Hoşgeldin Ey Yabancı !

BU BLOG ÖNCELİKLE, YOLDAN ÇIKMAYA MEYİLLİ AMA BU CESARETİ BULAMAYANLARI YÜREKLENDİRMEK VE DÜRTMEK İÇİN YAPILMIŞTIR !

18 Kasım 2009 Çarşamba

Gene oldu işte...

Her yolculuk öncesi bedenin verdiği bir psikolojik alarm mıdır acaba, her seferinde yataklara düşecek kadar hasta olmam? 2 gündür yine yatak döşek yatıyorum. 2 yıl önce Hindistan'a giderken bel ağrılarımdan duramıyordum, geçen yıl Vietnam öncesi yine gripten başımı kaldıramıyordum, şimdi de bu... Ateş, öksürük, halsizlik, baş ağrısı... Gerçi bunlar klasik domuz gribi semptomları be ya :) Neyse, hastalanmak bişey değil, her şartta ben bu yola çıkarım, artık kendimi tanıyorum, yolumdan alıkoyacak denli olamıyor hastalanmalarım, ama Brezilyalıların beni ülkeye alıp almayacağı meçhul! Malum, her ülkede, havaalanlarında ateşölçerler var artık, bu ateşle inince Sao Paulo'ya, hoop karantinaya, yallah gerisin geri İstanbul'a! Al başına belayı...Olur mu olur valla. Neyse, zaten sıradan bir hazırlık sonrası sıradan bir yolculuğa çıkışımı daha tarih yazmadı, illa ki bir takım sorunlar çıkacak, ya hastalanacağım, ya başımı bir şekilde belaya sokacağım, ya da tam yol öncesi birşeyler olduğundan gene tam toparlanamayıp geride eksik birşeyler bırakarak yola öyle çıkacağım. Gidip yatayım, az daha terleyeyim bari... :)

16 Kasım 2009 Pazartesi

Bir dost sordu, heyecanlı mısın diye...

Bir dost sordu az önce, heyecanlı mısın diye. Her gezi öncesi heyecanlanırım ben, dilim damağım kurumaya başlar 1 hafta öncesinden. Elim ayağıma dolaşır, tedirginlik duymaya başlarım. Aslında sanırım dünyayı birkaç kez dolaşmışlar bile bilinmezlikten korkarlar.
Üstelik ilk kez bu kadar uzağa ve bu kadar farklı bir dünyaya gidiyorum, diğer gezilerimde az da olsa bir plan, nerden nereye nasıl gideceğime dair bir fikrim vardı. Yine ilk kez kendimi bu derece bir bilinmezliğe bırakıyorum, Ne nereye gideceğime dair, ne de nasıl gideceğime dair bir fikrim var.Bu kez 'hiç bilmemeyi' seçiyorum. Hangi gün nereye gideriz, nerede ne kadar kalırız, sonra nereye geçeriz, hiç bilmiyorum. Tabi sevgili yol'daşlarım Niko'yla Talat, henüz bunu bilmiyorlar, sııssst siz de söylemeyin :)
Ülkemden binlerce km. ötede, dilini bilmediğim bambaşka bir kıtada, ne yapacağımı nereye gideceğimi nerede ne kadar kalacağımı bilmeden gitmek...İşte bu daha çok heyecanlandırıyor beni.

13 Kasım 2009 Cuma

İnka'ların İzinde...

Ne kadar güzel. Her seyahatin öncesinde bu kadar heyecanlanmama şaşıyor ve seviniyorum. Latin Amerika için sadece 1 hafta kalmışken, heyecanımı ve yapabilme başarabilme gücümü seviyorum.

Bir Düş Ülkesi Hindistan - 7

26.Mart, Pazar, Dharamsala/ Mc Leod Ganj, 21. Gün

Sabah, muhteşem Himalayalar’a karşı oturmuş, kahvaltımızı yapıyoruz. İnsan hayatı boyunca kaç kez böylesine bir manzara karşısında kahvaltı yapabilir ki? Dağların zirveleri bulutlu ama gökyüzü serin havaya rağmen alabildiğine mavi ve açık.
Hindistan’a geldiğimden beri ilk kez 9.30’a kadar uyumuşum. Dağ havası önce biraz baş ağrısı yaptı ama her şey o kadar güzel ki… Kendimi yine çokkkk iyi hissediyorum. Bu duyguyu Goa’dan sonra bir kez daha yaşıyorum. Burada ömrümün sonuna kadar yaşayabilirmişim gibi geliyor. Kahvaltıda Zafer’le, Kuzey Hindistan’ın doğa harikası Kullu-Manali bölgesine gidip gitmemeyi tartışıyoruz. Gidersek, yarın sabah yola çıkmalıyız. Hem yol uzak (250 km), hem Dalai Lama’yı daha görmedik, hem de burası çok güzel. Bir yandan gidelim istiyorum, ne kadar çok ve farklı yeri görürsek o kadar iyi, bir yandan da burayı bırakmak istemiyorum. Ama sonunda kalmak ağır basıyor. Zaten, Kızılderili şefin dediği gibi : “çok hızlı hareket ettik, biraz durmalıyız ki, ruhlarımız bize yetişsin” : )
Gittikçe uzayan ‘geç kahvaltı’ sonrasında, Dalai Lama’nın ders verdiği Tapınağa gidiyoruz. ‘Kutsal Majesteleri’, yılda sadece 5 gün halka açık olarak ders veriyor, dünyadaki güncel sorunlara ilişkin görüşlerini açıklıyor, bu yüzden konferansları yerli ve yabancı Budistlerden büyük ilgi görüyor.
Konuşma, 14.00 -16.00 arasında ve biz kalabalıktan dolayı oldukça geç içeri girebiliyoruz. Her yerde silahlı nöbetçiler var, kamera, cep telefonu ve diğer elektronik malzemelerin kullanımı yasak. Bizim de fotoğraf makinelerimiz alınıyor kapıda. 2 kat yukarı çıkıyoruz. Yüzlerce, binlerce insan yerlere, merdivenlere sıralanmış, her katta, duvarlara yerleştirilmiş televizyonların kapalı devre yayınından Kutsal Dalai Lama’yı dinliyor ve dua ediyor. Yabancı inananlar için kulaklıklardan simültane çeviri yapılıyor. Yabancı Budist sayısı hiç de az değil, özellikle Hollywood’ un ünlü aktörü Richard Gere’ in Budist olmasında sonra Batı’da Budizm’e olan ilgi katlanarak artmış.
Ve işte Dalai Lama, birkaç katlı binanın en üst katında, kalın camekanla korunan bir bölmede bağdaş kurmuş; Tibetçenin o ahenkli, melodik tınısıyla, sesinin tonunu kimi zaman arttırıp kimi zaman azaltarak heyecanla anlatıyor. Kendisine ulaşmak mümkün değil. Kalabalığı yarmayı başarsak bile bu bölüme geçişe izin verilmiyor. Malum, Tibet’in hem ruhani hem de siyasi lideri olan Dalai Lama Çin işgaline karşı şiddet içermeyen ama yoğun bir mücadele yürütüyor, bu nedenle Tibetli ve Hint muhafızlar tarafından oldukça sıkı korunuyor.
Dünyanın hemen her yerinden gelmiş Budistler gibi biz de merdiven kenarında bir boşluk bulup sıkışıyoruz.
Nice sonra ‘Kutsal Majesteleri’ (öyle hitap ediliyor kendisine) Dalai Lama’nın konuşması bitiyor. Rahipler ve korumalar hareketleniyor. Önce rengarenk giysileri, garip başlıkları ve ellerinde tütsülerle genç Budist rahipler, ardından mühim şahsiyetler oldukları her hallerinden belli yaşını başını almış Rahipler, hepsinin arkasından da Kutsal 14. Dalai Lama, yavaş adımlarla gülümseyerek önümüzden geçip gidiyor. Torununu parka gezmeye götüren sevimli bir ihtiyara benziyor. Merdiven kenarına oturmuş olmamız, büyük bir şans eseri Dalai Lama’yı görmemizi sağlıyor. Herkes gibi yanımızdan geçerken göğsümüzün önünde iki elimizi birbirine bitiştirip başımızı yere eğerek saygıya duruyoruz. ( Ben bunu bittabi kaçıramam, başımı hafif eğerken, gözlerimi ayırmadan geçişini izliyorum, değil mi ama, bir insanın hayatında kaç kez Dalai Lama yanından geçer ki? : )
Kutsal Dalai Lama ayrıldıktan sonra kalabalık inananlar, yavaşça, birbirlerini ezmeden, bağırıp çığırmadan, yüzlerde gülümseme ve belli ki yüreklerde rahatlama ile Tapınaktan ayrılıyor. Bu andan itibaren artık her şey serbest, Tapınağın her yerine girip çıkabiliyor, herkes gibi fotoğraf çekiyoruz. Hatta yüzlerce kişiye yemek hazırlayan mutfak bölümüne bile girip, aşçıların fotoğrafını çekiyoruz.
Gezerken Tapınağın içindeki ‘Ganjang’ Cafe’ye de uğruyoruz. Tibetli bir çocuk oldukça değişik, hoş kokulu bir makarna yiyor. Adı ‘Tukpa’. Bir Tibet yemeği. Aslında çok da acıkmamışken, bu kokusuyla ve görünüşüyle davetkar makarnadan yemeye karar veriyoruz.
Tukpa’ya makarna çorbası da denebilir; domates, biber, ıspanak ve lahana gibi sebzelerle zenginleştirilmiş; bol su ve bolca sarımsakla desteklenmiş. Çok da beklemeden geliyor makarna çorba-yemeğimiz. Muhteşem bir lezzet! Üstelik doymamak imkansız, öylesine kocaman bir tabakla geliyor ki! Zaten sarımsağın Tibetlilerin milli yiyeceği olduğu anlaşılıyor, bütün yemeklerinde kullanıyorlar. (Bunda sarımsağın, tansiyonu dengeleme özelliğinin bir payı olmalı, yükseklerde yaşayanlar için bunun önemi büyük).
Güzel. Hesap usta… Hesap geliyor. Kişi başı sadece 35 rupi ! (0,75 $). Dalai Lama’nın yaşadığı, Merkez Tapınağının olduğu, tek yemek yenecek yer olan cafedeki, bu lezzetli ve doyurucu yemeğin fiyatı 1 $’ dan az. Şayan-ı hayret : ) Gurme falan değilim, hatta bırak gurmeyi ‘haaa o mu, ne bulursa yer abi’ sınıfına girerim ama bu lezzeti herkes tatmalı. Bu yemeği Türkiye’ye dönüşte mutlaka yapmalıyım.
Akşamüstü internet cafeye girip 3 saat kadar oyalanıyoruz, 600 küsür mail birikmiş, haberlere bakınıyorum, değişen hiçbir şey yok, Akepe –türban- Cehepe- laiklik elden gidiyor- imefe – işsizlik patladı - borsa yine rekor kırdı haberleri… Borsa rekor kırıyor da benim cebimdeki para neden hızla eriyor o zaman? Her şey bıraktığım gibi, kapatıyorum haberleri.
Artık uyku vakti. Odalar buz gibi. Ama sıcak suyumuz akıyor. Duştan sonra artık dayanılmaz hale gelen kokuya son vermek için çoraplarımla birlikte bu kez spor ayakkabımı da yıkıyorum. Yarın, benim için basit ve fakat insanlık için yepyeni, kokusuz bir gün olacak! : )
Üstüme yorganı çekip, yatağıma uzanıyorum. Televizyonda, Hindistan’ın en iyi aktörü ve aktrisinin seçildiği bir töreni izliyorum, sunucu Hintçe konuşuyor, konuklardan kimi Hintçe, kimi İngilizce cevap veriyor, ne ilginç…
İçinden koca bir nehir geçen yoksul köyde, her türlü eziyete uğradığı halde sevdiğine bir türlü kavuşamayan, tiz sesiyle, her acıklı durumda insanın içini acıtan şarkılar söyleyen bir kadının danslı-şarkılı filmini seyrederken uyuyup kalıyorum.
Rüyamda mı filmde mi anlamıyorum, yanlışlıkla esas kadını kendi öz babası öldürüyor.

27.Mart, Pazartesi, Dharamsala/ Mc Leod Ganj, 22. Gün

Yine hafif bir baş ağrısı...
Aynada bana bakan şu surat berbat, tüm yakışıklılığımı alıp götürüyor kirli sakal, anında veda ediyorum ona : ) Traş olacağım ama Haritwar’dan aldığım traş kremi garip bir şey, köpürmeyen traş kremi olur mu yahu? Bu köpürmüyor işte. Ya Hintliler köpürmeyen traş kremi icat etmeyi başarmış ya da traş kremi diye aldığım şey traş kremi değil, henüz çözemediğim bambaşka bir işe yarıyor : ) Köpürmemesini geçtik, sakalı yumuşatmayı da başaramıyor, yüzüm yana yana traş oluyorum. Akşam yıkayıp astığım çoraplar tam kurumamış, hala hafif nemli ama çorap çok önemli değil, asıl önemlisi ayakkabım, o hala su içinde! En ufak bir giyme durumu söz konusu değil. Ne yapacağım şimdi? Dışarıda hava serin ama müthiş bir güneş var. Önce güneşe çıkartıp balkona bırakıyorum, sonra bunun nafile bir çaba olduğunu, kurumasının saatler alacağını idrak edip, kendimce dahiyane bir çözüm buluyorum; içine gazete kağıtlarını tıkıştırarak giyiyorum ayakkabıyı. Niyetim, kahvaltıda kurutmak.
Bu gün karlı dağlara doğru yürüyüş yapmaya karar veriyoruz. Tekrar giyiyorum yaş ayakkabıları. İçinde tıklım tışık gazete kağıtları. Herkes gülüyor bana, bu soğukta kurumayacağını akıl edemedim mi? Hayır, edemedim işte kardeşim…
Yürümeye başlıyoruz. Ne güzel bir doğa, kuş seslerinin dışında kesin bir sessizlik. Aslında kulak verince doğaya ilişkin bin bir türlü sesi duyabiliyorsun, sessizlik yerine büyük bir ses karmaşası var. Kuş ve böcek cıvıltıları, arada bir sertleşerek esen rüzgarın, ağaç dallarına çarparken çıkardığı ürkütücü sesler, uzaklardan bir yerden gelen maymun bağırışları, su şırıltıları… Birden bana sessizlik gibi gelen şeyin aslında kente ve uygarlığa ilişkin hiçbir sesin olmaması olduğunu anlıyorum. Araba yok, motor gürültüsü yok, uçak bile geçmiyor gökyüzünden buralarda. Eh, ne de olsa dünyanın damı denilen Himalaya Dağlarındayız.
Bir süre sonra bir Hindu köyüne ulaşıyoruz. Burada belli ki pek Tibetli yok, Şiva Tapınağı ve Hindular görünüyor sadece. Köyü hızla geçip dar bir vadiye giriyoruz. Muhteşem bir manzara. Vadinin dağ ile birleştiği yerden akan şelale... Şelalenin hemen üstünde karlı doruklarıyla yükselen Himalayalar… Tırmanmaya devam ediyoruz. O çok uzaklardaki şelale giderek yakınlaşıyor, büyüyor. Müthiş bir güzellik, dinginlik… Ses yok, insan yok. Tibetli Rahip ve öğrenciler, omuzlarını sararak bütün bedenlerini örten kalın kızıl giysileriyle, sadece bedenlerini değil ruhlarını da eğitebilmek için dağlarda dolaşıp duruyor. Köy ufacık kalıyor altımızda, yukarıdaki Şiva Tapınağına kadar çıkacağız. Ama yol sarplaşıyor, küçülüyor, dar bir patikada ilerliyoruz. Bir yanımız uçurum, diğer yanımız sarp kayalıklar.
Nice sonra bir çayevine geliyoruz. Dağ başında bir ufacık bir yer. İlginç bir yapı, sadece nehrin yuvarlaklaştırdığı taşlardan yapılmış. Buraya gelen misafirler de bu taşları desenlerle, resim ve yazılarla boyamışlar. Taşların altına bırakılmış kutu kutu boyalarla kimi, orak-çekiç çizmiş, kimi Şiva’yı resimlemiş, kimi Fil Tanrı Ganeşa’yı. Bir İspanyol belli ki, İspanya haritasını yapmış masmavi boyayla, kimisi de kendi adını kazımış taşlara. Biz de büyücek bir taşa, kırmızı boyayla ay-yıldız yapıp diğerlerinin arasına, mavi renkli Yunan bayrağının yanına yerleştiriyoruz. Pek güzel görünüyor. Vatanım, Anadolum, sen ne vazgeçilmezsin : )
Çay evinin etrafına dikilmiş otları gösteriyor Zafer, hepsi uyuşturucu otlarmış, ben de süs bitkisi sanmıştım. Zaten köşede beride tek tük gözleri hafiften kaymış ot içenler görülüyor. Orada biraz daha oyalanıp dönüşe geçiyoruz. Dağlarda rengarenk ama tek tip giysileriyle gezinen Budist Rahiplere rastlıyoruz. Aşağıdaki köyden geçerken, fotoğrafını çektiğim genç Hindu kızı tüm gençliği ve dişiliğiyle kıkırdıyor. Elindeki rüzgar gülüyle ne kadar da başka bir dünyanın insan…
Mc Leod Ganj’a yaklaşırken sağanak yağmur bastırıyor. Dün gece keşfettiğimiz İtalyan lokantasına gidiyoruz. Önce sebze çorbası. Ardından, yanında mozarella peyniri ve domatesten oluşan salatasıyla birlikte sarımsaklı, acılı, domates soslu ve sebzeli makarna… Gerçekten nefis.
Bu adamlar bu işi iyi biliyor. Çıkışta uğradığımız içki dükkanından viski alıp odalara çekiliyoruz. Isınmanın başka yolu yok, anlaşıldı. İçelim güzelleşelim abiler !
Televizyonda, başında komik ve süslü bir şapka taşıyan Hintli Kemal Sunal amcanın müzikli danslı komedisi var. Film değil ama dansları çok komik : ) Kanal değiştiriyorum ama şansa bak, her kanalda film var (zaten 3 tane kanal çekiyor), hepsi de birbirinden güzel : )
Serin bir Dharamsala akşamında, balkondan, zirvelerinin karlı ve bulutlu olduğunu bildiğim ama göremediğim karanlık ve muhteşem Himalaya’ları içime çekiyorum. ‘O an’lardan biri bu.
Viski içimi ısıtıyor. Himalayalar, kanımı donduruyor.

