemen kabul ediyoruz. İngiltere’den vize almak için ta Haydarabad’dan gelmiş olan 3 Hintli gencin başında bekliyoruz bir an önce boşaltsınlar diye. Dişlerini fırçalıyorlar sırayla uzun uzun. Yattıkları yerin nasıl bir yer olduğu, temiz olup olmaması önemli değil, ama dişler illa ki fırçalanacak :-) . Yataklar çarşafsız ama neyse ki uyku tulumumu almışım yanıma. Açıp uzanıyorum üstüme. Belim çok ağrıyor. Ne kadar uzun bir gündü bu. Yorgunluk, şaşkınlık, sersemlik veacıdan bir süre uyuyamıyorum. Bombay yeni bir güne uyanıyor. Ben, uykuya dalıyorum…07.03.2006, Salı, Bombay, 2.GünBirkaç saatlik ölüm derinliğindeki uykudan sonra Zafer kaldırıyor bizi. Bin bir küfürle zorla kalkıyorum. Yolumuz uzun, görülecek yer çok, zaman az. Bombay açıklarındaki Fil Adası’na gideceğiz. Tekneyle 1 saat çekiyor, acele etmeliyiz. Tekneye bineceğimiz yer olan limanda İngiltere Kralı 5. George’un Hindistan’ı ziyareti anısına geçtiğimiz yüzyılın başlarında yapılmış muhteşem bir kapı bulunuyor. (5.George’du değil mi? Kraliçe Elizabeth miydi yoksa? Yok canım, George’du işte॥ ) “Elephant Island”, Yaratıcı Tanrı Brahma adına çok eski devirlerde yapılmış dev kaya anıtlarını barındırıyor. Bir adada olduğu ve bilinmediği için İngiliz ve Portekiz sömürge dönemlerinde diğer tarihi eserler gibi tahrip edil(e)memiş. Adaya çıkışta komik bir lunapark trenine biniyoruz. Eğlenceli insanlar şu Hintliler, çünkü bütün yolculuk 50 metre bile sürmüyor :-) . Her taraf maymun dolu ve maymunlar insanları kolluyor. Tabelalardaki uyarılar, “sakın ola ki yiyecek bir şey olmasın elinizde” şeklinde, kimi maymunlar yiyecek almak için saldırıyorlarmış. Gerçekten de bir turiste saldırıyorlar gözümüzün önünde. Belki tanımadığımız için bize hep sevimli gelen maymunlar aslında oldukça korkutucu hayvanlar olabiliyormuş. Dağdaki kayaları oyup devasa Tanrı heykelleri dikmişler. Etkileyici. Akşam yemeğini hostelde yiyoruz. Menü zengin. Patatesi ikiye bölüp kaynatmışlar kumpir gibi. Yalnız patates tatlı. Şeker döktüklerini sanmayın(ben öyle sandım), cinsi öyleymiş, tatlı patates! Ve bezelye haşlamasını yanında bolca neolduğunuallahbilir sos ile tabağa boca etmişler. Böyle bir yemek işte. Ha çorba da var. Ne çorbası olduğu tarafımızdan anlaşılamadı ama tadı güzel :-) . Yemeğin yanında sütlü çay da ikram ediliyor. Soğuk ve tatsız. İçemiyoruz. Televizyonda haberler var. Varanasi’de merkez tren istasyonunda bombalar patlamış, 8’den fazla ölü var. Keşmir eyaletinin Pakistan’a bağlanmasını isteyen ayrılıkçı İslamcı teröristler sık sık bu tür eylemler yapıyor. Varanasi, planlarımızda gidilecek yerler arasında en başta geliyor. Tedirgin oluyoruz elbette, aramızda konuşuyoruz, kaçmaya, saklanmaya mı geldik ulan, gitmek en iyisi, hem artık orası yoğun güvenlik önlemleri nedeniyle her yerden çok daha güvenli olacak fikr-i sabitindeyim. Gitmeye karar veriyoruz. Yemekten sonra dışarı çıkıp Bombay’ın akşam kalabalığına karışıyoruz. Hava yine sıcak ama dayanılmaz boyutlarda değil. Sanki biraz daha serinlemiş. Her yanımız sürekli bir dilenci ordusuyla çevrili. Bir güruh halinde gidiyoruz nereye gidiliyorsa. Çok sıkıntı veren bir şey bu. Devamlı el açan ihtiyarlar, adamlar, kadınlar, kucağında çocuklu çocuklar…Dükkanlara girip çıkıyoruz, turist olduğumuz için fiyatlar şişirilerek söyleniyor genellikle, buna rağmen her şey oldukça ucuz. Ekipteki bayanlar, Türk kadınına yakışır şekilde(!), fiyatların da etkisiyle ilk geceden alışverişe başlıyorlar. Aman etmeyin eylemeyin, “bunların taşınması var, 1 ay boyunca çok fırsatınız olacak” diyorsak da durduramıyoruz. Bizim pazarlara benzer ama sürekli bir pazar kurulu her yerde. Ortalık çöp yığınlarıyla kaplı; çöpleri karıştıran inek, köpek ve keçileri bizden başka kimse garipsemiyor. Gecenin ilerlemiş saati olmasına rağmen, kalabalıkta bir azalma yok, herkes dışarıda sanki. Zaten herhangi bir yer bulan olduğu yerde kıvrılıveriyor. Bu gökyüzü aynı gökyüzü mü? Aynı dünyayı mı paylaşıyoruz bu insanlarla biz?Önce yolumuzu kaybediyoruz, sonra sahile çıkıp denize yakın olan misafir evimizi buluyoruz. Hintli pek yok, genellikle İsrail, Fransız, Japon ve İspanyol. Ama Birleşmiş Milletler gibi, Kanadalısından İsveçlisine, Yeni Zelandalısından İtalyanına kadar her ülkeden insan var burada. Genellikle 20-40 yaş arası. Bizim geniş odamızın hemen karşısında 3-4 tane Kanadalı genç kız kalıyor. Hep gülümsüyorlar, bu da pozitif enerji veriyor etrafa. Ama ne kadar rahat kızlar yahu, koridorda, üstlerinde hiç bir şey, altlarında sadece iç çamaşırı, yıkadıkları çamaşırları asıyorlar :-) . Tövbe estağfurullah! :-) . Gülümsüyorlar, sırıtıyorum. Bombay’ın gürültüsü hiç azalmadan devam ediyor. Yarın yine yoğun bir gün olacak. 