28.Mart, Salı, Dharamsala/ Mc Leod Ganj, 23. Gün

Soğuk ve karanlıktı gece. Eski zamanları anlatan romanların girişi gibi oldu :) Viskiye ve 3 battaniyeyi üstüme örtmeme rağmen, yine de üşümüşüm. Dharamsala’da son günümüz.
Yine dağlara, bu kez başka yollardan tırmanıyoruz. Yükseldikçe serinlik artıyor. Güneş parlak. Yürüdükçe vadiler uzanıyor önümüzde, sık ağaçlar, ağaçlar içinde bir görünüp bir kaybolan maymunlar. Tepelerin ve sık ağaçların arasında kuş seslerinin ve bulutların çevirdiği bir virajı döndükten sonra bir Yoga Merkezine varıyoruz. Burada birinci kural, sessizlik. Kilitli hiçbir kapının olmadığı merkeze girdikten sonra konuşmak yasak. Çok gerekliyse yazarak anlaşıyorlarmış. Kendini dinleme ve bulmanın önemli bir yolu da bu.
İçerde kimsecikler yok. Sanki terkedilmiş gibi. Sonradan öğrendiğimize göre herkes Dalai Lama’yı görmeye, dersini dinlemeye gitmiş. İnanılmaz bir sessizlik ve huzur. Ve yine hayatımda daha önce hiç görmediğim, hiç yaşamadığım bir şeyi daha yaşıyorum : Havada binlerce, on binlerce kelebek… Rengarenk, küçüklü büyüklü, çeşit çeşit, binlercesi uçuşuyor. Vadi, kelebeklerden görünmüyor nerdeyse. Ormandaki bu huzur beldesi, cennetten bir köşe.
Aşağıya doğru inişte başka bir yolu kullanıyoruz ve kayboluyoruz önce. Sonra tesadüfen yolu bularak köye kadar iniyoruz. Kutsal Majesteleri konuşmasının sonuna gelmiş. Kutsal Tibet topraklarını anarak ve dünyada barış isteyerek dualarla bitiriyor. Bir boşluk bulup biz de duaya katılıyoruz. Şaka maka derken Budist olup çıkacağız bu mistik ortamda. Allahtan imanımız, inancımız çok güçlü de sarsılmıyor : ) Konuşma sonrası bu kez dışarı çıkmıyor Dalai Lama. Biz de diğerleri gibi bir süre bekledikten sonra Majestelerini göremeyeceğimize kanaat getirip, ‘Ganganj Cafe’ye giderek yine ‘Tukpa’ istiyoruz. Aynı muhteşem lezzeti bu kez bademli kekle süslüyoruz. Hesap yine göz kamaştırıcı. Kişi başı 55 rupi ( 1,5 $).
Dharamsala’ya veda etme zamanı geldi artık. Delhi’ye geçeceğiz. Dönüş için kimse o rezil otobüse binmeyi önermiyor bile, en azından, kulakları çınlasın Ayhan Işık abi’nin beynimizin ırzına geçen kornası olmadan yaşayacağımız bir yolculuk olsun diye bir taksiyle kişi başı 7 $’a anlaşıyoruz. Bizi Patankot’a kadar götürecek.
Tam saatinde geliyor Anjun. Anjun, genç şoförümüz. Raslantı bu ya, bir önceki yıl da Türkleri taşımış ve onlardan her nasılsa ‘hergele’ sözcüğünü kapmış, ‘hergele’ aşağı, ‘hergele’ yukarı : ) Bangır bangır müzik eşliğinde ve elbette yine kelle koltukta Patankot’a varıyoruz. Bir kere yol kötü. İşim nedeniyle de çok gezen, uzun yıllar boyunca Anadolu’nun en ücra köylerine kadar giden biriyim, bu nedenle ben kötü diyorsam gerçekten kötüdür : ) İkinci olarak da Anjun, arabayı çok sert kullanıyor. Ani frenler, gereksiz hız vermeler, virajlarda sollamalar… Üstelik bu Hintliler nedense arabanın ışıklarını -sanki yakınca far vergisi alınıyormuş gibi- zifiri karanlık çökünceye kadar açmıyorlar. Açtıkları zamansa uzunlarla gidiliyor. Zaten yol ters, soldan işliyor, bir de sollarken selektör yapıyorlar, ama bu da ters, yani uzunlardan kısaya geçip sonra yeniden uzunlara dönülüyor. Adamların her şeyi ters kardeşim : )
Lokomotiften sonraki ilk vagondayız, makinist de sanırım kamyon şoförlüğünden geçmiş, eli devamlı kornada. Bakalım nasıl uyuyacağız bu gece ? 29.Mart.2006, Çarşamba, Yeni Delhi, 24. Gün
Delhi’de turistlerin yoğun olarak bulunduğu ve tren istasyonunun hemen yanındaki Pahar Ganj bölgesinde konaklıyoruz yine. Trafik, gocumanaman. Bu trafiğe yoğun demek yetersiz kalır, onun için uydurdum gocumanaman’ı : ) Öyle felaket bir şey. Daracık sokaklarda, bisikletli ve motorlu rikşacılar, van türü araçlar, motorlar ve bisikletliler, inekler ve köpekler ve daha bilumum hayvan-insan çeşidi bir arada. “The Spot” ta yer yokmuş, yeni otelimiz hayvan ve insan yığınlarının yolları kapattığı, açık hava tuvaletlerinin hemen onundaki yolun üstünde. Berbat bir yer, üstelik 2 kişi 300 rupi(7 $).
Akşam yakınlardaki otelin lokantasında, 'Calleononi' adını taşıyan bir vejetaryen krep keşfediyoruz. Bedeni ve ruhu, farklı tatlara, lezzetlere açmak çok güzel.
Günlerin geçişi ne kadar da hızlandı. Yarın Hindistan’daki son günümüz.

30.Mart, Perşembe, Yeni Delhi, 25. Gün

Çüş. Sabah 10’a kadar uyumuşum : ) Aslında sıcak da bir geceydi. Kahvaltı sonrası çarşıya pazara veriyoruz kendimizi. ‘Janpat Pazar’ ve ‘Polikar Pazar’ denilen pazarlar hem yakın mesafede hem de çok ve değişik ürünler içeriyor, giysiden müziğe, hediyelikten yiyeceğe kadar. Bu gün alışveriş günü. Pazarlar yakın mesafede ve bolca çeşit içeriyor. Çok hoş bayan kemerleri var, genellikle 100 rupi (2,5 $) istiyorlar tanesine, eğer 50 rupiye verirlerse 100’er tane alıp Türkiye’de satabileceğimi söylüyor Zafer. Aklıma yatıyor, neden olmasın, masrafların bir kısmı çıksa fena mı olur? Ama Nuh diyor Peygamber demiyor, adedini 80 rupiden aşağı inmiyor satıcılar. Vazgeçiyorum. Zaten hayatta beceremedim şu ticaret işini.
‘O ne güzel şey’, ‘şunun renkleri ne hoş’, ‘bu ne kadar ucuz’ derken sokak ve dükkanlarda akşamı ediyoruz sonunda. Otele dönünce, sabah bizi alana götürecek bir taksi ayarlıyoruz. Gece midem yanıp duruyor, ilk kez acılı Hint yemeği dokunuyor. Televizyonda o pek ünlü Hint filmlerinden biri. Köylerinde birbirine aşık 2 genç, her nedense bir türlü birbirlerine kavuşamıyor. Her iki tarafın da anne-babası bu evliliğe karşı. Filmin Turgut Özatay'ı da her türlü kötülüğü yapıyor gençlere. Sonunda dayanamayıp filmi kapatıncaya kadar adamın başına gelmedik kalmıyor, dayak yiyor, yerlerde sürülüyor, kör oluyor(vallahi de billahi de), deliriyor, uğruna her türlü kötülüğe göğüs gerdiği kız da ölüyor mu sana, felaket felaket üstüne, acayip melodram. İşin komik tarafı, genç adamı oynayan zat, bizim Ümit Besen’li, Ferdi Tayfur’lu filmlerimizdeki gibi bir şarkıcı olmalı, çünkü adam hem genç değil, hem beceriksizce dans ediyor, hem de görülesi ve ders alınası bir çirkinliğe sahip. “Ulan bu adamın neresine aşık olunur ki ” hissiyatıyla haykırmak istiyor, kendini zor tutuyorsun. Hani insan nerdeyse adamın bütün bu eziyetleri çirkinliğinden dolayı yaşadığını sanacak. Son gece yarı uykulu-yarı uyanık geçip gidiyor. Sabah uçağı ile bu büyülü ülkeye veda edeceğiz.

31.Mart, Cuma, Yeni Delhi, 26.Gün

Hindistan semalarında, şu son 1 ayda geçirdiğim zamanı ve yaşananları düşünüyorum. Bu ülkede en baştan beri beni şaşırtan ya da düşündüren şeyleri not düştüğüm defterimi açıyorum.

— Mutlaka tren yolculukları yapılmalı bu ülkede. Yol boyu manzara özellikle sabahları çok ilginç ve çok komik bir yabancı için, yüzlerce insan raylar boyunca sıralanıyor, trenlere bakarak bir yandan ellerindeki fırçayla dişlerini fırçalarken diğer yandan da hacetlerini gideriyorlar. Belki çadırda yaşıyor, belki bir naylonla kapatmış üstünü, belki o bile yok, ama bu insanların ellerinde mutlaka bir diş fırçası var, ne garip!
— Bir de 'Pan' dedikleri vaz geçilemeyen ulusal bir yiyecekleri var, aslında yiyecek de sayılmaz pek, şeker gibi emilen, ama tatlı olmayan, birçoğunun içinde uyuşturucu otların da olduğu bir ‘şey’ bu. Bütün erkekler bu panı kullanıyor ve hemen her sokakta, köyde, kentte pan dükkanları var. Tanesi 1 rupi veya daha az, dolayısıyla ucuz olduğundan kullanımı da yaygın. Çeşitli otlar ve baharatlar bir karışım halinde tütün yaprağına sarılıyor, tek bir lokma haline getiriliyor, ağza atılıp emiliyor, ama kesinlikle yutulmuyor, bütün bir Hindistan’ı kırmızıya boyaacak denli yerlere tükürülüyor. Her yer, gezdiğimiz sarayların duvarları bile Pan kırmızısı.
— Söz açılmışken yemeklerden de söz edelim. Hindistan, et ve et çeşitlerinin ancak çok aranarak bulunabileceği bir ülke. Nerdeyse hiç yok. Bizim gibi ana yiyecek maddesi köfte, döner ve et çeşitleri olan bir millet için çok enteresan bir yer. Bütün lokantalar Pur-vejetaryen ve Non-vejetaryen olarak ikiye ayrılıyor. Çok azında her ikisi birden bulunuyor. Vejetaryen yemekler gerçekten nefis. Non-vejetaryen ise genellikle tavuk ve balık çeşitlerinden oluşuyor ve bu tür lokantalar da çok az.
— Beyaz ekmek hemen hemen hiç yok, sadece tost ekmeği bulunuyor. Onun yerine az miktarda tereyağlı Çapati ve Naan denilen pide ekmeği kullanılıyor. Ayrıca Parata denilen bir tür gözleme var, içine peynir ya da patates konulup üstüne bolca yağ sürülüyor, oluyor sana Parata. Kullanılan yağlar Hindistan Cevizi yağı ve oldukça ağır.
— Thali’nin içinde de yer alan ama ayrıca da yenilen Dhal, Hindistan’ın ulusal yemeği, o kadar seviliyor yani. Dal, bizim mercimek yemeğinin daha koyu kıvamlı ve bol acılısı. Zaten bu ülkede acı olmayan bir yemek bulmak zor, her yiyecek ya çok acı ya çok tatlı. Sütlü çay örneğin, içine bastıkları şekerle o kadar tatlı oluyor ki içimi kıyıyor. Çay satıcıları her yerde. Her sokakta sabit çay dükkanları varken, ayrıca hareketli araçlarla da satıcılar her yerde bulunuyor. Şekersiz olarak tüketildiğinde aslında tadı çok güzel.
— Biryani dedikleri pilavın da içinde olduğu türlü sebzeler isteğe bağlı olarak sade, peynirli, sarımsaklı vs. şeklinde güveçte pişirilip servis ediliyor. Bunun adı “sizzler” ve muhteşem bir lezzet.
— Sütlü çay hazırlanırken bile yarım saate yakın beklemeyi göze alman gerekiyor, çünkü her şeyi taze olarak tek seferde, her bir insan için ayrı ayrı pişiriyorlar. Diyelim çay istedin. Tencere ateşe konuyor, tencereye önce tek kişilik süt, sonra çay, sonra aromatik birkaç baharat konulup en son şeker eklenip ateşte pişiriliyor. Bir başkası için yine aynı işlem. Evet, salakça geliyor insana ama öyle. Yani “ulan nasılsa satılacak, 20 kişilik hazırlayayım şunu, haybeye uğraşmayayım anasını satayım” uyanıklığını yapmıyorlar nedense. Dedim ya garip millet. — 'Lassi’den de söz etmeli. Lassi, bildiğimiz ayran, tek farkı şekerli olması : ) Eğer özellikle istenmezse mutlaka şeker ekleyerek veriyorlar lassi’yi, denedim ama iğrenç geldiğini itiraf etmeliyim.
— Delhi Havaalanı çok temiz, modern ve büyük, batılı bir ülkeninkinden hiç farkı yok. Hindistan’a hiç yakışmıyor : )
— Bu ülkede fotoğraf çekenler, çektikleri kim olursa olsun fotoğraf bedeli olarak ‘Das rupi’ (10 Rupi) istenmesine hazır olmalı. ‘Bahşiş’ diyorlar ayrıca bizim gibi, aynı anlama geliyor. Hepsi değil ama birçoğu foto parası istiyor yani.
— Lotus Tapınağındaki sessizlik çok etkileyici. Delhi’ye gidenler mutlaka görmeli.
— Hayatınızda görüp görebileceğiniz en pis tuvaletler bu ülkede. Erkekler için bir derece, işiniz ufaksa her yer tuvalet, ayrıca açık hava tuvaletleri de mevcut. Kadınlar içinse iş zor, sadece Matura yakınlarındaki Virandaman ’da görmüştüm açık hava tuvaleti, kadınlar herkesin ortasında eteğini indirip yapıyordu ! Şaşkınlıktan dona kalmıştım, utancımdan ve şaşkınlığımdan fotoğraf bile çekememiştim.
— Hindistan’ın en pis şehri Varanasi. Ama en etkileyici olanı da o. Özellikle Ganj kıyısındaki ‘Burning Ghatlar’ şaşırtıcı ve çarpıcı. Hemen önünde ceset de olsa bir insanın yakılmasından daha etkileyici ne olabilir?
— En güzeli : Goa.
— En etkileyici olanı : Varanasi
— En renklisi : Amritsar
— En sevimsizi: Agra
— En zengini : Jaipur
— En batılısı : Delhi
— En doğulusu :Ajmer
— En kalabalığı : Bombay
— En sakini : Rishikesh
— Ganj’a bırakılan dua ve dilek çiçekleri, akşamın kızıllığında ateşler içinde ilerlerken çok güzel. Mutlaka Aarti törenleri izlenmeli.
— Bombay, ülkenin en büyük kenti, her şey var, sefaletle ultra sosyete bir arada, okyanus kıyısında olduğundan hem çok nemli hem de ekvatora yakın olduğundan çok sıcak. Görmeli ama 3 günden fazla kalmamalı bence.
— Dünya üzerindeki her insan mutlaka Goa’yı bir kez görmeli, o barakalarda kalmalı, okyanusun o sesini duyarak uykuya dalmalı. Bu kadar diyorum başka da demiyorum. — Alkol kullanımı çok az Hindistan’da. Ama uyuşturucu otları seviyorlar. Holy bayramının dışında hiç kimseden ürkmedim, kafaları iyi de olsa zararsız, sakin bir millet. Bu yoksulluk ve işsizliğe rağmen, Bombay’daki yüksek sesli bir atışma dışında kavgaya rastlamadım.
— Geceleri yalnız gezen kızlar bile her hangi bir taciz yaşamıyor olmalı, çünkü çok görüyorsunuz böyle gezenleri. Kadın erkek ilişkileri daha iç içe, daha demokratik geldi bana. Kadınlar, inşaatlarda amelelik dahil her işte erkeklerle birlikte çalışıyor. Sarilerle kum taşıyan kadınlar görmek çok şaşırtıcı oluyor : )
— Hintliler çok garip insanlar. Koca caddenin ortasına bir güvenlik kapısı koymuşlar, yanına da 2-3 polis, ama hiç kimse iplemiyor kapıyı, o kadar kalabalık ki zaten sadece kapıyı kullanarak geçmek imkansız. Çok komik bir şey ama o güvenlik kapısı caddenin ortasında öylece anlamsız ve işlevsiz bir şekilde duruyor : )
— Hint filmleri, teknik olarak mükemmele yakın, içerik olarak tam bir felaket. Aynı şekilde müzik klipleri çok kaliteli ama herkes arkasına onlarca danscıyı da alıp, sürekli olarak ve birbirine yakın figürlerle dans ediyor. Dans edilmeyen klip yok neredeyse. Tabi bu durum işi komediye dönüştürüyor, misal şarkıcı kadın gelmiş 60’ına, koca göbeğiyle dans etmeye uğraşıyor.
— Kızlar genel olarak hoş ama hayat onları da erkekler gibi erkenden yaşlandırıyor. 30’unda hatta 40’ında gösteren 20’lerinde çıkabiliyor. Erkekler de öyle tabi.
— Hayvanların da mutlu olduğu az sayıdaki ülkeden biri Hindistan. Hiç kimse hiçbir şekilde karışmıyor onlara, insanlar, hayvan ve bitkilerle birlikte çok uyumlu, birbirini yok etmeden ve eşit bireyler olarak yaşıyor.
— Hint Dili, tenekelere vurarak gürültü çıkaran çocukların seslerini andırıyor. Ama müzik dinlerken daha ahenkli ve güzel geliyor kulağa.
— İnternet ülkenin her yerinde ve yaygın. Köylere kadar girmiş. Bir köylü kadın resmini çektikten sonra resmi gönderebileyim diye e-mail adresini verdi, o kadar yani.
— Acı sevmeyen ve etsiz duramayanlar : Hindistan’dan uzak durun.
— Hindular ülkelerine bizim söylediğimize yakın şekilde “ Hindustan” diyorlar. Müslüman, Sigh ve diğer azınlıkları yok sayan bir yaklaşım. “Zindabad Hindustan” (Yaşasın Hindistan), Hindular arasında geçerli bir slogan.
— Hindistan’da bir şeyler almaya kalkıyorsanız, satıcının verdiği fiyatın rahatlıkla 3’te birine alabileceğinizi unutmayın. Her şey pazarlıkla. Sigarayı bile pazarlıkla satıyorlar. — Turistik restoran ve otellerden uzak durun. Yoksa bir sabah kahvaltısı için, üstelik doymadan 400 rupi ( 10 $) verebilirsiniz.
— Birine seslenirken ‘Baysap’ (Efendi/Bay) sözünü kullanın. ‘Namaste’ hem merhaba, hemde hoşça kal demek. ‘Namaste ji’ (Merhaba canım) da, sıcak ve dostça bir söz olarak kullanılabilir.
— Yemek yerken ancak tek elinizi kullanabilirsiniz. Diğeriyle uçuşan sinekleri kovalayacaksınız çünkü : )
— Rikşacılarda büyük şehirlerde ve turistik yerlerde bedavaya binebilirsiniz, tabi sizi turistik dükkanlara götürmesine razı olursanız. Sizi götürdükleri her yerden alışveriş yapmasanız da komisyonlarını alıyorlar.
— Çöp tenekesi olmayan bir ülke burası.
— Trafik hep soldan işlediği için hep yanlış yöne odaklanıyorsunuz, bu nedenle sürekli bir ezilme tehlikesi var.
— Türkiye’yi hiç tanımıyorlar, bu konuda göz kamaştırıcı bir cehalete sahipler. Bilenler içinse biz Avrupalı bir ülkeyiz. Dalga geçmiyorum, Türkiye’nin Katolik, İtalyanın Müslüman olduğunu düşünen bir gence bile rastladım.
— Sabahları 11 olmadan açık işyeri bulmak zor. Buna rağmen hemen hemen bütün dükkanlar gece geç saatlere kadar açık.
— Gepegenç insanlar dileniyor. Herhalde dünyanın en çok dilencisine sahip ülkesi burası. Dilenmek garip değil, onlar için. Genç yaşlı kadın erkek dileniyorlar. Bütün ülke aynı anda ellerini açmış, ‘Das Rupi’ diyor sanki.
— Epeyce gezmiş biri olarak, artık her ülkenin kendine özgü bir kokusu olduğuna inanır oldum. Hindistan da böyle bir ülke. Ülkenin en ücra köşesinden metropollerine, köyünden kentine, her yere Sandal Ağacı kokusu sinmiş. Güzel ve rahatlatıcı bir koku bu.
— Camide de, Tapınakta da, Müslümanlar da Hindular da, Sighler de Jainler de birbirine yakın ritüellere sahip. Bütün dinler birbirini etkilemiş burada. Hepsinde de Tapınağa girmeden ayakkabılar mutlaka çıkarılıyor, Tapınakta Tanrılara (Müslümanlar için Dervişlere) çiçekler sunuluyor, baş örtülüyor. Hepsinde secde var, Müslümanlar, türbede yatanlara bile secde ediyorlar. Sighler, Altın Tapınak’ta kutsal kitaba, kutsal söze ve Gurulara, Hindular her köşe başındaki Tanrı heykellerine bile secde ediyorlar.
— Eğer Holy Bayramına denk gelirseniz, gidip bir otele sığının hatta en iyisi o gün hiç dışarı çıkmayın, aksi halde donunuza kadar boyanırsınız.
— Hindistan'ı gördükten sonra Türkiye'nin aslında ne kadar sakin ve az nüfuslu, trafiğinin ne kadar da sessiz olduğuna kanaat getiriyorsunuz. Notları aldığım defterimi kapıyorum. Gözlerimi yumduğum anda yine Hindistan'dayım. Nefretle başlayıp, hoşgörü ve aşkla biten ve içinde kendimin de olduğu bir filmi izlemiş gibiyim. 70’li yılların foto-romanları tadındaki kareler birbiri ardına geçiyor aklımdan. Her çekilen fotoğrafta, bambaşka bir dünyanın kokusu, sesi, tadı var. Dışarıdan gelen biz ‘Batılıları’ şaşırtan ve kızdıran, özellikle satıcıların 1000 rupilerle başlayıp 100 rupilere kadar inen, hatta burada da kalmayıp, ‘sen kaç verirsin abi’yle devam eden iğrenç pazarlığı, dilencilerin çokluğu ve yapışkanlığı, ortalığı en has ve gerçek anlamıyla ‘bok’ götürmesi, insanların her yere/hiç durmadan tükürmesi gerçekten rahatsızlık verici. Ama ilk baştaki keskinliği gidiyor insanın sonra sonra, daha bir anlayışla bakmaya başlıyor her şeye. Tüm Hindistan alt-kıtasına sinmiş olan ‘diğer’ine, farklıya yaklaşımındaki hoşgörü, sizi de sarıp sarmalıyor bir süre sonra. Ne kokular eskisi kadar rahatsız edici, ne de insanlar. Hatta komik ve eğlenceli olduklarını bile düşünüyorsun bir süre sonra. Bizdeki gibi, kimisi çok sıcak davranıyor, kimisi uzak ve soğuk. Batıya ve batılıya karşı duyguları tıpkı bizi andırıyor, yani hastalıklı, hem nefret hem de aşk ilişkisi. Bu yüzden Batıdan gelen her şeye ve her kese karşı biraz da önyargılılar. Hayatı olduğu gibi kabul ediyorlar, zaten bir önceki yaşamlarında yaptıklarının cezasını/ödülünü şimdiki hayatlarında yaşadıklarına inandıklarından, kendilerini hiçbir konuda kasmıyorlar. Stres nedir bilmiyorlar, hayvanlarla, doğayla iç içeler. Uçağın penceresinden izliyorum dünyayı. Ne kadar dikkatle bakarsam bakayım, aşağısı İran mı Pakistan mı Türkiye mi Katar mı bir türlü çözemiyorum. Yukardan baktıkça, sınırlar belirsizleşiyor. Kendimleyim, kendimim. Ben kendimden hoşnudum.

Ve bir kez daha anlıyorum ki ben, ne kadar uzaklaşırsam o kadar çoğalıyorum.

-Bitti-

Bir Düş Ülkesi Hindistan - 6

23.Mart, Perşembe, Yeni Delhi, 18. Gün

Ajmer’den bindiğimiz trenin her nedense Delhi’ye doğrudan seferi yok, bu yüzden sabahın 5’inde Delhi’ye 2 saat uzaklıktaki bir istasyonda iniyoruz. Buradan aktarma yapacağız. Uykusuz ve yorgun bir geceden sonra zor geliyor bu. Zaten lanet olası belim de ağrıyor. Başka bir yerel banliyö ile yarım saat bekledikten sonra Yeni Delhi’ye hareket ediyoruz. Önceleri boş olan trenimiz yavaş yavaş dolmaya başlıyor, hatta öylesine doluyor ki, üç kişilik oturma yerinde Hintli kardeşlerle 7 kişi birden oturuyoruz, buna rağmen homurdanıyorlar. Daha 9 kişi sığarmış buraya : ) Başım önüme düşüyor uykusuzluktan, ama uyumak ne mümkün? Üst üste gidiyoruz. Bitse artık şu lanet yol. Git git bitmiyor. En sonunda tıslayarak Delhi’ye varıyor, nasıl olup da hala hareket edebildiğine şaştığım yaşlı trenimiz.Yeni Delhi, İngiliz sömürge döneminde Delhi’nin hemen dışında oluşturulmuş bir bölge. Geniş caddeleri, yemyeşil parkları, temiz ve modern binalarıyla köhne Hindistan’a alternatif bir şehir. Günümüzde bütün parlamento, hükümet, Büyükelçilikler ve resmi binalar bu bölgede yer alıyor. Eski Delhi ise, bütün karmaşası ve kalabalığıyla bildiğimiz Hindistan. Bir caddeyle birbirinden ayrılan her iki şehir, şaşkınlık verici tezatlarıyla yan yana yaşayıp gidiyor. Sıcak bir gün daha. Hindistan’ı gezmek için en ideal dönem Ekim-Mart arası. Nisan’dan itibaren sıcaklar bastırıyor ve dayanılmaz hal alıyor. Mayıs’tan itibaren de muson yağmurları gezmeye izin vermiyor. Rikşayla, sırt çantalı gezgin turistlerin on yıllardır konaklama bölgesi olan Pahar Ganj’a geliyoruz. Şehir o kadar büyük, gürültülü ve kalabalık ki, anlatılır gibi değil. Daracık bir sokakta, çiş kokuları arasında kalabalığı yara yara “The Spot” adını taşıyan otelimize ulaşıyoruz. Otelin adı afilli ama kendisi Basmane Otelleri tadında. Odalarda temizlik bitmemiş daha. Zafer yatıp biraz dinlenmek yerine internet cafe’ye gitmeyi tercih ediyor. Temizlik sonrası çıktığım odada sıcak su var, hemen suyun altına giriyorum. Müthiş güzel bir uyku çağırıyor beni. Belim de rahat vermiyor, Allahın belası ağrı, gene başladı. Uzanıyorum yatağa. Ama uyumamalı, 1,5 saat sonra çıkacağız Delhi sokaklarına. Gözlerim kapanıyor. Rüyamda İzmir’deki Müdürümü görüyorum. Suratı kıpkırmızı bağırıp duruyor nedense. Ne bağırıyorsun yaaaa? Dikkat kesiliyorum ama bir türlü anlamıyorum dediklerini, bir anlasam zaten, anında yapıştıracağım cevabını. Etrafta birkaç dallama, sırıtarak seyrediyor bizi. Nece konuşuyor bu adam? Uğraşıp duruyorum dilini çözmek için, yok anlamıyorum. Güm! Güm! Gümmm ! Başımın içinde davullar çalıyor. Hayır, Zafer deli gibi kapıyı vuruyor. Zor bela uyanıyorum. Kan ter içinde kalmışım. Delhi sıcak. Çok zor kalkmak, sersem gibiyim ama aşağıdakileri bekletmek olmaz. Aşağıya iniyorum. Ebru adında İzmirli bir Türk kızıyla tanıştırıyor Zafer bizi, her nerede karşılaştıysa, Ebru’yu da almış gelmiş. Ebru, 23 yaşında zayıfça, orta boylu, boncuk mavisi gözleriyle şipşirin sevimli bir kızcağız. Hindistan’a gitme hayali ağır basınca istifayı basıp işinden ayrılmış. O çıtı pıtı haline bakmadan, tek başına aylardır Hindistan’da dolaşıp duruyormuş. Goa’dan başlayarak Haydarabad’ı ve bütün Güney Hindistan’ı gezmiş. Artık başkentteyiz ya, “hadi lan kalk gidelim bu gece bari bir bara” oluyoruz. Soğuk bira yine iyi geliyor, bu gereksiz akşam sıcağında. Saadet birayı çok kaçırıyor ( 2 şişe) ve normalde de az konuştuğu pek söylenemeyecek olan dili tam olarak çözülüyor : ) Hepimizi çok güldürüyor, sevimli ve güleç sarhoşluğuyla. Saadet’li son gecemiz eğlenceli ve güzel geçiyor. Sabah erken gidecekleri için vedalaşıyoruz.