08.03.2006, Çarşamba, Bombay, 3.Gün.Nasıl anlatmalı ki? Sabah 08.30’da uyanınca 09.15’e kadar olan kahvaltıyı kaçırdık. Neyse ki daha yeni kaldırmışlar, yine de biraz uğraşınca kahvaltımızı veriyorlar.Kahvaltı sonrası Terence bekliyor bizi. Terence, Zafer’in daha önceki gelişinde tanıştığı biri. Kızılderililere benziyor daha çok(çok Kızılderili tanırım da sanki), kısa sayılabilecek boyda, upuzun saçlı, oldukça zayıf, ağzı kulaklarında gülen, koyu esmer, bembeyaz ve bakımlı dişleri olan, güleç yüzlü ama biraz üçkağıtçı görünüşlü Bombay’lı bir Hintli. Yani sevimli bir hergele. Bir tür yerel rehber Terence. Gezilecek yerleri gezdiriyor, biletli girilen yerlerde biletleri turistik değil yerli fiyatından alıyor, nispeten temiz lokantaları seçiyor ve her yerde bizim yerimize pazarlık yapıyor. Kısacası faydalı biri. Ne kadar sizinle olacağına siz karar veriyorsunuz, işi gücü yok. Karın tokluğuna geliyor, ama sonunda para verirseniz hayır demiyor elbette :-) . Karın tokluğuna dediysem, zihninizde sakın ha acıma uyanmasın, Terence, görünüşünün aksine bir at gibi yiyor, üstelik en pahalısından. Hiç durmadan ve yorulmadan, en az 3 kişilik hem de, aman dikkat :-) . Söylediğine inanmak gerekirse İrlanda’lı bir dedenin 5. kuşaktan torunu oluyormuş. Ama nasıl oluyorsa diğer Hintlilerden daha esmer :-) . Dünyanın hemen her yerinde karşılaşabileceğiniz türden bir adam o, olduğunu değil olmak istediğini söyleyen, sonradan buna kendi de inanan. Neyse, eğlenceli bir tip. Dün de Fil Adası’nda eşlik etmişti bize. Kahvaltı sonrası buluştuk Terence’le, bu kez yanında genç bir Amerikalı da var. O da bugün bize katılacak, Terence çift kat kazanacak:-) . Yürüyerek önce Merkez Tren İstasyonuna gidip dün yanlış alınan biletleri değiştiriyoruz. Sonra yerel bir banliyö trenine binip Bombay’ın uzak bir mahallesine gidiyoruz. Her eve çamaşır makinesi almak yerine daha ekonomik bir yol bulmuş Hintliler. ‘Dobigat’ denilen bu bölge, şaşkınlık verici boyutlarda bir çamaşır yıkama bölgesi. Binlerce kişi, her gün Bombay’dan toplanan yüz binlerce parça çamaşırı bölgenin ortasından geçen nehirde yıkıyor, asıyor ve kurutuyor. Binlerce insan, karınca gibi çalışıyor, yüz binlerce rengarenk asılı çamaşırın ortasında. Çok ilginç bir yer. Neymiş, gelirseniz Bombay’a, ‘Dobigat’ görülmeliymiş. Hava cehennem gibi sıcak. Elimdeki su şişesini başımdan aşağı boca ediyorum. Anında buharlaşıyor, kuruyorum. Terence, 43 derece olacakmış bugün diyor! Ne garip, biz gelirken Türkiye’de kar yağıyordu . İnançlı Müslümanlar için oldukça önem taşıyan Hacı Ali Türbesine gideceğiz. Yolda 6’şar şeritli yolun kenarında yaşayanları görüyoruz yol boyu. Karısı bulaşık yıkarken, bir adam, koca bulvarın ortasında, üstünde üzerine yapışan bir don, evinin banyosundaki rahatlıkla banyo yapıyor. Aslında şaşmamalı, zaten adamın evi orası. Az ilerde bir kadın, tencerede yemek yapıyor. Sokak arası filan değil, basbayağı Konak meydanı gibi bir meydan burası ! Hacı Ali, Hintli bir Müslüman, inanışa göre Mekke’ye hacca gitmiş ve orda ölmüş. Günler sonra cesedi denizden evine dönmüş. Hacı Ali’yi buldukları yerde de Türbesini yapmışlar. Deniz kenarında çok güzel bir yer. Yol boyu bu kez Müslüman dilenciler. Onlarca, yüzlerce॥ Bu sırada çok ilginç bir şeye rastlıyorum, şaka değil, türbedeki cami minaresinin tepesinde al-yıldızlı bayrağımız dalgalanıyor! Türk bayrağını ülkemden 10 bin kilometre ilerde görmek şaşırtıcı gerçekten. Terence’e soruyorum, bilmiyor ama tahminim, buralarda ay-yıldız demek Müslümanlıkla eş anlamlı. Pakistan ve Tunus bayrakları da al-yıldızlı değil mi? Halifelik-İslam ve Türk aynı anlama geliyordu bir zamanlar Asya toplumları için. Türkiye deyince aslında hiçbir şey bilmiyorlar, Afrika’da olduğumuzu düşünene bile rastladım.Bel ağrım yok oldu diye sevinirken tam, bacak aram yanmaya başlıyor, adım attıkça daha çok acıyor, galiba pişik olmuşum, eyvah! Daha yolun henüz çok başındayız, nasıl dolaşırım ki bu halde ben? Türbe tuvaletinde peçete koyuyorum sürtünen bacak arama, teması kesmek için. Orda bir şeyle gezmek çok rahatsız edici, kadınların işi ne kadar zormuş yahu ? :-) . Biraz ilerdeki bir Hindu Tapınağına gideceğiz. Türbeden dönüş yolunda bir eczaneden çocukların pişik pudrasından satın alıyorum, ekip dalgasını geçiyor. Gerçekten çok acı veriyor