24.Mart, Cuma, Yeni Delhi, 19. Gün

Sabah yeni arkadaşımız Ebru da bize katılıyor ve önce Bahai dininin devasa Tapınağı’nı görmeye gidiyoruz. Tarife gelmez kalabalıkları aşarak ulaşıyor rikşamız Tapınağa. Lotus çiçeğinden esinlenerek hazırlanmış olan Tapınak, muhteşem bir mimariye sahip. Düzgün giysileriyle tertemiz yüzlü ve sıcakkanlı genç kız ve erkek görevliler, hemen yardımcı oluyorlar gelenlere. Zengin bir din olmalı Bahailik, diğer Tapınaklarda görülmeyen bir haşmet göze çarpıyor burada. Hemen her dilde, bu arada tabi Türkçe olarak da bastırdıkları broşürlerden veriyor görevliler. Bilgileniyoruz. Lotus Temple olarak bilinen Tapınak içinde Kilise sıralarına benzer şekilde dizilmiş sıra sıra sandalyeler var ve buralarda hiç ses çıkarmadan oturmanız, kendinizi dinlemeniz gerek. Dinledim tabi ben de, ama Bahaullah Efendi pek bir şey anlatmadı bana: ) Lotus tapınağından çıkıp, önce Metro, sonra otobüs daha sonra da rikşaya binip Eski Delhi’nin ünlü Red Fort / Kızıl Kalesine gidiyoruz. Oldukça büyük bir şehir Delhi, mesafeler de birbirinden uzak. Ancak Yeni Delhi planlı bir yerleşim olduğundan devasa bulvarlar, beş-altı şeritli yollardan hızlıca geçebiliyorsunuz. Yeni Delhi’de pek inek de yok, belki hayvanlardan yalıtılmış bir bölge yaratmak istemiş olabilirler, çünkü bisikletli rikşaların da bu bölgeye girmesi yasak. Bu nedenlerle Yeni Delhi, batı başkentlerinden farksız. Ünlü anıt, İndia Gate /Hint kapısını geçip Kızıl Kaleye ulaşıyoruz. Red Fort/ Kızıl Kale adını, duvarların kırmızı renginden alıyor. Moğol İmparatorluğu döneminden kalma bir yapı burası da. Giriş paralı ve 100 Rupi (2,5 $). İçerde pek bir şey yok aslında, gidilmese de olur bir yer, sadece Şahın halkını kabul edip sorunlarını dinlediği ‘Diwan-ı Am’ denilen mekan etkileyici. Tövbe estağfurullah adı da bir acayip : ) Red Fort’tan çıkıp hemen yolun karşısındaki Delhi’nin ünlü Jain Tapınağına giriyoruz. Bu gezdiğimiz ilk Jain Tapınağı. İlk bakışta diğerlerinden farksız görünüyor. Ancak Jain’lerin de bazı kuralları var, ayakkabılar dışarıda çıkarılacak, deri olan hiçbir şey içeri girmeyecek- kemer dahil- ve ne yazık ki, Tapınakta kesinlikle fotoğraf çekilmeyecek ! Çantalarımızı, fotoğraf makinelerini dışarıda bırakıp giriyoruz içeri. Jainler doğal, doğaya yakın hatta doğayla iç içe yaşamayı savunan bir inanç sistemi. Daha önce değinmiştim, bunlar ağızlarını bile “ hafezanallah bir böcek yutarım da ölümüne sebebiyet veririm” deyip bir bezle örtecek kadar doğaya saygılılar. Bu nedenle çıplaklık onlar için kesinlikle ayıp değil tam tersi doğaya yakın olmanın bir gereği. Jainler, Zerdüştler gibi ateşle ibadet ediyorlar. Çok sayıda mumla Tanrılarına dua ediyor, ilahiler söyleyip secde ediyorlar. Bence din ve inanca ilişkin farklılıkları öğrenmek görmek isteyenler kesinlikle Hindistan’ı görmeli. Heykeller gibi, duvarlardaki resimlerde de Tanrılar ve bazı önemli Jain Rahipler çıplak. Hani öyle böyle değil, harbi çıplak bunlar, yani çırılçıplak ! Cinsel organları tövbe tövbe apaçık ortada bir takım adamlar, duvarlardan sana doğru bakıyor ! Daha da garibi onlara secde eden kadınların, genç kızların, çocukların, kazık kadar adamların olması : ) Bir anne-kız, ateşle yapılan duayı bize öğretip yardımcı oluyor. Biz de onlarla birlikte haşmetli penisleri olan Tanrılar önünde duaya katılıyoruz : )Tapınağın hemen yanındaki binaya, yine Jainlere ait bulunan hastaneye giriyoruz. Ancak değişik bir hastane burası çünkü bu bina dünyanın ilk ve tek Kuş hastanesi ! Jainlerin hayvanlara zarar vermeme gayreti, onları hastalıklardan korumanın ötesinde, iyileştirmeye kadar varmış. Görevliler hastaneyi gezmemize izin veriyorlar. İçerde şahinden güvercine, papağandan muhabbet kuşuna kadar sayısız tür ve cinste yüzlerce kuş; koğuşlar şeklinde yan yana dizilmiş kafeslerde besleniyor, yaraları sarılıyor, iyileştiriliyor. Bizim kültürümüzde de geçmişte kuş evleri olduğunu ama diğer birçok güzel geleneğimizde olduğu gibi bunun da ‘mazide bir hatıra’ olarak kaldığını bilmek çok üzücü. Kuşlar için hastane kuran düşünceye saygıyla ve gülümseyerek ayrılıyoruz oradan. Ama hayat tüm acımasızlığı ve çelişkileriyle akıp gidiyor burada. Çünkü kuşlar doyuyor ama insanlar aç. Yine çelişkilerle dolu çarpıcı Hindistan’dan bir ‘al gözüm seyreyle ’ umum-i tezat-ı vaziyeti daha : ) Akşam çökmek üzere. Sıcak acımasız ve etkisinden bir şey yitirmemiş durumda. Ama yorulmak yok, şimdiki durağımız çok özel ve çok farklı. Bir dolmuş-taksiye biniyoruz. Dökülen bir jeep bu, arkasına koltuklar konmuş, ama birbirine sabitlenmediği için sürekli oynar durumda, kafayı iyice eğip zor sığıyorsunuz, olağan koşullarda 3-4 kişinin sığabileceği ve fakat nasıl olup da oluyorsa 8 kişi binilip kucak kucağa yolculuk edilen bir ‘nasılgiderabibuhaldehayretvalla’ aracı. Dolara ya da ytl’ye çeviremeyeceğim kadar az bir paraya ( kişi başı 6 rupi ) bu külüstür bizi dünden beri konuşup, gülüşüp, tartıştığımız yere götürüyor: Yeni Delhi Genelevine! Dünden bu yana, önce şaka olarak başlayıp sonra ‘olur mu olur be’ diyerek görmeye karar verdiğimiz, ekipteki kızların da illa ki ve muhakkak görmek istedikleri yer burası.Şehir dışında ve yalıtılmış bir bölgede değil genelev, tam tersi şehrin merkezi sayılabilecek bir bölgesinde; altında inşaat malzemeleri satan dükkânların bulunduğu bir geniş caddedeki blok apartmanlarda serbestçe icra-i meslek ediliyor : ) Rasgele gözümüze kestirdiğimiz bir binanın, karanlık, dar ve oldukça dik merdiveninden yukarıya doğru çıkıyoruz. Yanımızda ekibin kızları da var, içeri girip giremeyeceklerini bilemiyoruz ama ben, ‘ birazdan polis ya da oranın görevlileri (bunun adı öz hakiki Türkçe’mizde halis muhlis pezevenk işte, görevli ne ki) illa ki karşımıza çıkacak, kızları geri yollayacak nasılsa lan’ rahatlığı içindeyim. Ama kimsecikler çıkmıyor karşımıza. Elini kolunu sallayan çıkabiliyor demek. İlk kattan itibaren, kapı önlerine oturmuş yabani kahkahalarla sohbet eden kadınlar, kadınlı-erkekli ‘beyaz Türk’ grubumuzu görünce önce şaşırıyor, sonra şaşkınlığı çabucak atlatıp grubun erkek üyelerini ‘Hintli-Türk fark etmez abi, ben işime bakarım’ mantıksallığıyla içeriye buyur ediyorlar. Onlarca kez Hindistan’a gelip gitmiş olan Zafer bile şaşkın, o da ilk kez bir genelev görüyor imiş. 6-7 katlı binanın üçüncü katındaki kadınlar ısrarla davet ediyorlar içeriye. ‘Eh, hadi girelim, bir de içeriyi görelim’ deyip hep birlikte giriyoruz. İçerde, sokaktakiHint kadınlarından farksız giysiler içinde ama aşırı makyajlı ve çoğu oldukça şişman 20 kadar kadın, genişçe bir salonda karşılıyor bizi. Şaşkın şaşkın bakınıyorlar onlar da bizim gibi. Belki de ilk kez evlerinde yabancı genç kızları ağırlıyorlar. Birbirlerine kızları ve bizleri göstererek kıkırdayıp duruyorlar. Hayatında genelev görmemiş ve muhtemelen bir daha da göremeyecek olan kızlarımız, yüzlerinde asılı kalmış bir gülümseme, Türk şaşkınlıklarıyla etrafa bakınıyorlar. Salonda biri emzikte, diğerleri muhtelif yaşlarda, annelerinin dizi dibinden ayrılmayan birkaç tane de çocuk var. Buraya kadar hani belki her şey normal sayılabilir, ama bir de salonun tam ortasında, mobilyanın ayağına bağlanmış kocaman bir keçi var ve bize meeliyor ! Evet inanması gerçekten zor biliyorum, genelev olarak kullanılan apartmanlardan birinin 3. katındaki dairede, salonun tam ortasında bir de keçi besleniyor : ) İngilizceyi bilen yok aralarında, eh biz de Hintçeyi sular seller gibi bilmiyoruz malum : ) Ama hepsi güler yüzlü ve konuksever. Karşılıklı gülüşüp duruyoruz. Kısa bir süre sonra içeriden belinde peştamalıyla bir genç adam çıkageliyor. O da diğerleri gibi sıcakkanlı ve dostça davranıyor. Kadınlardan birinin oğluymuş. Belli ki burası aynı zamanda evleri, yani burada yaşıyorlar. Bizim kızlar, Hint fahişelerle kırk yıllık dostlarmış gibi öpüşüp koklaştıktan sonra ayrılıyoruz oradan. Her birimiz için unutulmayacak bir deneyim oluyor bu. Hızlıca bir şeyler atıştırdıktan sonra eşyaları toplamak için otele dönüyoruz. Bu akşam yine yollara düşeceğiz.Ebru’yla vedalaşıyoruz. O bizden daha güneye, Rajhastan eyaletine gidip çölde safari yapmayı planlıyor, sonra da kuzeye çıkıp Kuzey Hindistan’ı gezecek. Aferin be şu kıza, gencecik, hem de tek başına, hiç bir şeyden korkmadan yollara vuruyor kendini. Daha birkaç ay gezmeyi düşünüyor. Bir yaşam tarzı aslında bu, yerleşik olmamak. Hep yollarda, hep yeni yerler, insanlar keşfederek gitmek. Mevlana’nın dediği gibi : “her gün yeni bir yere konmak ne hoş ! “ Bu kez kuzeye, Tibet’in yaşayan efsanevi önderi Dalai Lama’nın sürgünde yaşadığı şehre, Dharamsala’ya gideceğiz. Budizm’in dünyadaki yaşayan en büyük ruhsal ve siyasal lideri olan Dalai Lama, yılda bir kez, 1 hafta süresince inananlarına konuşmalar yapıyor, konferanslar veriyor. İşte biz de o bir haftanın içindeyiz, eğer şansımız varsa sadece Asya’nın değil, dünyanın da en önemli şahsiyetlerinden olan Dalai Lama’yı belki de görme imkânımız olabilecek. İstasyonda bizi Kuzey Hindistan’a, ünlü Himalaya Dağlarına götürecek treni bekliyoruz. Önümüzdeki çöp yığını mı kımıldıyor ben mi yanlış görüyorum? Daha dikkatli bakıyorum, evet oynuyor, birazdan neden oynadığı anlaşılıyor. Önce yığının içinden başını çıkaran kedi büyüklüğündeki fare kardeşle, sonra da ailesinin muhtelif ebatlardaki diğer bireyleriyle tanışıyorum. Etraftaki binlerce insana hiç aldırış etmiyor, korkmuyor, kaçmıyorlar, onlar insanlara, insanlar onlara alışmış. Serbestçe gezinip duruyorlar insanların arasında, hatta bir ara baba fare önümüzden acele adımlarla geçip büfenin oralarda bir yerde gözden kayboluyor, birkaç dakika sonra da yine önümüzden geçerek ailesine kavuşuyor : ) Açık kompartımanımızda belki 10 tane genç var, hepsi yıllık izinlerinden görev yerlerine dönen askerlermiş. Askerlik mecburi değil Hindistan’da, ama gönüllü askerlik 5 yıl sürüyormuş. Yavaş yavaş yatıyor herkes. Trende biraz rötar var. Zaten tıngır mıngır 10-15 kişi gayet samimi gidiyoruz. Yeri olmayanlar yere bir bez serip uzanıyor. Ben üst ranzalardan birindeyim. Tuvalete gitmek imkansızlaştı nerdeyse, nereye gidiyorsun, adım atacak yerlerde insanlar yatıyor, koridorlar silme adam dolu, bir kaçının kafasını ezmeden geçmek mümkün değil : ) Aşağıdakilerden biri horlamaya bile başladı. Tuvalete gitmekten vazgeçip yerime uzanıyorum. Kaç gündür ayağımı vuran sandaletler yerine bugün spor ayakkabımı giymiştim. Aman aman, benden söylemesi, siz siz olun, çıplak ayakla spor ayakkabıyı uzun süre giymeyin, hiç tavsiye etmem, iğrenç kokuyor: ) Ayakkabımı çıkarmamla birlikte uyumaya çalışan herkesin yüzü ekşiyor, ama hakikaten dayanılacak bir koku değil, Türkiye’de olsa döverler adamı sırf bu koku yüzünden, buradakiler yine efendi, seslerini çıkarmıyorlar. Bizimkiler de artık bilmem ayıp olur diye, bilmem alıştıklarından pisliğe, bir şey demiyorlar. Yıkayıp gelsem ayağımı, diye geçiriyorum aklımdan, ama koridoru aşmayı gözüm yemiyor. Eskiden olsa ( 1 ay öncesi ) bu pisliğe, rezilliğe herhalde çok sinirlenirdim, oysa şimdi ne denli az şeyle mutlu olabiliyorum, ne kadar az şeye ihtiyaç duyuyorum, isteklerim, beklentilerim, ne kadar da azaldı. Bizdeki ‘bir lokma bir hırka’ anlayışına çok da yakın değil mi aslında bu; buradaki insanlar da öyle yaşıyorlar, çünkü bırakın çeşidi, 1 tane bile tişörtü olmayan yüz binlerce insan yaşıyor bu ülkede, üstelik isteyerek, gönüllü olarak. Artık her şey Hindistan Öncesi (H.Ö) ve Hindistan Sonrası (H.S) biçiminde gerçekleşiyor sanki. ‘Serseri’ yi yüzümde hoşgörülü bir gülümseme, aklımda uçuşan binlerce düşünceyle izlerken uyku bastırıyor. Ulan ya bu aşağılık ‘serseri’, ben uyurken burnumda filan gezerse? Yok artık? Olur mu olur, bak şimdi… Tedirginlikle ‘serseri’ye arkamı dönüyorum. Bu seferde sanki onu aldatmışım hissine kapılıp rahatsız oluyorum, bu insan ruhu ne acayip? : ))Gece, tütsüden Hindistan cevizi yağına kadar türlü Hint kokuları, çay, samoza ve daha bilumum yiyecek satan sıtma görmemiş satıcı sesleri, çocuk ağlayışları, kaba Hint gürültüleri arasında dostça çöküyor kompartımanımıza. 25.Mart.2006, Cumartesi, Patankot-Dharamsala, 20. Gün Nihayet Patankot’a varıyoruz. Yolun bundan sonrasını otobüsle devam edeceğiz. Yaklaşık 100 kilometrelik yol normal koşullarda 3 saatte alınıyormuş, ama otobüsle 4 -5 saati bulduğu da oluyormuş. Düşün artık, nasıl yol. Ufak terminalde otobüsü görünce vazgeçer gibi oluyoruz, yürüyen bir teneke hayal edin, her bir tarafı paslı ve kırık dökük. Taksi soruşturuyoruz, 1200 rupi isteniyor (30 $). Otobüs ise sadece 75 rupi (2 $). Otobüse biniyoruz. Aracın her yerinde Hint bayrakları, çiçekler, tanrı heykelleri, resimleri… Teypten tiz sesli bir kadın Hint arabeskleri söylüyor çığlık çığlığa. Fil Tanrı, Maymun Tanrı, Krişna bakıyor aracın her yerinden bize. Aslında Maymun Tanrıyı çıkar, yerine Müslüm babanın resmini koy, Fil Tanrıyı çıkar yerine Sibel Can’ın resmini koy, teypte de Ferdi Tayfur söylesin, bir anda Menemen-İzmir Otogar minibüsünde sanabilirsin kendini.Neyse ki ‘yürüyen tenekemiz’ çok kalabalık değil. Ama koltuk araları birbirine çok yakın. Kürek yutmuş gibi oturuyorum zorunlu olarak. 4 saat sonunda tutulan belimizi çözmek için vinç gerekecek derken otobüsün ön tarafı boşalıyor, pat, öne transfer oluyoruz sektirmeden. Şoförün tam arkasındayız, böylece hem yolu daha rahat izleyebileceğiz, hem de ön taraf daha genişçe. Ama bu tercihin aslında ne kadar isabetsiz olduğunu yola çıkınca anlıyoruz. 50 yaşlarında, kısa boylu, tıknaz, zayıf mı zayıf, Ayhan Işık bıyıklı olan şoförümüz acayip nemrut ve suratsız bir tip. Turistten hoşlanmadığı belli. Suratsızlığı karısını ilgilendirir, şunun şurasında sadece 4 saatliğine hayatımızda olacak abi, sonrasında yok; bizi ilgilendiren kısmı ise, elini havalı kornadan hiç çekmemesi. Bu bir felaket, çünkü korna bizim havalı kornalardan beter. Her tarafı ve bu arada motor kapağı bile açık aracımızın her yerinden ses gelmesi önemsiz bir ayrıntı zaten ama Ayhan Işık abi kornaya bastığında ses anında içerde. Ülkedeki araç kornalarının yüzde 80’inin sesi çok çalmaktan mütevellit nispeten kısılmış durumda, ama bizim bedevi şansımıza Ayhan abi, kornayı yenilemiş herhalde, sesi yeri göğü inletiyor. Yenilemiş demem yanıltmasın, sadece sesini yenilemiş. Çalışma prensibi, ‘motor kaputu delinerek bir kablo marifetiyle soldaki şoför kapısına zapt edilmiş iki tel, birbirine değdirilerek ses çıkaracaktır arkadaş’ yöntemi : ) Fakat, itiraf etmeli, kim ürettiyse bu kornayı, bütün Hindistan karış karış aranıp bulunmalı ve kendisine üstün başarı ödülü verilmeli. Sesi müthiş ! Ayhan abi iki teli birbirine değdirdiğinde – ki bunu aralıksız yapıyor- her seferinde kulaklarınızın ırzına geçildiğini hissediyorsunuz, o derece yani, bunu diyorum başka da demiyorum. Yaşadığımız eziyet akılda canlanabiliyor mu, yeterince tahayyül edilebiliyor mu bilmiyorum, kesinlikle insan haklarına aykırı sesi olan kornanın dibinde, elini bu kornadan hiç çekmeyen suratsız bir şoförle, bozuk toprak yollarda, 4 saatte, en çok 20-30 km. süratle gidiyoruz. Adam, ağzındaki pan yüzünden hafif kayık zaten, kafayı bulmuş, bir de hemen her dakikada bir, üstünde nicedir cam olmayan kırık penceresinden, kıpkırmızı tükürüklerini saçıyor yollara. Felaket ki sorma gitsin. Yolun ilk yarım saatinin sonunda adamı vurup intihar etmeyi düşünüyorum. Nihayet belim de ağrımaya başlamasın mı? Allahım suçum neydi, ne hata ettim ben? Yola çıkma kararı aldığım güne, kör talihime, Ayhan Işık bıyıklı şu pis herife, yolları düzeltmeyen Hint Hükümetine, Belediyesine, hatta Dalai Lama’ya ve hatta Zafer’e ve her şeyden çok kendime ve dinmek bilmez, iflah olmaz merakıma, gezme isteğime küfürler savuruyorum. Ne işim var lan benim burada? Ama daha kötüsü de varmış, arabaya bindikten 10 dakika sonra yavaştan sıkışmaya başlıyorum. Yarım saat sonra durum çekilmez hale geliyor. Öleceğim nerdeyse, nasıl fena çişim gelmiş, kıvranıyorum. Yola yeni çıkmışız, nemrut, ince bıyık, kafası kıyak abiye yalvarıyorum, durma yukarıyı işaret ediyor, yukarda, dağlarda bir yerlerdeymiş mola yeri, duramazmış. Hay ben senin gelmişini, geçmişini… Adamın İngilizceyi bilmemesi bir şey değil, Hintçeyi de bilmiyor üstelik, şaka değil yahu, ağır abi buralardaki yüzlerce acayip yerel dillerden birini konuşabiliyor sadece. Sağır eden kornası ile onlarca köyde durup kalkıyor. İnanılmayacak bir şey ama, kornayla her seferinde farklı bir ezgi tutturuyor abi; köye girerken ayrı, köyde ilerlerken ayrı, beklerken ayrı, kalkarken ayrı ve köyden çıkarken ayrı. Ona da diyeceğim yok da, şu durduğun yerde bir dakikada hallederim be abi, valla billa çok sıkıştım, insanlık hali, anla işte, hadi benim güzel Ayhan Işık abim? I-ııh, Nuh diyor peygamber demiyor eşşoğlueşşek, durma yukarıyı gösteriyor. Zaten bu bıyıktan nefret ederim. Yolların yüzde 80’i delik deşik toprak köy yolu, hem daracık hem virajlı. Hep yüreğimiz ağzımızda, ‘yok artık deve, buradan da geçemez ya’ dediğimiz yerlerden hem de gaz kesmeden geçerek ve bizi şaşkınlıklar içinde bırakarak durmadan dağlara doğru tırmanıyoruz. Bazen tek tekerlek boşluğa düşüyor resmen, zor topluyor Ayhan abi. Ama çoktan beti benzi atmış, gözleri sabitlenmiş ve Mesih İsa’ya yakaran orta yaşlı Alman çiftle, bizden başka takan yok buna, ağır bir tevekkül havası sinmiş sanki, tüm Hindistan’a olduğu gibi yürüyen tenekemize de. Üstüne üstlük bitmek bilmeyen yüzlerce köyden geçerken önündeki yola bakacağına, aynı anda kornaya daha bir şevkle asılarak, köyün genç kızlarına dönüp dönüp bakıyor, utanmaz arlanmaz ırz düşmanı.Beynim bir makine gibi tıkır da tıkır, şu andaki en önemli şeye, çiş olayına çözüm bulmaya çalışıyor. Şu plastik şişeyi alsam, suyunu bitirip… Bir tane de önüme bez gersem? Yok lan, çüş artık, herkes anlar, zaten kabak gibi en öndeyiz, hadi onu da geçtik, bu sarsıntıda nasıl denk getireceğim şişeye? Cık, olmaz. Utanmayı falan bıraktım, olduğum yere salacağım, ama adamdan tırsıyorum, zaten belli, manyak bu herif, kafayı da bulmuş ottan, kalkar:- Arabama işedin lan, bunu kan temizler ancak pis gavur! falan der, biz de Türk’üz müsaadenle, altta kalmayız, bir kafa herife, zaten sinirlerim tüm entelektüel sağduyumu almış götürmüş durumda, ondan sonra hadi bakalım, ömür boyu Hint hapishanelerinde çürü, dur. Tuta tuta karnımın ağrısından bayılmak üzere olduğum bir anda, çok şükür sana yarabbim, bir köyde mola veriyoruz. Tuvalet diyorum, bir dükkanın arkasını işaret ediyorlar. Arkaya geçiyorum, bir evin duvarından başka hiçbir şey yok, oldukça havadar bir tuvalet. Duvardaki ölü sineğe doğru nişanlayarak yaklaşık 5 (10 ?) dakika gürül gürül işiyorum. Hey Allahım, ne büyük mutluluk bu be ! Dünya varmış. Mola yerinde tuvalet soran bayanlara uzaklarda bir yerler tarif ediliyor. Hadi ben hallettim, netsin kadınlar, tutuyorlar mecburen. Kadınlara mühim çağrı: buraya gelecekler tuvalet işini iyi düşünmeli. Rahat olmalı, beklentiyi düşük tutmalı ve elbette uzun süre tuvaletini tutma konusunda önceden staj yapmalı ! 4,5 saat süren ama 4,5 yıl gibi gelen bir yolculuk nihayet bitiyor. Dağlar arasında, yemyeşil bir dünyaya, Dharamsala’ya şükür duaları arasında varıyoruz. Alman çift hayata yeniden gelmiş olmanın sarhoşluğuyla ağzı kulaklarında birbirlerine sarılarak uzaklaşıyor. Aynı kaderi paylaşmış olmanın dayanışmasıyla çüüs’leşiyoruz. 37 derecelik Yeni Delhi’den sonra, araçtan inince kalın giyinmemize rağmen üşüyoruz. Dharamsala, 1800 metrede kurulmuş ufak bir kasaba. Nüfus yaklaşık 17 bin ve bu nüfusun çoğunluğunu Tibetli göçmenler oluşturuyor. Tibet, Çin tarafından işgal edilince Dalai Lama’yla birlikte sınırı geçerek bu küçük kasabaya sığınan Tibetliler burada, önemli bir Tibet kolonisi oluşturmuşlar. Hintlilerden apayrılar; giysileri ve müzikleriyle Çinlilere benziyorlar. Çekik gözlü, çıtı pıtı, ufacık tefecik, onca acıya rağmen yüzlerinden gülücükleri eksik etmeyen sevimli insanlar. Göçten sonra ikinci bir Tibet yaratmışlar burada. ‘Özgür Tibet’ afişlerini her yerde görmek mümkün. Tibet ezgileriyle dolu sokaklar, Budist Tapınaklarıyla çevrili meydanlar… Sokaklarda olsun, dükkanlarda olsun satıcılar, Hintlilerin aksine pazarlık yapmıyorlar. Ne söylüyorlarsa ona satıyorlar, ne aşağısı ne yukarısına. Ama tükürme huyları Hintlilerden farklı değil. ‘Taşıdelek’ Merhaba, ‘Taşısık’ Lütfen demek. Gün olur, giden birileri olursa oralara, beleş Tibetçe hizmetimiz için, arkamızdan bir Allah razı olsun demesi yeter : ) Önce otel arıyoruz. Dalai Lama’nın konuşmalar yapıp, dersler verdiği o önemli 7 gün içinde olduğumuzdan dolayı bu küçük şehir tıklım tıklım. Hiçbir otelde yer bulmak mümkün değil, bir otelde suit oda buluyoruz, fiyatları dehşet verici, kişi başı 2700 rupi (60 $), ki bu mütevazı Hindistan için bir servet. Açıkta yatmaya kalksak gece dondurucu soğuk olur burada. En sonunda iyice tepelerde arada bir yerlerde oda bulabiliyoruz (135 rupi/3$). Hava oldukça soğuk, yorgunluk var. Dün yanıyordum sıcaktan. Şimdiyse titriyorum. Üstüme giymek için kalın ama yumuşak bir kaşmir kazak satın alıyorum güler yüzlü bir Tibetli teyzeden. Hakiki kaşmir, üstelik komik bir paraya (200 rupi/5 $). Şimdi azıcık ısınıyorum işte. Yine de gidip yatmalı, ne de olsa Ayhan Işık abi’li günümüz pek de sakin geçmiş sayılmaz : ) Üstelik şansımız varsa yarın Dalai Lama’yı göreceğiz. Hadi hayırlısı.Kalın yorganı üzerime çeker çekmez derin bir uykuya dalıyorum.