sürtünmesi bacaklarımın, ‘bileydim molped alırdım gelirken, delikanlıyız ya’ diyorum, herkes gülmekten katılıyor. Terence için İngilizce’ ye çeviriyor biri, o daha çok gülüyor nedense. Yolda bir esnaf lokantasına giriyoruz. Giriyoruz, ama biraz uğraşmamız gerekiyor bunu için, bir kere zaten dışarısı cehennem sıcağı, içerisi daha beter, ikincisi içerisi çok kalabalık ve sonuncusu üstelik bu en kötüsü, öyle bir koku var ki, dayanmak ne mümkün? Ama ‘Masala Dosa’ yiyeceğim, denemeden olmaz. Masala Dosa, bir tür krep. Yanan bir ocak. Üstünde sac. Sacın üstüne krep hamuru dökülüyor. Üstüne domatesinden biberine, patatesinden yumurtasına envai çeşit malzeme boca ediliyor ve bir tür tokmakla ezilip karıştırılıyor. Beş dakkada beşiktaş tarzı pişen krep, bizim dürüme benzer bir şekilde sarılıp bir tabak içinde sosuyla beraber masaya geliyor. Ama bütün Hint yemeklerinde olduğu gibi o kadar acı ki, yemekten bir tat almak olanaksız. Ama acıdan mı yoksa gerçekten müthiş lezzetli ondan mı bilmem, yediriyor gene de. Yürüyoruz Tapınağa doğru. Tapınak, Maymun Tanrısına adanmış. Bu aynı zamanda Para Tanrısı da. Ne güzel değil mi, Para Tanrısına inanıyorlar. Dualarında ne istiyorlar acaba?:-) . Tapınak’a girişte yoğun güvenlik önlemleri var, geçtiğimiz gün Varanasi’de patlayan bombalar yüzünden olmalı. Bütün Hindu Tapınak girişlerinde çanlar asılı, her gelen çanı bir kez çalıp içeriye öyle giriyor, biz de öyle yapıyoruz. Çıkan ses çok ahenkli. İçerde Rahiplere tabak içinde çiçek, Hindistan cevizi ve çeşitli yiyecekler veriliyor, onlar da alıp Tanrı Heykelciklerinin yanına koyuyor. Ama bazen de oradan alıp insanlara veriyor, neden? anlamak zor. Tapınağın dışındaki arka duvarı ise boy boy yapışmış bozuk paralarla dolu, bu duvara bozuk paraları bir süre bastırarak tutuyorsun, eğer düşmezse dileğin yerine geliyormuş, düşerse alttaki kutular aracılığıyla Para Tanrısına gidiyor. Ama Tanrı Parayı seviyor olmalı, paraların pek azı 1 dakikadan uzun dayanıyor duvarda :-) . Tapınaktan çıkışta, Terence’in ısrarı üzerine ağaçların budanıp çeşitli hayvan şekillerine benzetildiği büyükçe bir parka gidiyoruz. ‘Gelmesek de olurmuş’ bir yer ama park çıkışında bir maymun oynatıcısıyla karşılaşmamız güzel. Adam önce maymuna değişik danslar yaptırdıktan sonra işaret edip yanına çağırıyor bizleri, sanırım ekibin en cesuru, burada aynı anlama gelmek üzere en salağı benim ki, sadece ben dinliyorum adamı. Maymun oynatıcısı, koca maymunu tepeme çıkarmasın mı? Maymun omuzlarıma oturup uzun tırnaklı elleriyle başımı tutuyor. Erkekliğe sürdüğüm hiçbir şey yok ama, Yusuf abi, Yusuf abi durumu had safhada söz konusu :-) . Suratım çok mu değişiyor ne, adam maymunu alıyor tepemden de rahatlıyorum. Parktaki tuvalette pudrayı bolca sürüp pedimi (!) değiştiriyorum. Bu biraz rahatlatıyor beni. Bizim İstanbul sokaklarında hıyar mevsiminde rastlanan cinsten acurları dizmiş bir tezgahta satıcı, hemen park girişinde. Acurlar hani göstermek gibi olmasın nah bu kadar! Kolum gibi terbiyesizim. Sadece acur değil, ananas, Hindistan cevizi, mango, karpuz, kavun, şeftali ve daha adını bilmediğim bir ton meyve de kaplara ince ince dilimlenmiş, satılıyor. Taze meyve, nefret edilesi güzellikteki acı Masala Dosa’dan sonra çok iyi geliyor herkese. Ananasa bayıldım, ne yalan söyleyeyim, Türkiye’de hem paraya kıyamadığım için hem de nasıl yeneceğini bilmediğimden ve sormaya da çekindiğimden bir türlü deneyememiştim şu ananası, muhteşem bir lezzetmiş! Ne çok şey kaçırıyoruz bazı şeyleri bilmemekle ?Taksiye binip Bombay’ın merkezindeki Crawford Market denilen alışveriş bölgesine gidiyoruz. Bildiğimiz Kapalıçarşının Bombay şubesi. Farkı, papağandan köpeğe, ananastan muza her tür hayvan ve meyvenin satışının da yapılması. Hindistan cevizi yığınları çok egzantirik. Bol bol fotoğraf çekiyorum. Garip, bazı Hintliler fotoğraflarının çekilmesine çok karşı, bazıları ise kendileri istiyor çekmemi. Çarşının bir yerinde çay içelim diyor ekipten biri. Tabi çay, sütlü çay olarak anlaşılmalı. Önceleri iğrenç gelmişti bu şekerli sütle karışık çay, yavaştan alışıyor muyum ne? Dükkanın sahibi Müslüman, bütün çalışanlar da öyle tabi, hepsi upuzun entariler giyiyor ve takke takıyor. Müslümanları ve Sihleri (Singh) ayırt etmek çok kolay Hindistan’da, uzun saçlı, türbanlılar Sih, entarili ve takkeliler Müslüman. Müslüman kadınlar ise, kimi sadece gözlerini açıkta bırakan bir çarşaf giyiyor, kimi ise sadece başını örtüyor. Ama sefalet ve pislik Müslümanlar için de geçerli, hatta benim gördüğüm kadarıyla Müslümanlar Hindulardan da sefil ve pis. Dükkan sahibi Müslüman olduğumuzu öğrenince çay parasını almıyor, Müslümanlığımız işe yarıyor. Kamasutra pozisyonlarını gösteren resimlerin olduğu dükkan en ilgi çekici yeri buranın. Envai çeşit erotik resim, kocaman boyutlarda duvarlarda asılı. Ekipteki kızlar kıkırdayarak kaçışıyor. Taksiyle Bombay’ın ünlü altın renkli Çovpati kumsalına gidiyoruz. Hava yavaş yavaş kararıyor. Biz ekipten nasıl olduysa hala yorulmamış 3 kişi, kumsalda yürüyüş yapıyoruz. Ellerimi Hint okyanusunda yıkıyorum. Önce uyanmıyorum, sonra birden farkına varıyorum bunun. Bu fikir beni güldürüyor. İlk kez bir okyanus görüyorum hatta dokunuyorum. Cemal Süreya ustanın dizeleri geliyor aklıma : “Selam size büyük durumlar doruk anlarDağ görgüsü kazanır Ağrı’yı bir kez görse de kişiMarmara’dan yirmi yılda çıkaramayacağı gerçeğiOkyanusu beş dakika seyretmekle kavrar” Kavrar mıyım acaba? Bu yolculuk neleri değiştirecek hayatımda? Necdet Şen, Hindistan yollarında kendini aradığı ‘Nereye’ adlı kitabında, nerede ve ne olduğunu bilmediği Atman’ı arıyordu. Benim Atman’ım nerede acaba?Hava kararana dek kumsalda uzanıyoruz. Işıklar yağıyor üstümüze onbinlerce. Balon satan dev yeşil gözlü küçük kızın fotoğraflarını çekiyorum bol bol. Ağız dolusu gülüyor. Ağız dolusu gülüyorum ben de! Esmer yüzünde aydınlanıyor beyaz parlak dişleri. O kadar da fena değil hani şu Hindistan yahu. En azından çok, pek çok farklı. Eh, bu da iyi bir şey. Kumsalda yanımıza yanaşan kimi insanlar masaj teklif ediyor. Biri gelip bir gidiyor. Nasıl masajdır bu artık bilmem :-) . Bu ülkede rahatsız edici şeylerden biri dilencilerin yapışkanlığıysa, diğeri satıcıların ısrarcılığı. Bir taraftan hafiften belim ağrıyor, bir taraftan da kıçım yanıyor!. Eh az yer gezmedik bugün. Ama arka arkaya buz gibi 2 bira rahatlatıyor beni. Oldukça lezzetli Hint biraları. Her eyalette başka başka markalar farklı fiyatlarla satılıyor. Genellikle bizim şişelerin 2 katı büyüklüğünde yani oldukça doyurucu ve fiyatı da makul (90-120 rupi / 2-3 $ ). Arka masada Hintli gençler arasında minik bir kavga çıkıyor. Pek rastlanmıyor aslında buralarda kavgaya, nispeten sakinler, yaşanan tüm sefalete rağmen. Hostelimize dönüyoruz. Soğuk suyla da olsa bir duş alıyorum. Kanadalı kızlarla vedalaşıyoruz, onlar 1 ay daha buradalarmış. Mail adresleri verilip alınıyor. Hostelden çıkış yapıp Merkez istasyona gidiyoruz. Bombay’dan ayrılıyoruz artık. Çok istediğim halde Bollywood’u göremedim. Bollywood malum, Hollywood’a atfen Hindistan’daki Film Endüstrisine verilen ad. Günde -evet yanlış duymadınız gün başına 3 filmin çekildiği bu endüstrinin kalbi de Bombay. Ne yazık ki fırsat ve zaman olmadı. Zaten 18 milyonluk bir kenti 2 günde nasıl bitirebilirsiniz ki? Bundan sonraki durağımız Hindistan’ın daha güneydeki eyaletlerinden Goa. Goa eyaleti, ülkenin turizm cennetlerinden. Aynı zamanda 60’larda başlayan çiçek çocukları ve hippi yolculuklarının son varış noktası. Tren hareket ettikten sonra sohbetimize viski-cola eşlik etmeye başlıyor. ‘Seni Hindistan’da ilk çarpan şey nedir’ oyunu oynuyoruz. Oyuna viski, viskiye kahkahalar karışıyor. Bir zaman sonra 2 tren polisi gelip içki içmenin yasak olduğunu söylüyor, bilmediğimizi söyleyip özür diliyoruz, ama bu bir işe yaramıyor, cezası 3 bin rupi imiş (80 dolar) . Hindistan koşullarında çok büyük para. Ödemeyeceğimizi söylüyoruz, ilk durakta indirip polis merkezine götüreceklerini söylüyorlar. Konuşmaları dinleyen 2 Hint genci araya girip bize 1000 rupi rüşvetle polislerin razı olacaklarını fısıldıyor. Çaresiz veriyoruz. Yarım kalan şişeyi de alıp gidiyorlar. Asık suratlarla ‘Sleeper Class’ yani yataklı sınıf olan yerlerimize uzanıyoruz. Uyuz oldum şu rüşvete ama yapacak bir şey yok. Yatmadan önce tuvalete giderken az önceki polisleri görüyorum. Kahkahalar eşliğinde bizden aldıkları viskimizi içiyorlar. Cola da ister misiniz ulan ! Zehir Zıkkım için be! Saat 02.00. Uyumalıyız. Goa’yı düşünerek sakinleşiyorum. Bekle Goa, hippi cenneti, geliyorum. 09.03.2006, Perşembe, Goa, 4.Gün.Sabah baş ağrısıyla uyanıyorum. Yanımızdaki kompartımanda bulunan Hintli gençler sabaha kadar şamata yapıyorlar. Tost ekmeği arası ince kaşar peynirinden oluşan kahvaltımızı yapıyoruz. Ekmek neredeyse kar beyazı, hiç bu kadar beyaz ekmek görmemiştim. Peynir, Türkiye’den getirilen nevaleden artakalan. Pencereden, çoktan değişmiş bitki örtüsünü izliyoruz. Kokonat, Hindistan cevizi ağaçlarından oluşan sık ormanlar, yemyeşil bir örtü, ara ara çeltik tarlaları…Ormanlar arasında bembeyaz yükseliveren kiliseler çok şaşırtıcı. 