-DEVAM EDECEK-

Bir Düş Ülkesi Hindistan - 5

18.Mart, Cumartesi, Amritsar, 13. Gün

Numarasız bir trenle ulaşıyoruz Amritsar’a. Trenlerde o kadar çok sınıf ve farklı kategori var ki, hala çözebilmiş değilim hangi sınıf nedir, nasıldır? Non-AC yani klimasız, yerel ve lanet bir tren bu : ) Oldukça yavaş gidiyor ve her eksprese yol veriyor. Benim uyku tulumum vardı, pek etkilenmedim ama diğer trenlerde olduğu gibi çarşaf ve battaniye bu trende verilmediği için uyku tulumu olmayanlar gece çok üşümüş. Amritsar, Hindistan’ın Pakistan’la olan sınır kenti. Muhammed Ali Cinnah’ın başlattığı ayrılıkçı hareket ile Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılıp bağımsız bir devlet olduğu dönemde sınır, Amritsar ile Lahore’u bölecek şekilde ortalarından geçirilmiş. Bölge tarihi için büyük önem taşıyan iki kentten, Lahore Pakistan’da, Amritsar Hindistan’da kalmış. Ülkenin kuzeybatısında yer alan ve başkent Amritsar’ı da içine alan Pencap eyaleti, geleneksel olarak Sih Pencabilerin yurdu. Başlarına taktıkları türban nedeniyle Sihleri diğer Hintlilerden ayırmak çok kolay. Pencabiler, ırk olarak Hintlilerden ayrılıyor, daha iri yapılı ve daha savaşçılar. 1500’lü yıllarda Guru Nanak Dev tarafından kurulan ve ilk yasaları yazılan Sih dini, Hinduizm’le Müslümanlığı kaynaştıran bir karma din. Guru Nanak Dev Ji, Hinduizmle Müslümanlığın kendince iyi yönlerini bir araya getirerek dinini oluşturmuş. Kutsal kitapları ‘Guru Granth Sahib’, Amritsar’da aynı zamanda Hac yerleri olan Altın Tapınak’ta bulunuyor. 1,5 milyarlık Hindistan’da en büyük din Hinduizm. 800 milyon insanın inandığı Hinduizmi, ülke halkının yaklaşık yüzde onunu oluşturan 150 milyon kişinin inandığı Müslümanlık takip ediyor. Müslüman olduğu için içinden Pakistan ve Bangladeş adında iki ayrı devlet çıkarmasına rağmen 150 milyonluk bu nüfus, Hindistan’ı Endonezya’dan sonra dünyadaki en büyük Müslüman ülke yapıyor. Arkasından 29 milyonluk nüfusla Sih’ler geliyor. Sihler, Pencap eyaletinde yoğunlaşmakla beraber, ülkenin her yerine dağılmış durumdalar. Bunların dışında Budizm, Hıristiyanlık, Jainizm, Bahailik de dahil olmak üzere çok sayıda din ve dinsel inanç da bu topraklarda yaşam hakkı buluyor ve milyonlarca insan tarafından takip ediliyor. Bir rikşayla doğruca Altın tapınağa gidiyoruz. Altın Tapınak yolu, Hindistan’ın her yerinde olduğu gibi canhıraş kalabalıklarla dolu. Haritwar’da olduğu kadar olmasa da nispeten temiz sokaklar. Yol boyunca başları sarı, mavi, gri, yeşil, mor ve dahi bir dolu renkle bezeli rengarenk türbanları, uzun yapılı boyları, yemyeşil gözleriyle dikkat çeken Sihleri izliyorum. Sihlerin alamet-i farikaları olan türbanlarının nedeni dinlerinin emir buyurduğu kıl kesme yasağından geliyor. Mantıklı bir nedeni yok, Guru Nanak Dev Ji’ye öyle esmiş, inananlarına saçlarını, kıllarını kesmeyi yasaklamış, dökülen kıllar bile bin bir törenle toplanıp yakılıyor, öyle çöpe filan atmak acayip günah! Altın Tapınak’a yine ayakkabılarımızı çıkararak giriyoruz. Hindistan’daki bütün dinlerde bu var, ister Budizm olsun ister Jainizim, isterse Sih dini ya da Müslümanlık, tapınaklara girişte mutlaka ayakkabılar çıkıyor. Belki de bu, sokaklarda hayvan dışkılarının Tapınaklara taşınmaması için bulunmuş pratik bir yol. Kapıdaki mızraklı güvenlikçiler ve capcanlı renklere bürünmüş hacılar çok garip geliyor ilk bakışta. Zaman donmuş sanki. Ortaçağ’ın silahı mızrağın bu coğrafyada, bu zamanda hala kullanılıyor olması şaşırtıcı. Ama insan Hindistan’da zamanla şaşırmamayı öğreniyor, çünkü zaten her şey şaşırtıcı : ) Altın Tapınak, bizim Urfa’daki Balıklı Gölü andırıyor, ama gölün ortasında bir bina var ve bu binaya küçük bir yolla ulaşılıyor. Bina, tümüyle altınla kaplanmış son derece etkileyici bir mimariye sahip. Tapınağın her bir yerinden duyulan ilahiler ise gerçekten çok güzel ve etkileyiciliği arttırıyor. Bu din oldukça garip, inananlar tapınakta bazı kutsal sözlerin yazılı olduğu yerlerde secdeye duruyorlar ancak Hindulardaki gibi Tanrı heykelleri ve suretler yok, sadece görevli rahipler tarafından sürekli okunan kutsal kitaplar var. Secde bizdekine benzer. Ancak anladığım kadarıyla sadece Sih dininin kurucusu Guru Nanak’la onu takip eden 10 Guru’ya ve Kutsal kitaplarına secde ediyorlar. Sihler oldukça sevimli, konuksever ve güleç yüzlü insanlar. Fotoğraf çekilmesine kızmıyor tam tersi gülümseyerek poz veriyor, hatta kendileri gelip çekmenizi istiyorlar. İri kıyım erkekleri, inançları gereği saçlarını, sakallarını ömürleri boyunca kesmiyor, bu nedenle de uzayan saçlarını toplayabilmek için türban takıyorlar. Olmazsa olmazlarından biri de çelik bilezikle bir kama taşımak. Amritsar’da Jainlere de sıkça rastlıyoruz. Onları da ağızlarına taktıkları örtülerden tanıyabiliyorsunuz. Jainler, doğada hiçbir canlıya zarar vermemek için azami dikkat gösteren bir inanca sahipler. Ağızlarını da yanlışlıkla bir sinek ya da böcek yutarak ölümlerine neden olmamak için örtüyorlarmış. Hatta bunlar hep yanlarında bir süpürge taşıyorlar, oturmadan önce oturacakları yeri süpürüp herhangi bir canlıya zarar vermemek için. Film millet : ) Sihler Altın Tapınaktaki Gölde yıkandıkları zaman Hacı oluyorlar. Tapınağın her yerinde genci yaşlısı ile Göl suyunda dualar eşliğinde yıkanan Sihler çok güzel görüntüler oluşturuyor. Bebeklerini bile bu suda yıkamak onlar için oldukça önemli bir tören. Üstelik gölde öldürme yasağı yüzünden ve beslenmekten her biri 10’ar kilo olmuş balıklara rağmen : ) Altın Tapınak’ta yerli-yabancı ayırt edilmeksizin 24 saat binlerce kişiye ücretsiz yemek ve konaklama sağlanıyor. Tabi şartlar oldukça mütevazı ama yine de önemli bir hizmet bu. Yemekhaneye girişte sıralanmış görevliler var, biri tabağını, biri su kabını, bir diğeri de kaşığını veriyor. Gidip oturuyoruz biz de. Aynı anda yüzlerce kişinin yemek yiyebildiği büyüklükte bir bina burası. Masa, sandalye gibi gereksiz eşyalar yok. Yerde kilimler, üstünde oturan insanlar. Yerde sıra sıra oturup görevliler bekleniyor. İçerde de görev bölümü var, bir kişi elinde koca bir kazanla geleneksel mercimek yemekleri Dhal’ı dağıtıyor. Arkasından gelen bir diğeri kırmızıbiber turşusuna benzer bir sosu boca ediyor tabağınıza. Bir başkası suyu, bir diğeri de bir tür boş gözleme olan nan’ı dağıtıyor. Naan için, sadaka bekleyen bir dilenci gibi her iki elini birden açıp beklemek zorundasın, görevli kişi 2 adet nan’ı ellerine atıp gidiyor. Oldukça ilginç bir yemek oluyor bizim için : ) “Yok arkadaş, bu kadarcık şey beni doyurur mu hiç” diyor isen yeniden sıraya girip ikinci tur yapabilirsin, engel yok. Yemeği yiyen kalkıyor. Yerini arkadan gelenler alıyor.Yemekler bittiğinde, diğerleri gibi boş tabak-çanakları alıp çıkıyoruz. Dışarıda yine işbölümü var, birisi tabakları alıyor, birisi sadece kaşıklardan sorumlu, bir diğeri su kaplarını topluyor. Bir ekip de koca koca arabalarla biriken tabakları, kaşıkları su kaplarını açık bulaşıkhane bölümüne götürüyor. Aşağıda hummalı bir faaliyet var. Yemek yiyenler, diğer işlerde olduğu gibi bulaşıkhaneye girip gönüllü bulaşık yıkama ordusuna katılıyor. Burada da binlerce kap ilk bölümde bol köpüklü sabunlarla yıkanıp kurulanıyor. Sürekli değişen yüzlerce insanın karıncalar gibi çalıştığı, gönüllülük üzerine kurulu müthiş bir dayanışma. Bizim imeceler gibi burada her şey, isteyen istediği gibi işlerin bir ucundan tutuyor. Bu nedenle bir yemek dağıtan bir sonraki dağıtımda değişebiliyor. Aslında başka türlüsü zor, aynı anda ve 24 saat boyunca binlerce kişiye yemek vermek de kolay değil zaten. Tapınak etrafındaki konuk evleri de aynı esas üzerine kurulu ve ücretsiz. Sih olmayan yabancı turistler de düşünülmüş ve onlar için özel bölümler hazırlanmış. Biz de ekip olarak yer varsa burada kalmaya karar veriyoruz. Koğuş gibi uzun bir salon. Yan yana sıralanmış yataklar, öyle ki arada hiç boşluk yok, yani yatağın birinden hiç inmeden salonun diğer ucuna gidebilirsin : ) Salona açılan 3’er 4’er kişilik küçüklü büyüklü odalar da var, ama bunlarda yer yok. Bu akşam sadece koğuş uygun. Koğuşta yan yana ( kıç kıça demek lazım aslında) sıralanmış bu yataklarda yatacağız. Önce kalın ciltli bir deftere kaydımızı yapıyorlar. Adın, milliyetin, cinsiyetin işleniyor. Şöyle bir bakıyorum, Arjantinlisinden İranlısına, Polonyalısından İrlandalısına ipini koparan gelmiş buraya : ) ‘Kim nereyi bulursa yatar arkadaş’ prensibine göre, yatağı boş bulan çantasını koyuyor oraya; bu, artık rezervasyon yapılmış demek. Bizde bu tür durumlarda olduğu gibi “ulan nasılsa sahibi yok anasını satayım “ deyip kimse kimsenin çantasını kaldırıp bir tarafa atmıyor, “ dolmuş la burası” diye düşünüp kendine yeni yer arıyor. Ben de ilk bulduğum boş yatağa çantamı bırakıyorum. Herkes kendine bir yer bulup çantasını atıyor, oh, bugün de konaklama işini hallettik, yarına Allah kerim : ) Amritsar, söylemiştim, Hindistan’ın sınır kenti. Pakistan’la Hindistan arasındaki sınır törenleri o denli renkli ki, artık bir gösteri halini almış. Bizim de planımızda bu törenleri izlemek var. Bizi sınıra götürecek bir araç kiralıyoruz. Araç bizi, 1 saat kadar süren sınıra götürecek, bekleyecek ve geri getirecek. Yine mecburen kazıklanarak 450 rupiye anlaşıyoruz (12 $). Pakistan-Hindistan arasındaki bayrak indirme ve kapıların kapanması törenleri o derece ilgi görüyor ki sınırlar, restoranlarıyla, atlıkarıncalarıyla bir panayır halini almış, buralarda koskoca bir eğlence sektörü oluşmuş. Törenler öyle gelişmiş ki turistik hale gelmiş. Zamanla bir show’a dönüşen törenler rahatça izlenebilsin diye sınırın her iki tarafında da binlerce kişilik tribünler yapılmış. Sınır törenleri çok komik. Bir futbol sahası gibi tribünler var, ama tribünlerin yarısı Hindistan’da, yarısı Pakistan’da. Tribünlerin ortasında saha yerine bir demir kapı bulunuyor. İşte bu, iki ülkeyi ayıran sınır kapısı. Gösteri akşam saatlerinde her iki taraf askerlerinin de ellerinde bayraklarıyla gelip, birbirlerine karşı bir güç gösterisi şeklinde başlıyor ve sürüp gidiyor. Askerler belli ki çok özel seçiliyor, hem upuzun boylarıyla hem de yürürken bacaklarını başları hizalarına kadar kaldırabilmelerini sağlayan çeviklikleriyle oldukça göz dolduruyorlar. Rengarenk giyinmiş, süslü, yakışıklı ve gösterişli bu askerler, çok sert hareketlerle birbirlerine doğru rap rap gelip, ülke bayraklarını indiriyor, sonra da yine sert hareketlerle sınır kapısını dannnnnn diye karşı tarafın yüzüne çarpıp gidiyorlar. Bu, o gün için sınırın kapanması demek. İşin komik tarafı her iki taraf da hemen hemen birbirinin aynı hareketleri simetrik olarak yapıyorlar. Galibi olmayan bir horoz dövüşünde gibiler. Çok komikler : ) Bu arada seyirciler de boş durmuyor tabi, sınırın her iki tarafındaki tribünlerde binlerce insan birikiyor, bir futbol maçındaymış gibi ellerinde bayraklarıyla hiç durmadan bağrışıp duruyorlar. Pakistan tarafından “Allahuekber” bağrışlarına Hindistan tarafı “Zandibad Hindustan” (Yaşasın Hindistan) karşılığı veriliyor. Bizim gittiğimiz gün Hindistan’ın bariz tribün üstünlüğü vardı, nedense Pakistan tarafında galiba kadınlar ağırlıktaydı, “Allahuekber” sesi oldukça ince ve tiz geliyordu. Altın Tapınak, akşam karanlığında rengarenk ışıklarıyla daha da mistik ve etkileyici görünüyor. Hele ki kanon şeklinde çok sesli söylenen ilahiler gerçekten çok etkileyici. Sihleri sevdim. Güler yüzlü ve temizler. Tuvaletleri daha bir girilebilir. Akşamın çökmesiyle hava biraz serinliyor. Artık göl ortasındaki Kutsal Kitabın olduğu altın süslemelerle bezeli bölümü görebilmek için hınca hınç dolu sıraya girebiliriz. Epey bir süre dualarla adım adım ilerleyen sırada bekliyoruz. Ama zor ve sıkıntı veren bir bekleyiş değil bu, ruhum huşu içinde, bir göksel armoninin dinginliğiyle huzurlu. Yaşlısıyla genciyle, kadınıyla çocuğuyla, hatta ufacık bebeleriyle her yaştan Sih, kutsal dualarını mırıldanarak ilerlerken, bir taraftan da bizim gibi turistlere sevecenlikle gülümsüyor. Havada oluşan kutsiyet ve mistik hava, yaşamın ve varoluşun anlamını sorgulatıyor insana. “Kimim lan ben? Nerden gelip nereye gidiyorum? ” Nice zaman sonra ayaklarımız yerden kesilmişçesine bir yığınla içeriye giriyoruz. Duvarlarda altın kaplamalı mermerlerde ince bir işçilik var, ne yazık ki fotoğraf çekmek yasak. Söylenen ilahiler herkes gibi benim de yüreğime işliyor, sürekli okunan Kutsal Kitabın önünde secdeye varanlar, yoğun bir duygu yoğunluğu yaşatıyor. Çok etkileyici bir mekanda, çok etkileyici bir tören gerçekten. 3 katlı binayı geziyoruz, her yerde insanlar dualarla kutsal mekânlarını huşu içinde dolaşıyor. Çıkışta yerlere oturup, kutsal kitabın götürülüş törenini bekliyoruz. Yarım saat kadar sonra bir patırtı kopuyor, onlarca insan dualar eşliğinde Kutsal Kitabın konacağı tahtı çıkarıyor. Kitabın konacağı altın işlemeli ve süslü yastıklara parfümler sıkılıyor. Her bir yandan o tahtı omuzlamak için yüzlerce inanan koşuyor; şanslı olanlar dokunabiliyor tahta ve yine dualar eşliğinde taht, içindeki Kutsal Kitapla gece saklanacağı yere götürülüyor. Saat geç, hava serin. Konukevine girdiğimizde Fransızından Japonuna sıra sıra turist, yan yana yataklarda beynelmilel horlamalarla derin uykulara geçmiş bile. Yerime uzanıyorum. Bir yanımda Quebec’li kızlar var, dünyaya Fransız, çoktan kim bilir hangi Fransız düşlere dalmışlar. Diğer yanımda bir Alman herif, hala uyanık, uzandığı yatağında yumuşak yumuşak sırıtıyor bana. Allah Allah, ne gülüyon lan? Tamam, sana da welcome. Başımla hafifçe selamını alıp işime devam ediyorum. Bakmıyorum suratına. Ben yorganımı düzeltirken aniden ve alenen, Alman aksanına eklediği sırnaşık bir gülümsemeyle, tövbe estağfurullah, ‘sarılarak birlikte uyumayı’ teklif ediyor. Kan beynime sıçrıyor, Almancam yok, “git kendi ananı becer” diyorum gayet Türkçe, ses tonumdan ve suratımdan anlıyor demek istediğimi, dönüp kıçını, boktan suratına bakmaktan kurtarıyor beni. Başka yer de yok ki uzasam. Bunlar niye hep bana rastlar? Aramıza günlük gezi çantamı koyuyorum neme lazım : ) Yastık yok, “n’apcam lan, yastıksız da uyuyamam” derken yatak başında uzanan kütüphaneye takılıyor gözüm, tozlu kitaplıktan eski ve kalın bir Tolstoy klasiğini çekip üzerine bir sweat-shirt sararak kendime post-modern bir yastık yapıyorum. ‘Savaş ve Barış’, bir kez daha iyi geliyor bana. Kitap hayatta hep işime yaramıştır zaten : ) Dışarıdaki gürültü hiç eksilmiyor. Misafirleri kaydettiği kalın ciltli defterle yapışık yaşayan gür ve bed sesli görevlimizin yabani kahkahaları, çocuk ağlamaları, kocakarı bağrışları… Bu saatte bu kadar paylaşamadıkları nedir acaba? Ama umurumda değil, öyle yorgun ve uykusuzum ki sanki kuştüyü yastık ve yatakta yatıyor gibiyim. Üstüme çekiyorum, küf, toz ve anı kokan yorganı. Şu Alman herif de olmayaydı, tam Şam’da kayısı durumuydu. Kulaklarımda hala kutsal Sih ilahileri. Bunların CD’sini almalıyım mutlaka. Gözkapaklarım ağırlaşıyor. 19.Mart.2006, Pazar, Amritsar, 14. Gün Gecenin yarısı bir ara uyandığımda önce algılayamıyorum, nice sonra anlıyorum, Alman herif, heyula gibi yatağında oturmuş, ellerini kavuşturmuş, meditasyon yapıyor. Gece vakti, manyak mı ne? Bir süre ne halt edecek bu diye çaktırmadan izliyorum, gözleri kapalı, olduğu yerde put gibi hareketsiz öylece duruyor. La havle, meditasyonik yumuşatik tırlak : ) Çattık elin cinsine. Ama uykusuzum, gözlerimi açık tutmakta zorlanıyorum. Dalmışım. Uyuyup uyanıyorum sabah, adam aynı! Duruş şekli bile değişmemiş. Hiç mi uyumaz lan bu? Zaten gürültü de çok fazla, erkenden kalkıyorum. Koğuşun yarısı kalkmış, yarısı uyukluyor. Aslında gürültülü, sıkışık, kitapyastık’lı ve tedirgin bir gece ama oldukça zinde ve dinlenmiş kalkıyorum. Kitap işe yarar demiştim heh he. Güzel, aydınlık, keyifli bir sabah. Öğlen saat 14.00’de Jaipur trenine bineceğiz. İstasyona erkenden geliyoruz. Bir pastaneden bolca alışveriş yapılıyor. Yine bol meyve; üzüm, portakal büyüklüğünde (burada hep öyle) bol sulu, kokulu, enfes mandalina, şahane tadıyla ananas (daha trene binmeden bitirdik zaten) ve muz. Meyve bu ülkede çok bol ve ucuz. Üstelik hepsi şahane tatlara, renklere, kokulara sahip. Hıyar mevsiminde İstanbul sokaklarını kaplayan taze hıyar kokuları gibi, mevsiminde işportacı tezgahlarına yeni düşen bal şeker Kırkağaç kavunları gibi çeşit çeşit taze meyve kokuları doldurmuş sokakları. O kadar bol ve taze ki sadece meyve yiyerek bir günü geçirebilirsiniz burada. Pencap Eyaletinden ayrılıyoruz artık. Gideceğimiz eyalet olan Rajhastan, ‘Racalar, Mihraceler Ülkesi’ demek ve ülkenin çöl olan tek eyaleti. Yol uzun, sabaha kadar trendeyiz. Trende bir Sih aileyle de komşuyuz. İri kıyım baba, türbanı ve güler yüzüyle sevimli biri. Karısı genç, zayıf, biraz nemrut. Ama blue-jean ve t-sirt’üyle modern bir havası var. Adamı direktifleriyle elinde oynatıyor. 