1961 yılına kadar aralıksız 500 küsur yıl Portekiz sömürgesinde kalan Goa eyaleti, Hindistan’a bağlanan son eyalet olmuş. Bu kadar uzun süren sömürgeliğin etkisi de o derece kalıcı olmuş tabi. Eyalette Hıristiyanlık dini mutlak egemen. Trende yolculuk ettiğimiz sınıfta klima çalıştığı için içerisi oldukça iyi ama dışarıdaki sıcak içeriden bile belli oluyor. 2 saatlik bir rötarla Goa eyaletinin başkenti Margao Garına giriyoruz. Zafer, dönüş için aldığımız ama Bombay’dan değiştirmeyi başaramadığımız biletleri değiştiriyor. Asıl varış noktamız Palolem sahili. Bunun için taksi-dolmuş ya da otobüs seçeneği var. Taksi-dolmuş için kooperatifin gişesine gidip paramızı yatırıyoruz. Gidilecek yerin tarifesi ve mesafesi belli. Gişenin bulunduğu barakada parayı ödüyorsunuz, size aracın plakası veriliyor, aynı zamanda araca anons yapılıyor, araç geliyor ve biniyorsunuz. Oldukça kötü ve dar bir yoldan, yine 60’lı yıllarda son üretimi yapılmış olsa gerek bir minibüsle berbat bir yolculuktan sonra nihayet Palolem’e geliyoruz. Yolun son 5 kilometresi bir şiir gibi geçiyor, yemyeşil bitki örtüsü yoğunlaşıyor, havada kır çiçeği kokuları sarhoş edecek derecede artıyor. Sonunda sahile çıkıyoruz. İfade etmek, anlatmak gerçekten çok zor Palolem’i, filmlerden bir sahneyi izliyoruz sanki, hani ıssız bir adaya düşer ya esas oğlanla esas kız, cennet gibidir her yer, altın sarısı upuzun bir kumsal, denize doğru eğilmiş Hindistan cevizi ağaçları, yabani kuşların, egzotik hayvanların sesleri, arkası yemyeşil ve sık bir orman, ön tarafta turkuvaz renginde uçsuz bucaksız okyanus… İnanılmaz, tarife gelmez bir güzellik… Beton yok, bu derece ünlü bir yer olmasına rağmen, insan pek az. Bütün yapılaşma, kumsalın bitip ormanın hemen başladığı alandaki bambu ağaçlarından yapılma tek göz odalı oteller. Oda dediysem brandayı bambuların üstüne ser, üstünü yapraklarla doldur, işte sana otel odası. Bu odalar, dört ahşap kazık üstünde yükseliyor, etrafı, üstü, çevresi bambu yapraklarıyla kaplı. Öyleki geceleri yaprak aralarından gökyüzünü izleyebiliyorsunuz ! Merkeze yaklaşık 100 metre olan ilk beğendiğimiz yerde (aslında hepsi aynı, sadece dükkanların yoğun olduğu merkeze yakınlık-uzaklık farkı var), yer ve fiyat soruyoruz, oda başı 200 rupiymiş. Yaklaşık 4 dolar. Dikkatinizi çekerim, bu 2 kişilik oda fiyatı ! :-) . Denize elini uzatsan dokunma mesafesinde, dalgalar önünüzde dans ediyor, doğanın sesleri dışında bütün duyduğunuz ses sadece kendi iç sesiniz. İnanılmaz… Dünyada bir cennet varsa, kesinlikle burası olmalı. ‘Palolem Beach Restoran’a oturuyoruz. Açlığımızı yatıştırmanın zamanıdır. Adı afilli ama bizim köy kahveleri benzeri bir yer. Siyah çay varmış, aman getir kardaşım, biz Türk’üz, 2 gün çay içmesek kamyon çarpmışa döneriz ! Büyük bardaklarda sallama çaylarımız (başka türlüsünü bulmak zaten hayal) ve peynirli tostlarımız geliyor. Manzara muhteşem, ambiyans olağan üstü ama servis acayip yavaş. Uyarmamıza rağmen 40 dakika bekliyoruz. Ama Allahları var, domates-peynirli tostumuz muhteşem olmakla kalmıyor, miktar olarak da doyurucu. Acımamış, nerdeyse bir büyük tost ekmeğini kişi başına tahvil etmişler, Türk olduğumuzu, ekmeksiz doymadığımızı anladılar mı ne? :-) Beklerken ikinciyi söylemiştik, bir üçüncüyü de götürüyorum çayın, tost sonrası. Oha, amma yedik be! Yemek sonrası otelimize gidiyoruz. Odamızın altında yavru domuzcuklar özgürce geziniyor. Vakit, öğle sonrasına doğru uzanırken, dinlenmeye çekilenler çoğunlukta ama ben yüzmeye karar veriyorum. Odaya atılan eşyalar ve alelacele giyilen mayodan sonra kendimi Hint okyanusuna atıyorum. Orman yeşili bir rengi var denizin. Hatırı sayılır büyüklükte dalgalar vuruyor kıyıya, yüzmek zor, yine de vazgeçmem, okyanusta yüzeceğim! Yüzüyorum. Hayır yüzmüyorum, kucaklıyor, öpüyor, okşuyorum onu. Sıcacık, dost ve sevecen. Kulaçlarım birkaç metrelik dalgalarda kayboluyor yine de. Bolu dağı kapanmış, İstanbul yine perişan, İzmir’e bile kar yağmış bugün, şu benim yaptığıma bak. Çıkışta, sırf gıcıklık olsun diye, “ben iyiyim, biraz yoruldum sadece, az önce denizde çok yüzmüşüm de…” mesajları çekmeyi planlıyorum dostlara :-) . Çıkıp, ‘big and cold please’ illa ki, bir ‘Kingfisher’ bira söylüyorum. Her yerde en çok bu markanın reklamı var madem, getir kardeşim bir kalite kontrol yapalım! Geliyor. Bizim Efes’e yakın tadı, oldukça güzel. Bir zaman sonra teker teker