3-4 yaşlarındaki sevimli keratayı biz kız sandık, erkekmiş, adı Hariş. Sihlerde kesilmiyor ya saçlar, kız gibi uzamış da uzamış saçları. O kadar kesilmiyor ki, tararken dökülen saçları tek tek toplayıp ceplerine koyuyor, sonra da yakıyorlarmış. Kesinlikle çöpe atılmıyor yani. Saadet, kadının bütün yiyeceklerinin tek tek tadına bakıyor, onun sayesinde tabi bizde, hatta acılı bamya (ne saçma söz hepsi acılı zaten) yemeğini alıp bitiriyor teklifsizce. Ne rahat bir kız yahu : ) Hariş, maskotumuz oldu. Oyun oynuyoruz, şarkılar söylüyoruz. Öpüyorum esmer mi esmer sıcak mı sıcak yüreğinden. Çocuklar, her coğrafyada güzel. Uzunca ama keyifli bir yolculuk. 20.Mart.2006, Pazartesi, Rajhastan / Jaipur, 15. Gün Jaipur istasyonuna geç saatte giriyoruz. Sokaklar tertemiz. Pek fazla inek de yok ortalıkta. Çöl ülkesi olmasına rağmen her yer yemyeşil. Jaipur, ülkenin tekstil merkezi. Bundan dolayı özel bir önem veriliyor olabilir. Hava bunaltıcı derecede sıcak. Bir rikşaya binip ‘Every Green Otel’ine gidiyoruz. Otel, adı üstünde, genişçe bir bahçenin etrafına geniş koridorlarla bağlanmış odalardan oluşmuş 2 katlı bir yapı. Her yer yemyeşil, çok güzel, sıcacık, sevimli bir yer. Bütün müşteriler sırt çantalı turist. 2 kişilik oda fiyatı kahvaltı hariç 300 rupi (7 $). Jaipur, tekstilin yanı sıra aynı zamanda el işçiliği ürünü birçok süs eşyasının üretim yeri. Hindistan’da 15 günümüz geçti ve gezmekten alışveriş yapamadık. Aslında bu ( –dık ) kısmı daha çok ekibin kızlarına ait bir belirtme zamiri : ) Çünkü kızların ‘ne zaman alışveriş yapcaaaaz, bugün alışveriş yapalım artııııkkkk’ baskısı almış yürümüş durumda. Her ne kadar şimdiye kadar her fırsat bulduklarında alışveriş yapmayı iş edinmiş, kesinlikle hiçbir fırsatı kaçırmamış, ciddiye alınacak sayıda Hint esnafını memnun etmeyi başarmış olsalar da hala özel bir alışveriş zamanı yaratmamış olmamızın sıkıntısı yaşanıyor. Zaferle ben kendi yapacağımız alışverişi yarına bırakıp Amber Kalesine gitmeye karar veriyoruz. Yerel bir otobüsle yarım saat kadar süren yolculuğumuz eğlenceli geçiyor. Yolda gölün ortasındaki yüzen sarayı görüyoruz. Evet, nasıl olmuşsa koca saray gölün ortasında kalmış. Amber Kalesi (Amber Fort), Moğol eseri. Kaleye aşağıdaki yoldan 450 rupiye (11 $) fil üstünde yolculuk yaparak gayet egzo-turistik ulaşmak mümkün. Ancak ben garip biriyim, at dahil bir hayvanın üstüne binme fikri öteden beri beni rahatsız eder. Üstelik çok da ucuz sayılmaz. Ben yürümeyi tercih ediyorum. Kale labirent gibi. Su sistemleri, aynalı-oymalı ahşap odaları çok etkileyici. Ayrıca nedense yer gök maymun kaynıyor burada. Her yerdeler, seyyar çaycının bile etrafını sarmışlar, çok komik : ) Şehre dönüşümüz karanlığa kalıyor. Odalarımızda biraz dinlenip şehre yemeğe gideceğiz. Ama her şeyim leş gibi oldu. Allahtan otelde kuru temizleme servisi var. Duş aldıktan ve birkaç parça eşyamı temizlemeye verdikten sonra ekiple yemeğe, bu kez lüks bir et restoranına gidiyoruz. ‘Hanji’ (bildiğimiz Hancı) adındaki restoran şehrin ender et lokantalarından. İçerdeki dekor ve servis etkileyici. Tertemiz giyinmiş garsonlar fır dönüyor etrafımızda. Bakalım buradan kaça çıkacağız ? Büyük bütçelerle turistik geziyi hayatım boyunca hiç yapmadım, yapmak da istemem zaten. Ama köfte yemeyi çok özledim be, giderken köfte hayaliyle gidiyorum. Burnumda kokuyor hafif yanık ızgara köfte : ) Ancak sipariş verirken ani bir ‘hissi kablel vuku’ ile vazgeçip ızgara balık söylüyorum. Bunun ne kadar doğru bir karar olduğunu ise köfteler geldiğinde anlıyorum. Çünkü köftenin tadı o kadar farklı ki, köfte ısmarlayanlar yiyemiyorlar bile. Ben de tadına bakıyorum, gerçekten bir acayip. Balıksa hımmm şeker gibi : ) Hesap 6 kişi toplam 1600 Rupi ( 40 $) geliyor, eh biraz fazla ama değer doğrusu. Yoğun bir günün daha sonu. Şu yemekte bir de adam gibi şarap oluverseydi ne olurdu sanki? Gerçi soğuk bir biraya bile razıydım ama Müslüman restoranlarında alkol fena halde ve külliyen yasak! Bu ülkede içki içmek isteyen zaten özel içki dükkânlarını bulmak zorunda. buralarda her tür alkol bulunuyor, şaraptan cine, her marka biradan İskoç viskiye, ne ararsan var. Bunların dışındaki marketlerde bira dahil alkol bulunmuyor. Neyse zaten uykum geldi. 15 günü devirdik bu acayip ülkede. 21.Mart.2006, Salı, Rajhastan / Jaipur, 16. Gün Sabahın erken sayılabilecek saatleri. Kuş sesleriyle gözümü açıyorum. Bir an nerede olduğumu çıkaramıyorum, sonra anlıyorum. Havada kır çiçeklerinin kokusu. Renk renk çiçeklerle bezeli otelin yemyeşil avlusunda, ağaçlar arasına çekilmiş hamaklar rüzgarda hafif hafif sallanıyor. İnsanlara rağmen hala cıvıldıyor birkaç sabah güneşi sersemi kuş kardeş. Pek fena sarı ve pek fazla çilli bir kız, kısacık şortu, askılı tişörtüyle sere serpe uzanmış çimenlere sabah güneşine karşı. Bense ayağımı uzatıyorum karşı masadaki şu esmer yeşil gözlü afetin yüzüne doğru. Kimseyi görecek durumda değilim, evrenle, doğayla, kendimle hesaplaşmam var benim, gözlerimi kapatıyorum, yüreğimin içine kadar giriveren turuncu Hint güneşiyle halvet olup. İçim kıpır kıpır. Mutluluğun, insanın kendini iyi hissettiği az sayıda anlardan oluşan kısacık süreçler ve hemen kaçmaya mütemayil bir enayi his olduğunu öğreneli çok oldu. Kaçırmıyorum o yüzden aniden geliveren bu sevinci, hoş geldi sefa geldi : ) Ülkemden, bildiğim tanıdığım insanlardan, yüzlerden, kültürden, dilden binlerce kilometre uzakta, her şeyiyle bana yabancı bu garip ülkede, otelin yeşillikler içindeki avluya bakan terasında, o var edici, o yaratıcı, o yüceltici yaşam sevincimi içime çekiyorum doyasıya : ) Hımmmmmmssssssssssssssssssss : ) İyi ki varım ve iyi ki yaşıyorum anasını satayım! Güneşli güzel bir gün. Uzun süren kahvaltı keyfinin ardından sokaklara atıyoruz kendimizi. O kadar renkli sokaklar ki, yol üstündeki bütün dükkanlara girip çıkıyoruz. Amber kalesine çıkmadan bir dükkandan 10 tanesini 500 rupiye aldığım ipek üstüne el yapımı desenler burada 20 tanesi 300 rupi ! Amma kazıklanmışım yahu : ) Koşturmadan dükkanlara girip çıkıp “aaa bak şu 2 lira, bu 3 lira, ne kadar ucuz ” demek çok hoş. Paranızın gücünü görüp aslında ne kadar da pahalı bir ülkede yaşadığınızı anlıyorsunuz. Jaipur denince akla Amber Kalesi’nin dışında iki tane önemli yer geliyor, biri Hawa Mahal, diğeri de Jantar Mantar. Rüzgar sarayı anlamına gelen Hawa Mahal, Kral ailesindeki kadınların ve haremdekilerin şehrin ana caddesini gözleyebilmeleri için yapılmış. 5 katlı olan binadan bütün Jaipur görünürmüş. Mihrace Jai Singh’in 1728’de yapımına başladığı gözlemevi ise Jantar Mantar adını taşıyor. Astronom kişiliği savaşçı kişiliğiyle karışan Jai Singh’in yaptırdığı beş gözlemevinden en büyüğü ve en iyi korunmuş olanı Jaipur’daki Jantar Mantar. Jai Singh, bu gözlemevini yaptırmadan önce çeşitli uzmanları yabancı ülkelere göndererek oralardaki çalışmaları öğrenmelerini istemiş. Jantar Mantar, ilk bakışta ilginç biçimleriyle bir modern sanat akımı heykel sergisine benziyor, ama buradaki her yapının özel bir amacı varmış. Bu yapılarda uygun yöntemler kullanılarak yıldızların konumları, yükseklikleri ve eğimleri ile güneş tutulmalarının tarihi hesaplanabiliyormuş. Yani ben diyenlerin yalancısıyım : )Jantar Mantar’dan çıkıp Şehir Sarayına gidiyoruz. Burası gerçekten de bir saray ve bir bölümü ziyarete açık. Neden bir bölümü açık? Çünkü Mihrace hala o Sarayda oturuyormuş ! Saray güzel ve etkileyici ama saraydan çok kapıdaki Yılan Oynatıcıları ilgimi çekiyor. Sadece egzotik doğu filmlerinde gördüğüm, Binbir Gece masallarında okuduğum o raks eden yılanlar gepegerçek karşımda işte! 3 tane hayvan gibi kobra ( heh he sözcük oyunundaki güzelliğe bak ), yılancıların çaldığı kavalın ezgilerine uyup (nasıl oluyorsa) sallanarak sepetlerden dışarı çıkıyor. Ürküntü verici, gerçek dışı bir olay bu hakkaten.Yılan oynatıcılarından biri, yılanlara dokunabileceğimizi işaret ediyor, etrafta tonla insan var, kimse yanaşmıyor, benden başkası teşne değil dokunmaya, ben de bayılmıyorum ama “ulan insan hayatında kaç defa kobraya dokunabilir ki?“ fikriyatındayım. ‘Hadi sen dokunursun’ şeklindeki tezahüratla da iyice gaza geliyorum. Parmaklarım, yavaşça kobranın derisine değiyor. Buz gibi, duygusuz ve sert. Kıvrılıyor elimin altında. Tüm tedirginliğime rağmen okşuyorum sırtını yılanın. Sadece filmlerde gördüğüm şeyi, yılanları seviyorum : ) Onlara dokunmasam, biliyorum ki hayatımın sonuna kadar pişman olacağım. Yılanı sevmek, zor. Ama, zor olan güzeldir. Risk almayan, detaydaki güzelliklere de uzak kalır. Akşam dolaşmaktan bitap düşmüş halde otele dönüyoruz. Yemeği otelde yiyeceğiz. ‘Sizzler’ denilen ve ilk defa Goa’da yediğim muhteşem vejetaryen güveçten ısmarlıyorum. Selda, Saadet ve ben bira söylüyoruz ama damlası yok, otelin sahibi de bir Müslüman’mış! Yakındaki bir içki dükkanına gidip birkaç tane bira alıyoruz, daha yemeğim gelmeden birini götürüyorum. ‘Sizzler’im, uzunca bir süre sonra, ateşli meyve tabağı şeklinde üstünden dumanlar tüterek geliyor.‘Bu vejetaryen güveci İzmir’de yapsak ne güzel olur lan’ hayalleri kuruyoruz, yemek sonrası bahçedeki hamakta otururken. Sonra, Türkiye’de bir Hint restoranı, Hindistan’da bir Türk restoranı açma hayalleriyle derin ve eğlenceli bir sohbete dalıyoruz geç saatlere kadar. Telefonumun hafızasında kayıtlı Freddy Mercury’nin içimi yakan hüzünlü sesi, gecenin sessizliğinde olanca etkileyiciliğiyle “Show Must Go On” diye sesleniyor cennetten. Çok doğru, ne olursa olsun gösteri hep devam etmeli. Gece çöküyor olanca ağırlığıyla Jaipur’a. Yukarıdaki şu parlak yıldız bana mı gülümsüyor? 22.Mart.2006, Çarşamba, Rajhastan / Jaipur, 17. Gün Sabah yine kuş sesleri eşliğindeki kahvaltı sonrası otelden çıkışımızı yapıp önce bir rikşayla otobüs terminaline, oradan da bulduğumuz otobüsle Pushkar yakınlarındaki Ajmer’e doğru hareket ediyoruz. Pushkar’dan önce Ajmer’de kısa ama önemli bir Cami ziyaretimiz olacak. 2 saatlik bir yolculuktan sonra Ajmer’e varıyoruz. Burada, Anadolu’da da çokça rastlanılan biçimde “Gül Baba” adlı önemli bir Müslüman’ın Türbesi ve dergâhı bulunuyor. Ajmer küçük ve pis bir kasaba. Hava da oldukça sıcak. Dergah ara sokaklarda, kalabalık bir çarşının sonunda. Bölgede ağırlıklı bir Müslüman yerleşim göze çarpıyor, Arapça harfler, takkeli gençler, peçeli kadınlar… Yol üzerinde sık rastlanan ve buzdolabı nedir bilmeyen kasaplar, ürünlerini açıkta sergiliyor. Her tür kol, bacak ya da sakatat, üstüne konan binlerce kara sinekle alıcısını bekliyor. Bunu gördükten sonra Hindistan’da et yemenin hiç de akıllıca bir iş olmadığı aççık seççik ortaya çıkıyor : ) Zaten vejetaryenlik daha sağlıklı bir beslenme biçimi caaanım : ) Dergah kapısında Hindistan’daki diğer bütün tapınaklarda olduğu gibi ayakkabılar çıkıyor. Herkes içeri giriyor, beni almıyorlar. Şortum problem. Ee, ne olacak şimdi ? Bir Müslüman kardeş içerden bir yerden bir etek/peştamal bulup yetiştiriyor, tabi 100 rupilik ücreti mukabilinde. Eteğimle içeri giriyorum. Ohh ne güzel bir şey şu etek, püfür püfür, şu kızlar ne şanslı birader !Yer gök insan dolu. Gül satan dükkanlar hemen her yerde. İnananlar buralardan satın aldıkları tepsi tepsi güllerle hınca hınç dolu türbenin içine girmeye çalışıyorlar. Ağlayanlar, dua edenler, kendinden geçip sallananlar… Dergahta görevli takkeli gençlerden biri mihmandarlığımızı üstleniyor, bize dergahı gezdiriyor. Müslüman olduğumuz için bizi Türbenin içine alacaklar ama ısrarla içerde fotoğrafın yasak olduğunu hatırlatıyorlar. Ayrıca ceplerimize de dikkat etmeliymişiz. Dergahta hırsız çokmuş : )Daracık türbenin içinde yüzlerce insan. Gül yığınlarıyla dolu tepsileri dualar eşliğinde türbede yatan zatın sandukasının üstüne döküyor, tepsideki gülleri örten ayeti kerime yazılı örtüyü başlarının üzerine -nedense- çadır yapıp yine dualar eşliğinde dışarı çıkıyorlar. Hinduizm, Guru Nanak Dev Ji’nin Sih dini, Budizm, Müslümanlık… Hepsinde çiçek sunma ritüeli aynı. Para toplama yöntemi de öyle. Görevliler hemen bir defter getirip, miktarı da belirterek para bağışı yapmamızı istiyorlar. Bağışsa ne kadar vereceğimi bana bıraksanıza yahu ? Yok, üstümüze başımıza bakıp onlar karar veriyorlar. Dışarı zor atıyoruz kendimizi, biz çulsuz turistleriz, aziz ve muhterem din kardeşlerim : ) Hem Gül Baba’nın pek ihtiyacı yokmuş gibi görünüyor : ) Türbenin taşlarına başlarını koyup ağlayanlar, Kudüs’teki Musevilerin ağlama duvarını andırıyor. Birkaç derviş, ellerini insanların başlarına dokundurup ceplerinden çıkardıkları bir şeyi yemeleri için veriyor. Ne veriyor acaba? Meraklıyım ya, insanın başına da ne gelirse ya meraktan ya taraktan gelirmiş ya, yerimde duramıyorum, yanaşıyorum bir dervişe, kararlıyım, illa ki dokundurtacağım kendime : ) İri yarı, kara sakallı, üstü başı pislikten kararmış derviş, eliyle benim de başıma dokunduktan sonra cebinden çıkardığı beyaz pirinç patlağına benzer yiyeceği avucuma bırakıyor. Ağzıma atmamla, çıkarmam bir oluyor, ağır kokulu, yağlı ağızda dağılan iğrenç bir şey. Çaktırmadan yere atıyorum. Müslümanlık ülkeden ülkeye ne kadar da çok değişiyor ve ne kadar değişik ritüellerle bezeniyor.Gün hızlıca dönüyor, saat 3 oldu bile. Biz hala sabah kahvaltısıyla duruyoruz. Ajmer’den yarım saatlik mesafedeki Pushkar’a gidip döneceğiz ve Delhi trenine bineceğiz. Zaman az. Bir taksiyle 300 rupiye (7 $) Pushkar’a ulaşıyoruz. Yol boyu dizilmiş maymun toplulukları, alışkanlık ve sıkkınlıkla gelen geçenleri seyrediyor. Pushkar, bir göl etrafında kurulmuş çok güzel bir kasaba. Hem bu nedenle, hem de buradaki eski Hindu Tapınağından dolayı oldukça turistik. Sokaklar yabancı turistlerle dolu. Sıra sıra dükkanlar, binlerce eski-yeni elişi Hint mallarına müşteri arıyor. Bir gümüşçüden koluma 320 rupiye (7-8 $) gümüş bir bileklik alıyorum. Kızların dediğine göre Türkiye’ye göre gümüş burada acayip ucuzmuş, ama işçiliği beğenmediler. Olsun zaten ben incelikten anlamam, kaba saba bir adamım : ) Sokaklarda avare avare dolaşıp (bu arada sözcükteki metafora dikkatinizi çekerim, bir yandan da ünlü bir Hint filmi olan ‘Avare’yi çağrıştırıyorum heh he) yemek için bir yere oturuyoruz. Manzara gerçekten eşsiz : karşıda çöplük, hemen yanı açık hava helası : ) Ben önce diğerleri gibi ‘Oha lan, bu kadar da olmaz, hayatta yemem ben burda’ diyorum, ama sonra ‘aman yaa, biz Türk’üz kardaş, bize bir şeycikler olmaz’ şeklinde özetlenebilecek bir bilimsel olgunlukla bir şeyler atıştırıyorum : ) Pushkar’dan bindiğimiz otobüs yine uluslar arası yolcularıyla, çömkürerek kalkıyor. Her milletten insan var, İtalyanlar, İspanyollar, Japonlarla dolu arabamız. Ajmer’de yolun sonuna doğru, önümüzdeki eğlenceli ve gürültücü gruba nereli olduklarını soruyoruz, aralarından yemyeşil gözleri, fidan gibi boyuyla bir afet-i devran İsrailli olduklarını söylüyor. Bizim Türk olduğumuzu öğrenince de, afet kardeş sevinçle kendi annesinin İstanbullu olduğunu söyleyip Türkçe ‘güle güle’ diyor. Ben de bildiğim tek İbranice kelime olan ‘Şalom’la uğurluyorum onları. Gülümseyerek vedalaşıyoruz bu kısa yol arkadaşlarımızla. Ajmer treni, Delhi’ye, ülkenin başkentine götürecek bizi. Saadet’in gruptan ayrılma zamanı geldi, zamanı az olduğu için o Delhi’den Türkiye’ye dönecek, biz ise Zafer’le devam edeceğiz. Garip duygular içindeyim. Bir taraftan evimi, çocukları çok özledim, bir taraftan hiç dönmek istemiyorum. Acayip bir şey. Zaten ben kendimi ne zaman anladım ki?

-DEVAM EDECEK-

Bir Düş Ülkesi Hindistan - 4

15.Mart, Çarşamba, Varanasi, 10.gün

Yağmurlu bir havada ve 2 saat rötarlı olarak giriyoruz Varanasi tren istasyonuna. Tanrı Şiva’nın kenti Varanasi, Hindistan’ın en eski ve en kutsal kenti aynı zamanda. Bu nedenle Hindu hacılar günahlarından arınmak için ülkenin her yerinden buraya geliyor. Hintlilerin Ganga dedikleri Ganj nehrinin hemen kenarında anıtsal binalar bulunuyor ve Ghat’larıyla ünlü. Varanasi’nin en çok ilgi çeken yerleri, Hinduların kutsal banyolarını aldıkları işte bu Ghatlar. Bunlar aslında Ganj nehrinin yılın her döneminde yükselip alçalması olayına karşı nehre doğru inen basamaklar. Varanaside toplam yüze yakın Ghat yan yana sıralanmış durumda. Merkezi Ghatlarda her sabah ve her akşam binlerce kişinin katılımıyla ‘Aarti’ denilen Ganj’ı kutsama törenleri yapılıyor. Varanasi, dünyanın en hüzünlü turistlerine ev sahipliği yapıyor aynı zamanda: Hindistan’ın her yerinden hasta, yaşlı, kendini ölüme yakın hisseden insanlar ölmek ve yakılarak Ganj’a karışmak üzere buraya geliyor. Hindistan’ın başka yerlerinde ölen kişiler de -eğer imkanları varsa- buraya getirilip, burada törenle yakılıyor ve külleri Ganj nehrine atılıyor. Böylece ruhlarının kurtuluşa ereceğine inanıyorlar. Bir Hindu için Varanasi’de ölmek, ruhun tekrar tekrar dünyaya gelmesinden kurtulmasını sağlayan moksha’ya ulaşmasını sağlıyor. Hava puslu. Yağmur ve is kokusu şehre bir kader gibi çökmüş. Sokaklarda, Ghatlar’da, dua ederek ölümünü bekleyen insanları görmek çok etkileyici. Ancak bugün diğer günlerden daha farklı olarak hüzne sevinç karışmış, çünkü bugün Holly bayramının son günü. Yani çılgın eğlence ve boya günü! İstasyondan bindiğimiz bisikletli rikşalar bizi en büyük Ghat olan ‘Dasaswamedh Ghat’a götürecek. Ama bunun iyi bir fikir olmadığını çok çabuk anlıyoruz. İstasyondan başlayan rikşa yolculuğumuz kısa sürede hüsrana dönüşüyor : Yol boyu gözleri hariç, yüzleri dahil olmak üzere bütün bedenlerini bin bir renge boyamış insanlar, perişan üst başlarına bir de bolca boya yemiş; yemeye de devam ediyorlar. Çünkü bayramın özelliği kendini boyamaktan başka herkesin birbirine boyalar atması üzerine kurulu. Genç-yaşlı, zengin-fakir herkes birbirine yaramaz ve haylaz çocuklar gibi boya fırlatıyor. Boyayla bitmiyor, hemen herkes ayakta duramayacak kadar sarhoş, içki ortalıkta görünmediğine göre uyuşturucu otlardan olmalı. Pek içki kullanmayan bir toplum Hindular, onun yerine esrar ve marihuana yoğun olarak tüketiliyor. Belki sarhoşluğun belki de bayram sevincini paylaşma isteğinin (!) etkisiyle yol boyunca bizi de boya yağmuruna tutuyorlar. Her yer saldırgan, sarhoş, deli gibi dans eden Hintlilerle dolu. İlkel toplumlarda, kötü ruhları kovmak için yılın belirli zamanlarında yüzlerini boyayan kabile insanları, o gün her türlü çılgınlığı da yaparlarmış. Sanırım bu bayramın da bu tür bir geçmişi var. Hindistan’a geldiğimizden beri ilk kez gerçekten korkuyorum. Sadece ben değil hepimiz acayip tırsıyoruz, hiçbir şey olmasa bile küçük torbalar içinde attıkları boyalar, yüzümüze, bacaklarımıza geldiğinde oldukça can yakıyor. Yüzlerimiz, boya yemekten kıpkırmızı. Kısa süre içinde kulak içlerimize kadar rengârenk oluyoruz. Bildiğim tüm küfürleri sıralıyorum yol boyu. Bayramsa sizin bayramınız, bizi niye bombalıyorsunuz adiler! Genişçe bir caddede polis yolu kesmiş, bizi de durduruyor. Yol, yüzleri türlü renklere -hatta gümüş renkli soba boyasına dahi- boyalı çılgınca dans eden sarhoş gençlerle dolu. Geçemeyeceğimizi, yolun tehlikeli olduğunu ve bir yerde oturup saatin 12 olmasını beklememizi öğütlüyor. Bu tantana öğlen 12’de bitecekmiş. Eh bu da bir şey. Rikşalardan inip bir sokak arasına sığınıyoruz. Yoldan geçen bir Hindu rahip, yüzlerimizden artık ne okunuyorsa işini gücünü bırakıp bizi koruması altına alıyor. Gelen sarhoşları ve boya atmak isteyenleri engelliyor. Neyse ki Rahipten çekinip yaklaşmıyorlar. Saatte neredeyse 12 oldu zaten. Bir çeyrek saat daha dev ateşlerin yakıldığı, çılgınca danslar edilerek boyaların atıldığı bu dev curcunayı izliyoruz. Sanırım Holly bayramı, insanların sonuna kadar kendinden geçtiği, enerjisini ve saldırganlığı boşalttığı bir gün olarak görülüyor.Saatin 12.15 olmasıyla birden bir hareketlenme oluyor, etrafta şimdiye dek sessizce bekleşen Hint polisi, ellerindeki uzun tahta sopalarla bu sarhoş güruhun arasına dalıp ‘Allah yarattı, o da bizim gibi insan evladı yahu’ demeden vurmaya, kalabalığı dağıtmaya başlıyor. Yüzleri gözleri, saçları başları, vücudunun her santimetrekaresi gökkuşağının bin bir rengiyle boyanmış elemanlar düşe yuvarlana uzaklaşıyor. Onlar için değil kuşkusuz ama bizim için oldukça eğlenceli sahneler: )Tehlike geçti. Bol renkli, müzikli, danslı ve yüksek uçuşlu Holly, artık bitti. Yavaş yavaş dükkanlar açılıyor. Dükkan dediysem tahta perdelerle birbirinden ayrılan, yan yana sıralanmış, sokağa bakan tarafı ilanihaye açık, ne yaptığı belirsiz birtakım insanların doldurduğu bina altları anlaşılmalı. Neyse, hemen yanımızdaki dükkanda oturup birer Lassi içiyoruz. Lassi bir tür ayran. Bir tür diyorum çünkü Lassi, şekerle karıştırılmış ayran : ) Alıştığın görüntü, farklı tat! Hindistan’ın garipliklerinden biri daha. Sanırım manda sütünden yapılıyor. Aslında kendisi de sarhoş olan Hindu Rahip’e teşekkür edip Ghatlara doğru yürüyoruz. Bir sandal kiralayıp Ganj’a açılıyoruz. İşte binlerce yıldır, milyarlarca insanın taptığı, insanlığın ve bereketin içinden doğduğuna inanılan Ganj’dayım ! Ortalık hayli sakin, Holly nedeniyle ortalıkta hiç turist yok. Alemin akıllısı biziz ya : ) Ghatlarda yıkanan kimi Hindular, içinde kadınların da olduğu bir sandal turisti görünce kafalarının dumanlı olmasının etkisiyle, üstlerindeki bir gıdımlık bez parçasını da fora edip, yabani kahkahalarla Adem Baba kıyafetine geçiyorlar. Geçmekle kalmıyor, tövbe estağfurullah ismi lazım değil bir şeylerini sallayarak kendilerince eğleniyor. Adi sapıklar : ) Bizim ekipteki kızlarsa biraz utangaç kıkırdıyor ama yine de bakmaktan kendilerini alamıyorlar : ) Nehir kıyısı kalabalık… Bulanık bir çamur akıyor nehirde. Nasıl olmasın ki, Ganj kenarı yol boyu yıkananlar, yüzenlerle dolu. 5-6 kadın, göğüslerini usulen örterek Ganj’da yıkanıyor. Fotoğraflarını çektiğimi görünce şen kahkahalarla giyiniyorlar. Bir yanda mandalarını, diğer yanda çamaşırlarını yıkayanlar… dişlerini fırçalayanlar… üst başlarını temizleyenler… Şaşkınlık verici mi? Asıl şaşırtıcı olanı diğer Ghat’a yaklaşırken yaşıyoruz. Çünkü dumanların yükseldiği bu yer, bir ‘Burning Ghat’. Yani ölü yakılma bölgesi. Sandaldan inip bu törenleri izlemeye geçiyoruz. Arka arkaya yanan 4-5 ceset var. Bir tanesinin hazırlıkları hemen önümüzde yapılıyor. Dev kütükler birbirlerine çapraz olarak ve arada açıklık kalacak şekilde yerleştirilmiş. Sonra üstlerine, yanlarına çeşitli büyüklükte odunlar, kuru dallar ve otlar konuyor. Kırmızı-sarı ipekten ince bir örtüye sarılı ceset, sedyeye benzer 2 uzun sırığın üstünde getirilip kalasların üstüne bırakılıyor ve üstüne bol miktarda sandal tozu serpiliyor. Bu toz kokuyu engelliyormuş. Gerçekten de hiç koku almıyoruz. Rüzgarın uçurduğu örtü bir an için açılıyor ve ölenin genç bir kız olduğunu görüyoruz. Zavallı. Ağzımızı bıçak açmıyor. Şaşkınlıktan dona kalmış, sessiz, kırılganım. Dokunsalar ağlayacağım. Az ilerdeki ateş ise nerdeyse köz halini almış. Odunların yanışı azaldıkça bu işle görevli kasttan kişiler, korları karıştırarak alevin büyümesi sağlıyorlar; bedenden geriye yanmamış hiç bir parça kalmaması için bu gerekliymiş. Ölü yakıcıların verdiği bilgiye göre kadınların bel ve kalça bölgelerindeki kemikler ile erkeklerin göğüs bölgesindeki kemikler en zor yanan bölgelermiş ve çoğu durumda odunlar yanıp bittikten sonra geriye kalan bu tür parçalar Ganj nehrine atılırmış. Diyenlerin yalancısıyım. İlgili kasttan bir görevli elindeki çubukla, köz haline gelmiş ateşi, işini daha iyi yapması için karıştırıyor. Külden başka, o koca kütüklerden ve ölüden iz yok. Sadece koca bir kül… Ateş zayıflar gibi olduğunda kütüklerin arasına bir toz serperek ateşi canlandırıyorlar. Bir detay da şu: hamile kadınlar yakılmaz, onları bir ağırlıkla Ganj’ın dibine gönderirlermiş. Nedense ? Onun yanında yakılan orta yaşlı erkek, onun yanındaki ise küçücük bir çocuk. Çocukla genç kadını hemen hemen aynı anda tutuşturuyorlar. Biz almıyoruz belki ama yanan etin kokusuna keçiler, köpekler, domuzlar geliyor, ateşin yanmasını kontrol eden ve sönmesine izin vermeyen görevli, elindeki sırıkla bir yandan bu hayvanları kovalarken bir taraftan da fütursuzca etrafa tükürüp duruyor. Zaten tükürmek Hindistan’da ulusal bir spor. Ölünün ateşini tutuşturma işi, cenazenin en büyük oğluna, eğer o yoksa bir yakınına ait. Bir kural olarak saçlarını kazıtarak beyazlar giyinen bu kişi, ölenin etrafında 3 kez (ben 2 saydım) dolaşıp kutsal tapınaktan aldığı ateşle otları alt taraftan tutuşturuyor. Daha sonrasında ise kenara çekilip sonuna kadar yanma törenini izliyor. Kadınların cenazeye yaklaşması iyi görülmüyor. Bu nedenle sadece uzaktan izleyebiliyorlar. Bir insanın yanışını izlemek dehşet verici. İnsana, hayatın anlamını ve hiçliği düşündürüyor. Her şey anlamsızlaşıyor birdenbire. Anlatması çok zor. Çıplak etin yanarken çıkardığı ses, yağların ateşin üstüne damlaması, yanan et…Tutuşan eller, saçlar… Çok etkileyici. İnsan kendisini çok yalnız, çok ufak, çok çaresiz hissediyor. Uzunca bir süre kalıyoruz orda. Herkes sus pus. Herkes dehşet içinde bu gerçek üstü töreni izliyor. Yerlilerin bunu ne kadar doğal gördüklerini anlamak, onlar için bunun hayatın ne kadar içinde, ne kadar olağan bir iş olduğunu görmek de büyük şaşkınlık veriyor insana. Şaşırtıcı. Çarpıcı. Bu töreni fotoğraflamak çok ayıp ve günah olarak görülüyor, bu nedenle de yasak. Ama Holly bayramı nedeniyle başta turistler olmak üzere ortalıkta pek kimse yok, galiba olanlar da etrafı fark edemeyecek kadar sarhoş. Bu töreni kaçırmak istemiyorum. Her türlü riski göze alarak fotoğraf makineme tahmini bir kadraj yaparak gizlice bu törenleri fotoğraflamaya başlıyorum. (Sonradan baktığımda doğal olarak birçoğunun kullanılamaz olduğunu ama bir kısmının dehşet verici netlikte olduğunu gördüm. ) Zafer kaş göz işaretiyle yapma diyor, onunla papaz olma pahasına devam ediyorum, çok üstelemiyor. 4-5 adet çekiyorum çekmiyorum, her nerden çıktıysa ufacık esmer mi esmer bir Hintli kız çocuğu gelip tam önümde dikiliyor. Yaklaşık 5-6 yaşlarında, kısacık simsiyah saçları, kömür karası gözleri var. Durmadan, hem de ağız dolusu, 32 dişiyle birden gülüyor. Çok sevimlisin küçük kız, ama çekil önümden, şurada gizli saklı bir iş yapıyoruz. Kalkıp başka yere geçiyorum, sırıtarak peşimden geliyor gene haspa : ) Gülüyorum olmuyor, kızıyorum olmuyor, oyun oynuyor benle, sağa yanaşsam sağa yanaşıyor, sola gitsem hop o da sola. Ne yapsam çekilmiyor önümden bir türlü. O kadar tatlı bir şeysin ki, başka zaman olsa ben seni cimciklerim, öperim, yerim kızzz, ama şimdi bırak da şunu çekeyim. Yok, Allahın belası, gitmiyor : ) Öyle garip ki, arkada bir insan yakılırken, önde bir çocuk gülüyor. Ve bu öyle çarpıcı ki, bütün her şeyi göze alıp makinemi gözüme dayıyor ve bu şaşkınlık verici kareyi fotoğraflayıveriyorum. Tutucu bir insan olduğum hiç söylenemez, yeniliklere, farklılıklara genellikle açık olmuşumdur ama serseme döndüm kardeş ben bu ülkede! Bu kadar çarpıcı bu kadar farklı inançlar, gelenekler, yaşayışlar nasıl bir araya gelebiliyor? Şu el kadar fırlama bebe bile beni şaşırtmayı başarıyor. Hayat bu evet, acıyla sevinç, yaşamla ölüm yan yana, iç içe. Hastanelerin bir kapısından yeni doğan bebeklerin ‘hayata merhaba’ ağlaması duyulurken diğer kapısından anasını babasını çocuğunu yavuklusunu yitirmiş insanların acı dolu ‘hayata elveda’ ağlayışları gelmez mi? İkisine de verilen tepki aynıdır insan bedeninde. Çığlık, çığlığa karışır, gözyaşı gözyaşına. Acı ile sevinç aynı damardan beslenir sanki. Aslında belki de bildiğimiz gerçeklerin bu kadar doğal, bu kadar aracısız ve bu kadar yalın çarpmasıdır bizi şaşırtan bu ülkede. Yaklaşık 3 saat kadar süren yakma işleminden sonra geriye yarım kova kadar kül kalıyor, bu kül de görevlilerce süpürülerek Ganj nehrine atılıyor. Böylece bir ruh daha bedeninden bağını kopartmak ve ruhlar aleminde bağımsız kalmak şansına erişmiş oluyor.Nice sonra ve itiraf etmeliyim oldukça zor bir şekilde ayrılıyoruz oradan. Hep derdim kendime, insan ancak bir su damlasıdır şu evrende, yolunu bulup akıp gitmeli o derede, yoksa bir hayal gibi buharlaşıp yok olursun. Bir büyük boşluk var gelip de içime oturan, adlandıramıyorum. Merdivenleri tırmanıyoruz. Ghatlardaki ölü yakılma törenlerine bakan merdivenler üzerinde, bir insanın eğilerek zorlukla sığabileceği tek tarafı açık dua yerleri bulunuyor. Bir tür inziva odaları olmalı. Bunlardan birinde bir kadın kendinden geçmiş, olduğu yerde sallanarak dua ediyor. Üstü başı perişan. Pis bir şalın örttüğü yüzü görünmüyor. Bir çocuk, kadının o halini fotoğrafladığımı görünce, tüm fırlamalığıyla kadına sokuluyor ve üstündeki şalı indirip kaçıyor. İşte o anda fotoğraf makinem elimden kayıyor. Şaşkınlık içinde bakakalıyorum. Yüzünü ve saçlarını gizleyen örtü indirildiğinde ortaya sarışın, hafif çilli, deniz mavisi gözleriyle çok hoş bir batılı kız çıkıveriyor! Öylesine genç ve güzel ki… Ancak gözlerinde anlaşılmaz bir korku, endişe ve kaybolmuşluk var. Anlaşılan ruhsal bir travma sonucu çıldırmış ve burada, Varanasi’de kaybolup gitmiş. Kim bilir ne zamandır bu 1 metrekarelik yerde Şiva’nın Lingam’ı önünde dua ederek yaşayıp gidiyor. Hindistan’da, Tanrı Şiva’nın erkeklik organı olan Lingam’a tapınmak oldukça yaygın ve son derece olağan karşılanıyor, birçok yerde Lingam’ı sembolize eden Tapınak bulunuyor. Belki günlerdir bir şey yememiş olan bu kızcağız da sadece önündeki sembolize Lingam’la yaşıyor. Çoluk çocuğun maskarası olmuş. Yitip gitmişlik mi, yoksa benliği ve evreni keşfetmişlik mi? Kaybolmuş mu, keşfetmiş mi? Sanırım yok olmanın, kaybolmanın bir türü bu. Bedenin sefaletine ve zavallılığına karşın ruhun dinginliğe ermesi bu yolla belki mümkün ama bana anlamlı gelmiyor, bir şey anlatmıyor. Böyle çok batılı göze çarpıyor. Batıdaki doyumsuzluk, insani ilişkilerin zayıflığı, maddi dünyaya verilen aşırı önem, böylesi gençleri farklı arayışlarla buralara atıyor. Doyumsuzluk, inançsızlık, arayış… Aylarca, yıllarca aç biilaç buralarda kalan batılılara rastlamak çok olağan. İçim eziliyor şu kızı görünce. Saçları pislikten kütük gibi olmuş, haftalardır yıkanmamış olmalı. Ne kayıp, ne acı… Pek de genç, pek de güzel oysaki… Eğer aranızdan birinin yolu Varanasi’ye düşerse, mutlaka Dasaswamedh Ghat’taki o dua odasında yaşayıp giden bu kadını bulsun isterim. Tabi hala yaşıyorsa… Akşam yapılacak olan ‘aarti’ (Ganj’ı kutsama) törenlerini beklerken Varanasi’yi keşfe çıkıyoruz. Varanasi’nin dar sokaklarındayız. Bazı yerleri o kadar dar ki, 2 kişi yan yana geçerken zorlanıyor, ancak bu önemsiz, çünkü buradan motorlar, inekler, çocuklar, turistler geçiyor. Nasıl olabiliyor ben de anlamadım ama oluyor işte. Yerlerdeki hayvan dışkılarına basmamanın hayli maharet istediği bu daracık sokaklardaki dükkanlara girip çıkıyor ekipteki kızlar. Çılgın gibiler. Elbiseler, ipekliler, sariler havalarda uçuşuyor, deli gibi alış veriş ediliyor, Türkler her yerde aynı : ) Töreni konuşuyoruz çay içerken, etkilenmeyen bir kişi bile yok. Zaten öyle olsa insanlığından şüphe etmek gerek. Hayat ne garip, kültürler ne kadar farklı. İçim acıyla, üzüntüyle, acımayla ve ne gariptir sanki aynı zamanda huzurla dolu. Tüm korkunçluğuna karşın sanki yine de (ve niye ki?) rahatlattı beni bu korkunç tören. Anlam veremiyorum bazen duygularıma. Henüz bilemediğim bir aydınlanma, ruhsal bir olgunluk mu yaşıyorum? Kim bilir belki. Atman’ı mı buldum yoksa Necdet Usta? Belki de sadece şu Lingam’la kafayı bozmuş batılı turist kız gibi ben de yavaş yavaş kırıyorum kim bilir : ) Biraz erken gittiğimiz için tören alanına hâkim bir yerdeyiz. Aralarında dünyanın her yerinden turistlerin de olduğu yüzlerce kişi, ilahiler eşliğinde Ganj suyu eşliğinde yapılan bu etkileyici töreni izliyor. Bir yandan mistik Hindu ilahileri çalınıp söylenirken bir yandan da ateşler yakılıp çanlar çalınıyor. Gerçekten çok etkileyici. Törene geç kalan ve yer bulmakta zorlanan 2 turist genç kız için sıkışıyor ve yer veriyoruz. Barselona’da arkeoloji okuyan 20’li yaşlardaki bu iki İspanyol kız, Türk olduğumuzu öğrenince yurt dışında pek rastlanmayan ölçüde sıcak davranıyorlar. Eh biz de geleneksel Türk konukseverliğimizi göstermeyelim mi yani? : ) Sırf dayanışma yahu, bunda kızların gayet hoş ve alımlı olmalarının hiç ilgisi yok : )))Uzun süren tören sonrası trene yetişmek için yine bisikletli rikşalara biniyoruz. Yolda kalabalıktan birbirimizi kaybediyoruz. Kirli sakallı Rikşacım, gittikçe daha sessiz ve sakin sokaklara doğru pedal çeviriyor. Havanın karanlığı, rikşacımın karanlık yüzüyle birleşiyor. Huylanmaya başlıyorum. Ulan amca, istasyona gidiyoruz değil mi? İngilizcesi yok ama onaylıyor beni, bilmem anladığından, bilmem beni yiyor. “Sentır sıteyşııın?? Treyyynnn? Çuf çufff? ” benzeri komplike kelimelerle muhtemelen hiç okul kapısından içeri adım atmamış rikşacımın beynine ulaşmaya çabalıyorum. Durma başını sallıyor. Şimdi bu katil suratlı Hintli, cebimizdeki üç kuruş için götürüp de bizi terk-i dünya etmesin? Ölüm kenti Varanasi, çekmesin bizi içine? Ganj’a karışmayalım durup dururken? Tırsıyorum iyice… İkide bir dürtüyorum, gelmedik mi amca ? Anlamıyor ki, durma başını sağlıyor. Sanki yol gelirken daha mı kısaydı ne? Gitgide sakinleşiyor etraf. Eşhedüennaa… Bir taraftan bildiğim duaları sıralıyor, bir taraftan da kendime küfrediyorum bu kadar tedbirsiz olduğum için. Öyle ya, yok ama üstümüzden çıkma ihtimali olan para bu insanlar için ömür boyu bir arada görme ihtimali olmayan bir para. Şeytana uyarsa her şeyi yapabilir bir insan.Dualar da bitti, hala gidiyoruz. Artık bıraktım kendimi, hadi hakkımızda hayırlısı, ne olacaksa olsun be! Bu düşünce biraz rahatlatıyor beni. Tevekkül sıradan insanlar için diye düşünürdüm hep, ama psikolojik etkisi yadsınamazmış bak : ) Bana saatler gibi gelen bir zaman sonra, bir ara sokaktan döner dönmez nihayet Merkez İstasyon binasının ışıkları görünüyor. Derin bir oh çekiyorum. O kadar da kötü birine benzemiyor aslında bu adam yahu. Hatta hayli sevimli olduğuna bile kanaat getirdiğim amcaya ne kadar bahşiş vereceğimi tasarlıyorum. Günde birkaç dolara çalışan sevimli rikşacıma yüklüce bir bahşiş veriyorum. Sevincinden ne yapacağını bilemiyor. Güle güle harca canım amcam, lafı bile olmaz, helali hoş olsun : ) Varanasi, Hindistan’ın şimdiye kadar gördüğüm en eski, en yoksul, en pis, en korkutucu şehri oldu benim için. Hele ki akşam şu son yaşadığım tuz biber oldu üstüne. Trenimiz her zamanki gibi rahat ve huzurlu bir liman olur sanmıştım. Hele ki bu yorgunluk üstüne. Yanılmışım. Sabaha kadar yanan insan bedenleriyle uğraşıyorum rüyamda.