damlıyor ekip. Bana katılanlarla birer tane daha götürüyoruz. Hımmm, olağanüstü her şey, Tanrım, yaşamak ve keşfetmek ne güzel! Oysa daha birkaç gün önce dönmeyi (kaçmayı?) düşünen ben değil miydim? Birkaç arkadaş hava akşamüstüne döner ve Palolem’e yavaştan karanlık çökerken sahil boyu yürüyüşe çıkıyoruz. Denizin nehirle birleştiği bir yer varmış ilerde, gayemiz onu keşfetmek bugünden. Aa, o da ne, ekibin diğer üyeleri, elinde sırığıyla bir sandalcı başlarında, sandaldan iniyorlar. “Aman kaçırmayın siz de mutlaka binip dolaşın” diyorlar, hava kararıyor be, neyi göreceğiz ki? O kadar ısrar ediyorlar ki, dayanamayıp biniyoruz. Esmer ve niyeyse çekik gözlü sandalcımızın, sırığıyla iterek ilerlediğimiz sığ nehirde, sessiz ama kutsanmış bir ayinde gibiyiz. Motor filan yok, sandalcımızın kol gücü sadece, Venedik’teyiz sanki. Doğada tek başına, dingin ve sonsuz. Önce ilk duyulan ses sandalcının sırığının suya girip çıkarken çıkardığı ahenkli, tekdüze ses. Sonrası orman, nehir ve doğa. Kuş sesleri çeşit çeşit, başka orman hayvanları, biz yaklaştıkça kaçışıveren kim bilir hangi hayvanın suya girerken çıkardığı aceleci ses. Hafif bir rüzgar, rüzgarın, otların, ağaçların oynaşırken çıkardığı bildik tanıdık ses. Yakınlardan gelen bir puhu kuşu sesi. Ne çok ses, ne güzel ses… Müthiş bir dinginlik. Öylesine ki dinginlik ayak parmak uçlarımdan başlayıp başıma kadar yükseliyor, huzur ve doygunluk bu olmalı. Atman burası mı yoksa Necdet usta? Şu anda Türkiye, işim, evim, alışkanlıklarım, bütün o tanıdık bildik dünya ne kadar uzak! İliklerime kadar içime çekiyorum bu huzuru :-) . Akşam yemeğine oturuyoruz. Çeşit çok mönüde. Hint, İtalyan ve Tayland mutfağı var. Ayrıca balık. Epeydir balıktan uzağım, balık yemeğe karar veriyorum. Shark nam, kılıç balığı yavrusu ısmarlıyorum. Yavru dediysek, 2-3 kilo çekiyor hani. Sabah tost yediğimiz restoranda olduğu gibi, bekle Allah bekle, yemek bir türlü gelmiyor. Zafer’e bakılırsa, her şey her bir müşteri için ayrı ayrı ve tek tek hazırlanırmış bu ülkede, servis ondan gecikmekteymiş. Öyle olmalı, sütlü çay hazırlarken bile tek kişilik yani 1 bardaklık çay hazırlanıyor. Ne cins adamlar yahu? Saate bakmaktan usandığım ve söylediğim 1 şişe berbat Hint şarabının yarısına geldiğim ve umutlarımı artık kestiğim anda balığım, kiremit üstünde pişmeye devam eder halde önüme geliyor. Aradan sanırım 1 saate yakın zaman geçti, artık açlık hissetmiyorum. Kim yiyecek bu kadar balığı? O kadar çok ki. Ama tadına bakmamla hayrete düşüyorum, bu nerdeyse hayatımda yediğim en lezzetli balık! Tadına doyamıyorum. Hesap geldiğinde ise şaşkınlık içinde kalıyorum, o muhteşem balık 200, yarısını içmeden bıraktığım boktan şarap 400 rupi (10 $). Demek ki neymiş, şaraptan uzak durulacak, bira en güzeli, artık bira içilecekmiş.Yemek sonrası uzun bir sahil yürüyüşü yapıyoruz. Sık sık, uzun sürelerle elektrik kesiliyor Palolem’de, yine kesik. İyi ki de kesik. Dolunay var ve ay ışığında sahilde yürüyüş inanılmaz mistik, egzotik ve etkileyici. Sahilde tek tük çiftler kimseye aldırmadan sere serpe sevişiyorlar. Tabi bunda içtikleri otların etkisi de olmalı. Resmi olarak yasak olmasına rağmen bütün Hindistan’da mariunalı sigaralarını gönül rahatlığıyla içen insanlara her yerde rastlamak mümkün. Ne yalan söylemeli, insan bu rahatlığa şaşırıyor. Giderek, ‘Özgürlüğün bu derecesi de fazla abi’ zaruri fikrine eriyor. Gezginlerin başucu kitabı Lonely Planet, Goa’daki bu sahilleri anlattığı bölümde “uyuşturucu serbest gibi ama dönem dönem Hint polisinin baskınları yabancı turistleri Hint hapishanelerine götürebiliyor, aman dikkat” diyor.Bambu kulübelerimize dönüp yatıyoruz. Uzun ve uykusuz geçen tren yolculuğu ardından Goa sahilleri yormuş beni, hemen uykuya dalıyorum. Gecenin bir yarısı (tabi yine elektrik kesik) önce bambulara vuran tıkırtılarla uyanıyorum. Önce nerede olduğumu ve ne olduğunu anlayamıyorum, tıkırtılar giderek artıyor, yağmur bu, ama ne yağmur, sonra iyice hızlanıyor, 10 dakika sonra artık Muson yağmuruyla tanışmış oluyorum. Nasıl bir şey peki derseniz bir kova suyu alıp başından aşağı boca et, ama bunu sürekli yap, işte Muson :-) . Biraz seyrediyorum yağmuru. Denizi. Gökyüzünü. Kendimi. Her gün yeni bir yerde uyanmak, bilmediğini keşfetmek ne güzel. Yağmur sesine dalga sesi karışıyor. Işık yok, gök delinmiş. Ürküntüyle birlikte farklı olanı yaşama heyecanı iç içe. Tam dalacakken, ‘ulan ya şimdi tsunami olursa, ne halt ederim’ düşüncesi düşüyor aklıma. Korku, heyecan ve mutluluk bir arada, sıkıntılı bir rüyaya dalıyorum. <br /><br />-Devam edecek-irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-12138363927013975282009-11-11T06:39:00.000-08:002009-11-11T06:39:34.902-08:00Vietnam-Tayland-Laos-Malezya-Kamboçya<a href='http://1.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvrMoHGMy-I/AAAAAAAAA14/TP4O49tq6vY/s1600-h/MUHTE%C5%9EEM+VE+SEF%C4%B0L+G%C3%9CNEYDO%C4%9EU+ASYA.JPG'><img src='http://1.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvrMoHGMy-I/AAAAAAAAA14/TP4O49tq6vY/s320/MUHTE%C5%9EEM+VE+SEF%C4%B0L+G%C3%9CNEYDO%C4%9EU+ASYA.JPG' border='0' alt=''style='clear:both;float:left; margin:0px 10px 10px 0;' /></a> <br /><a href='http://4.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvrMoaXODjI/AAAAAAAAA2A/u6luumfPCU8/s1600-h/MUHTE%C5%9EEM+VE+SEF%C4%B0L+G%C3%9CNEYDO%C4%9EU+ASYA-1.JPG'><img src='http://4.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvrMoaXODjI/AAAAAAAAA2A/u6luumfPCU8/s320/MUHTE%C5%9EEM+VE+SEF%C4%B0L+G%C3%9CNEYDO%C4%9EU+ASYA-1.JPG' border='0' alt=''style='clear:both;float:left; margin:0px 10px 10px 0;' /></a> <br /><a href='http://3.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvrMo8Hrt0I/AAAAAAAAA2I/FjjJCmfZCko/s1600-h/MUHTE%C5%9EEM+VE+SEF%C4%B0L+G%C3%9CNEYDO%C4%9EU+ASYA-2.JPG'><img src='http://3.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvrMo8Hrt0I/AAAAAAAAA2I/FjjJCmfZCko/s320/MUHTE%C5%9EEM+VE+SEF%C4%B0L+G%C3%9CNEYDO%C4%9EU+ASYA-2.JPG' border='0' alt=''style='clear:both;float:left; margin:0px 10px 10px 0;' /></a> <br /><a href='http://4.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvrMpL1HtFI/AAAAAAAAA2Q/ivb_gt5BFMU/s1600-h/MUHTE%C5%9EEM+VE+SEF%C4%B0L+G%C3%9CNEYDO%C4%9EU+ASYA-3.JPG'><img src='http://4.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvrMpL1HtFI/AAAAAAAAA2Q/ivb_gt5BFMU/s320/MUHTE%C5%9EEM+VE+SEF%C4%B0L+G%C3%9CNEYDO%C4%9EU+ASYA-3.JPG' border='0' alt=''style='clear:both;float:left; margin:0px 10px 10px 0;' /></a> <div style='clear:both; text-align:LEFT'><a href='http://picasa.google.com/blogger/' target='ext'><img src='http://photos1.blogger.com/pbp.gif' alt='Posted by Picasa' style='border: 0px none ; padding: 0px; background: transparent none repeat scroll 0% 50%; -moz-background-clip: initial; -moz-background-origin: initial; -moz-background-inline-policy: initial;' align='middle' border='0' /></a></div>irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-13032504158706117862009-11-11T06:00:00.000-08:002009-11-11T06:02:02.070-08:00Gitme vakti yaklaşıyor...20 Kasım 2009 günü yıllardır hayalini kurduğum Güney Amerika seyahatine başlıyorum. Sevgili Niko Guido ile Brezilya'dan başlayacağımız bu gezimiz 1 aydan fazla bir süre devam edecek ve Brezilya'dan sonra Arjantin, Şili, Bolivya, Peru ve Ekvador'u kapsayacak. Süre yaklaştıkça heyecan artıyor, yollarda olmak ne güzel be ya !irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-67837488977270732142009-11-11T05:52:00.001-08:002009-11-11T05:52:56.366-08:00Yola çıkarken ne götürmeli ? (Check - List)Yola çıkarken ne götürmeli?<br />Her gezi öncesi beni en çok zorlayan şeylerden biri de budur işte. Gezi sitelerine ya da gezginlerin yazdıklarına bakılırsa bu konuda oldukça az ve cılız notlar bulunmakla birlikte genel anlamda bir liste oluşmadığı görülür. Elbette gidilen yolun niteliğine, nerede kalınacağına, mevsimine ve süresine göre değişir bu. Yani İsveç'e 3 günlüğüne giderken alınacak malzemeyle, Peru'ya 3 aylığına giderken alınacak malzeme arasında dağlar kadar fark vardır. Ama tedbirli olmakla, yükünü durmadan ağırlaştırmak arasında da ince bir çizgi yoktur! Size de bir fikir versin, Kasım ayında çıkacağım Latin Amerika gezisi muhtemel malzeme listesi aşağıda yer alıyor :<br /><br />DEĞERLİ EVRAK :<br />-Pasaport<br />-Bilet<br />-Bele sarılan ya da boyna asılan türde Cüzdan<br />-Para<br />-Yedek Kimlik<br />-Büyükelçilik Adres ve Telefonları<br />-Aşı Karnesi<br />-Acil Durum Noları<br />-Fotokopiler (Pasaport-Bilet ve diğer belgelerin)<br />-Hostel- Otel adresleri / Rezervasyon çıktıları<br />-İspanyolca-Portekizce Sözlük<br /><br /><br />SAĞLIK -TEMİZLİK:<br />-Kozmetikler (After Shave vs) Dikkat : Bazı havayolları sıvıları içeri kabul etmiyor!)<br />-Traş malzemesi<br />-Diş Macunu / Fırça<br />-Tuvalet Kağıdı<br />-Islak Mendil<br />-Ufak bir havlu<br />-İlk yardım Malzemesi<br />-Islak Mendil<br />-İlaçlar :<br />Ibuprofen (İrtifa rahatsızlıkları için)<br />Antibiyotik (Geniş spektrumlu)<br />Ağrı Kesici<br />İshal İlacı<br />Coraspin<br />Ve diğer kullanılan İlaçlar<br />-Dudak Koruyucusu<br />-Güneş Kremi<br />-Deet’li Sin-Kov (Fişe Takılan Likitlerden.)<br /><br /><br /><br />ELEKTRONİK:<br />-Fotoğraf Makinesi ve şarjı / Yedek pil ve hafıza kartları<br />-Mp3<br />-Ses Kayıt cihazı<br />-Cep Telefonu / Şarjı<br />-Laptop (Tercihen Netbook)<br />-Priz Adaptörleri<br /><br />GİYSİ – AYAKKABI :<br />-Güneş Gözlüğü<br />-Boyun yastığı<br />-Çakı (çatal-kaşığı olanlardan)<br />-Dikiş Seti (isteğe bağlı)<br />-Spor Ayakkabı<br />-Sandalet / Terlik<br />-Havlu<br />-Yağmurluk / Mont<br />-3 adet t-sirt<br />- 5 adet kullan-at iç çamaşırı (ihtiyaçta bölgeden alınacak)<br />- Şort<br />- 1 adet sweet-shirt<br />- 1 adet Polar ceket<br />- 1 adet içlik<br />- Çorap<br />-Mayo<br />-Şapka<br />-Uyku Tulumu ya da Çarşaf<br />-Battaniye ve yastık (Uçaktan temin edilecek)<br /><br />DİĞER:<br />-Asma kilit (Kordonlu 2,3 adet)<br />-Otel oda kapılarını kilitlemek için kilit<br />-Kitap, defter, kalem<br />-Rehber kitap (Lonely Planet)<br />-Kafa Feneri /Pil<br />-Sağlam koli bandı<br />-Çanta (1 Küçük El – 1 Büyük sırt )<br />-Bel Çantası (Free- bag)<br />- Kapalı plastik kupa<br />- Isıtıcı (kahve –çay için)<br />- Termos<br />-Kilitli Naylon Torbalar (kirliler ve akabilecekler için )<br />-Kahve çay hazır çorba<br />-Cımbız-makas(isteğe bağlı)irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-38063741014740686402009-11-10T15:00:00.000-08:002009-11-10T15:02:03.533-08:00Bangkok / Tayland<a href='http://2.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvnwyilYchI/AAAAAAAAA0M/4lS2LHF8VWE/s1600-h/DSC_0345.JPG'><img src='http://2.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvnwyilYchI/AAAAAAAAA0M/4lS2LHF8VWE/s320/DSC_0345.JPG' border='0' alt=''style='clear:both;float:left; margin:0px 10px 10px 0;' /></a> <br /><a href='http://1.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvnwyyYepOI/AAAAAAAAA0U/c5AASArmGJU/s1600-h/DSC_0346.JPG'><img src='http://1.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvnwyyYepOI/AAAAAAAAA0U/c5AASArmGJU/s320/DSC_0346.JPG' border='0' alt=''style='clear:both;float:left; margin:0px 10px 10px 0;' /></a> <br /><a href='http://3.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvnwzIYXoxI/AAAAAAAAA0c/6OCvwRtcqtU/s1600-h/DSC_0348.JPG'><img src='http://3.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvnwzIYXoxI/AAAAAAAAA0c/6OCvwRtcqtU/s320/DSC_0348.JPG' border='0' alt=''style='clear:both;float:left; margin:0px 10px 10px 0;' /></a> <br /><a href='http://4.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvnwzSB7FwI/AAAAAAAAA0k/APwXbpHa-10/s1600-h/DSC_0352.JPG'><img src='http://4.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/SvnwzSB7FwI/AAAAAAAAA0k/APwXbpHa-10/s320/DSC_0352.JPG' border='0' alt=''style='clear:both;float:left; margin:0px 10px 10px 0;' /></a> <div style='clear:both; text-align:LEFT'><a href='http://picasa.google.com/blogger/' target='ext'><img src='http://photos1.blogger.com/pbp.gif' alt='Posted by Picasa' style='border: 0px none ; padding: 0px; background: transparent none repeat scroll 0% 50%; -moz-background-clip: initial; -moz-background-origin: initial; -moz-background-inline-policy: initial;' align='middle' border='0' /></a></div>irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-71686767406006158872009-11-10T14:56:00.000-08:002009-11-10T14:59:24.589-08:00Goa / Hindistan<a href='http://3.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/Svnvu3vI8_I/AAAAAAAAA0E/LrCrYoXjM50/s1600-h/IMG_1978.JPG'><img src='http://3.bp.blogspot.com/_hbVAeYl-c88/Svnvu3vI8_I/AAAAAAAAA0E/LrCrYoXjM50/s320/IMG_1978.JPG' border='0' alt=''style='clear:both;float:left; margin:0px 10px 10px 0;' /></a> <div style='clear:both; text-align:LEFT'><a href='http://picasa.google.com/blogger/' target='ext'><img src='http://photos1.blogger.com/pbp.gif' alt='Posted by Picasa' style='border: 0px none ; padding: 0px; background: transparent none repeat scroll 0% 50%; -moz-background-clip: initial; -moz-background-origin: initial; -moz-background-inline-policy: initial;' align='middle' border='0' /></a></div>irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2807790759614800229.post-30190182819595245652009-11-09T01:38:00.000-08:002009-11-11T05:50:40.739-08:00Hadi Hayırlısı...Bir dikili ağacımız yok bari Blog sahibi olalım şu fani dünyada hiç olmazsa dedim. Hadi Hayırlısı.irmenhttp://www.blogger.com/profile/08128588676140523495noreply@blogger.com0