16.Mart, Perşembe, Rishikesh, 11.gün

Yolumuz Ganj’ın doğduğu topraklarda kurulu kuzey Hindistan’daki Rishikesh ve Haritwar şehirleri. Varanasi’den Haritwar’a doğrudan ulaşacak tren saati bize uymadığı için sabah, şehrin 50 km. kadar dışında, Nizamabad diye bir yerde iniyoruz trenden. Haritwar’a cip kiralayıp gitmeyi planlıyoruz ancak bir Sih, karayolunun çok güzel olduğunu otobüsle kolaylıkla ulaşabileceğimizi söyleyince fikir değiştirip otobüse biniyoruz. Arka dörtlü koltuğa paslı demir çubukların yüklendiği bir yaşlı otobüsle yola çıkıyoruz. Homurdanarak yola koyuluyor emektar araç. Yolcu otobüsü, yük kamyoneti gibi aşağılayıcı ayrımcılıklar yok burada; hayvanlar, insanlar ve her türlü eşya aynı araçta üst üste, rahatlıkla seyahat edebiliyor : ) Rahat bir yolculuk. Hava harika. Yol boyu, rengarenk bayraklarla süslenmiş bir ‘şeyi’ taşıyan adamlar görüyoruz. ‘Şey’ şöyle bir şey: Bir kalın sopa, taşıyıcı adamın omzunun üstünden geçmiş. Kollar bu kalın sopayı tutuyor. Bu sopanın her iki yanında ona bağlı su dolu birer kova ve kovanın içinde de su var. Genelde turuncu ağırlıklı ama her renk bayrakla süslü bu gölgelikli şey, bir tür ‘sutaşımatik’ aleti : ) Hani bizde eskiden yoğurt satıcıları vardı, yürüme marifetiyle sokak sokak dolaşıp yanlarında taşıdıkları iki tepsiden yoğurt satarlardı, taşıma sistemleri işte ona benziyor. Meğer bunlar, Ganj’ın kutsal suyunu doldurup köylerine, evlerine, yaşadıkları şehirlere taşıyan Hindu hacılarmış. Ganj’a uzak diyarlardan hatta Delhi’den gelenler bile oluyormuş. Malum, Ganj’ın suyu kutsal, içmek ziyadesiyle önemli, zemzem suyuna benzer bir ilgi var. Eh Haritwar hem kutsal bir şehir hem de kaynağına yakın olduğundan nispeten temiz. Kilometreler boyu bu insanlara rastlıyoruz. 1940’lardan kalma ve saatte maksimum 30 km. hız yapan; ancak bir jet uçağı kadar ses çıkaran otobüsümüz bir iki aksırıp tıksırıp dağ başında bir yerde kalıyor. Sanırım ölüyor : ) Otobüs boşalıyor, bütün yolcular tıpkı bizdeki gibi şoförün başına toplanıp motorun memesinin tıkandığı ya da karbüratörün su kaynattığını ileri sürüyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hintçe sevimli ve ahenkli, boş bir tencereye çarpan tahta kaşığın verdiği sese benzeyen bir dil. Şoför de motora bakacağına ona buna laf yetiştiriyor. Onları dışardan izlemek komik ve eğlenceli. Bir kadın oğlunu çişe tutuyor, bir adam hemen kadının önünde –ama allahı var, arkasını dönüp- şırr şırrr aynı işi görüyor. Film millet bunlar : ) Fırsattan istifade, ‘Ganj zemzemcileri’nin bol bol fotoğrafını çekiyorum. Hacılar istekli, sevecenlikle poz veriyor. Nasıl olup da hala çalışabilir olduğuna şaştığım otobüsümüz nice bir zaman sonra yine öksürerek ağır ağır hareket ediyor. Zaten aceleye ne gerek var a canım :) Uttar Pradesh Eyaletinin (isimdeki asalete bak!) güzel iklimi, temiz ve geniş sokaklarıyla etkileyici şehirlerinden olan Haritwar’da hiç oyalanmadan Rishikesh’e devam ediyoruz. Haritwar - Rishikesh arası oldukça yakın: 25 km. Bir motorlu rikşacıyla anlaşarak yola koyuluyoruz. Rishikesh, Kuzey batı Hindistan’da Himalayaların eteklerinde, Ganj nehrinin ortasından geçtiği, havasıyla, sakinliğiyle, güzelliğiyle etkileyici küçük bir yerleşim. Kent, ünlü Beatles grubunun buraya gelmesiyle dünya çapında moda olmuş bir Yoga merkezi. Yapılış tarihi bilinmeyen eski tapınaklarla dolu ve nispeten temiz bir yer. Belediye iyi çalışıyor olmalı. Ortalıkta dolanan inek sayısı da az, topluyorlar mı ne? Rishikesh de, Haritwar da, şimdiye dek Hindistan’da gördüğüm en temiz ve en sakin kentler. Ganj nehri de, kaynağına en yakın şehir olduğu için Varanasi’yle karşılaştırılamayacak kadar berrak ve coşkun. Şehir, nehrin iki yanına dağılmış. Yaya yolu büyüklüğündeki bir asma köprüyle nehrin iki yakası birbirine bağlanmış. Ancak sanmayın ki bu yaya yolundan sadece insanlar geçiyor: ) Bir kere öncelik dat-dut sesleriyle her an üstünüze çıkmaya meyilli motosikletlerde. Sonra möö’leyerek ve insanları tınmayarak geçen inekler alıyor üstünlüğü. Arkasından köprüyü tutan halatlara asılı duran maymunlar geliyor, kucaklarına yapışmış yavrularıyla, hoplayıp zıplayıp geçiyorlar yanınızdan. Eh artık sıra sizdedir : ) Bu gece burada konaklayacağız. Zafer’in daha önceden bildiği otelimize gidiyoruz önce. Otelcinin meymenetsiz bir suratı var. Ama allahtan otelimizin yeri çok güzel. Ganj’a bakan ana sokağın hemen arkasında yeşillikler içinde şipşirin bir yer. Yorgunluk çöken ekip dinlenmeye çekiliyor. Benim aklımda ise Zafer’in trendeyken hayat öyküsünü anlattığı Babaji’yi görmek var. Zafer’le gitmeye karar verip yola koyuluyoruz. Çok uzun olmayan ana caddeyi geçip, kısa zaman sonra artık araçların giremediği dar patikalara dalıyoruz. Ganj kıyısındaki 30 dakikalık hızlı bir yürüyüşten sonra, Babaji’nin hükümranlığına varıyoruz.“Babaji”, canım babacım, sevgili babam demek. Bir zamanlar Yeni Delhi’de oldukça varlıklı, evli barklı, çoluk çocuk sahibi ünlü bir avukatken, bir gün her ne olduysa her şeyini, tüm mal varlığını, karısını, çocuklarını bırakıp Ganj kıyısında orman içindeki bu çadıra yerleşmiş Babaji. Yıllardır etrafına topladığı müritleriyle son derece mütevazı bir çadırda yaşıyor. Yani tam da kitaptaki gibi, “Ferrarisini Satan Bilge” lan bu ! : ) Çadırının önünde 8-10 müridi etrafını çevirmiş. Kısa, küt saçlı genç bir batılı turist kızla konuşurken yaklaşıyoruz yanına. Kızcağız ressam olmalı, Babaji’nin kara kalem resimlerini çiziyor kağıtlara. Şöyle bir bakıyorum, gerçekten çok güzel şeyler. Buyur ediyor ve yer açıyorlar Zafer’le bana. Müritlerin Babaji’ye gösterdiği saygı ortama mistik bir hava yayıyor. Saygıyla biz de diğerleri gibi bağdaş kurup oturuyoruz gösterilen yere. Çadırın hemen önünde büyükçe bir ateş, ateşin üstünde bir tencere kaynıyor. Küçük bir kapta hemencecik sütlü çaylarımız yapılıp ikram ediliyor. Dikkatle inceliyorum Babaji’yi. En fazla 45’inde gösteriyor, 54 yaşındaymış. Güleç yüzlü ve sevimli biri. Alnını çevreleyen gökkuşağı renkli örtü, uzun saçlarını tutan saç bandı işlevini görüyor. Elleri, kolları, boynu, bin bir renkli taşlar, boncuklarla süslü. Parmaklarında kocaman ama zarif taşlı yüzükler var. İngilizce’yi su gibi biliyor Babaji, davet üzerine İsrail’e ve Kanada’ya gitmiş gezmeye ama çok sıkılmış oralarda. Hemen kaçıp gelmiş buraya. Müritlerinin sönmesine izin vermeden tazelediği marihuanasını içiyor hiç ara vermeden. İtiraf etmek lazım, çok karizmatik ve yakışıklı biri bu Babaji. Etkileyici olduğu, Kanadalı olduğunu öğrendiğimiz şu afetin adama bakışlarından belli. Adi herif : ) Saçlarını önce fark etmemiştim, kız sorunca fark ediyorum, eliyle tutup diğer tarafa atıyor gülerek Babaji. 12 yıldır hiç kestirmemiş, 1 metre rahat var : ) Artık kütük gibi olmuş yıkanmaya yıkanmaya. Yıkanmak gereksiz ve önemsiz bir detay zaten : )Yeni bir ot sarılıyor Babaji’ye taze taze, yakıyor Baba aşkla, derin derin çekiyor içine, 5-6 sigaradan çıkabilecek dumanı savuruyor havaya. Nasıl bu kadar duman olabildiğine şaşıyorum. İyice tutuştuktan sonra bu kez bize uzatıyor çubuğunu. Almamak çok ayıp, müritler almamı işaret ediyor. Hayda, ne halt edeceğim şimdi? Kısa bir tereddüt yaşıyorum önce, sonra alıp ağzıma yaklaştırıyorum, otların dumanla birlikte ağza gelmesini engelleyen pis bir bez, çubuğun ağzını örtüyor, bezi görmemek için başımı çevirip tütünü çekiyorum usulen. Aklımca içime çekmeyeceğim, püf püf yapıp sıramı savacağım ama bir türlü duman gelmiyor. Bir daha… I-ııh.. duman yok, söndü mü yoksa meret? Mürit elemanlar koyuveriyor kahkahayı. Acemiyiz tamam anladık. Ama ben mutluyum acemilikten, size ne abi ? Yandaki Kanadalı fıstığa uzatıyorum çubuğu, alışkanlıkla alıp deli gibi çekiyor. Bir vapur bacası gibi salıveriyor dumanı. Nasıl yapıyorsun be? Vay adi haspa! : ) Soru sormak adettenmiş ağır abiye, “özlediğin herhangi bir şey var mı dışarıdaki dünyadan” diyor biri. Hiç yokmuş. “Peki çocukların?” 2 tane varmış, özleyince geliyorlarmış. Peki diyorum sıram gelince, “Cevabını bilmediğin bir soru var mı Babaji ? ” Cevabı oldukça şaşırtıcı oluyor : “Hayır, ama sorusunu bulamadığım cevaplarım var”. Hep birlikte gülüşüyoruz. Ne yalan söyleyeyim, hakkaten taşşaklı cevap! Sonuna gelen otunu yeniden tazeliyorlar. Gözü dönmüş herifin, bu kadar çok içilir mi yahu? Artık ayrılma vaktidir. Zafer, 500 rupi bırakalım mı diyor bağış olarak. Verelim tabi, şanımız yürüsün yahu, Türk’üz biz, ne olacak ? Buralarda, bu kültürde yardım almak, dilenmek ayıp değil. Uzatıyor Zafer, Babaji ikiletmeden alıyor parayı, oturduğu peykenin altına zulalıyor hemencecik, buraya bir tapınak yaptırmayı düşünüyormuş. Yalan, ota gidecek para, bilmiyoruz sanki : ) Ya tamamıyla uçmuş, erenlere karışmış, ya da acayip yetenekli bir üç kağıtçı bu abi.Aslında kalkasımız yok pek, ortam gayet dokunaklı ve enteresan, Ganj’ın üstüne akşam çöker iken, biz sadece suyun şırıltısı, üstat Babaji’nin şen kahkahaları ve karizmatik duruşu, içtiği otun dumanlarıyla sersemlemiş haldeyiz, bıraksalar uzanıvereceğim şiltelerin üstüne, sabaha kadar mışıl mışıl uyuyacağım. Velakin ‘aarti’ töreni çok renkli geçer imiş buranın, ufacık yaştaki rahip adayları yürütmekteymiş töreni. Helal olsun her şeye rağmen, etkilenmiş bir ruh haliyle ayrılıyoruz oradan, Törenin son 10 dakikasına yetişebiliyoruz. Yine de ortam muhteşem. Nehir kenarında kurulu bir platformun üstünde, Şiva’nın dev heykelinin gölgesinde, altından Ganj’ın aktığı yükseltide, turuncu entarileriyle 6-7 yaşlarındaki çocuklar ilahilerle Ganj’ı kutsuyorlar. Himalayalar, Ganj ve şu ilahiler ne kadar etkileyici. Anlatması ve tarifi zor bir sahne. Güneşin batması, akşamın başlamasıyla başlayan alacakaranlıkta, içinde mumların yandığı, rengarenk kır çiçekleriyle sarı, beyaz, kırmızı, mor karanfiller, papatyalar, erguvanlarla süslenmiş dilek çiçekleri, inananlar tarafından dualar eşliğinde Ganj’a bırakılıyor. Binlerce ışık, binlerce ateşböceği Ganj’ın üzerinde akıp gidiyor. Öylesine güzel ki, fotoğraf bile çekemiyor, izlemekten kendimi bir türlü alamıyorum. Karanlığın başlamasıyla Hindu’lar yavaş yavaş dağılıyor. Rishikesh’te akşam, Tanrı Şiva’nın ellerinin arasından üzerimize çöküyor.

17.Mart, Cuma, Rishikesh-Haritwar, 12. Gün

Sabah, Ganj’a hakim bir binanın çatısında, manzarası müthiş ama servisi ve tostu beş para etmez bir yerde kahvaltı yapıyoruz. Hem ufak hem de pis bir yer. Siyah çay var ve fakat suyu fena halde bulanık. Sormaya korkuyoruz çünkü muhtemelen Ganj’ın suyu kullanılıyor : ) Normalde de çok titiz bir insan değilimdir ama burada iyice serdim. “Hindistan’dayız abi, relax ol, don't worry, be happy” şeklindeki özdenetim çalışmalarıyla kendimi güzelce bir rahatlatıyorum. Hem gelmeden önce sarı humma dahil olmak üzere bilumum aşıları olmadık mı? Üstelik Rishikesh hakkaten güzel bir yer. Kasmaya gerek yok. Rishikesh sokaklarını dolaşıyoruz. Her yerde dilenci. Sanırım özellikle Hindularca kutsal ve önemli mekanlarda yoğunlukla bulunuyorlar. Dilenmek yerine toprakla ilgilenseler dağları delerler ama dilenmek daha kolay geliyor galiba. Maymunlar insanlara daha yakın burada, her ağacın üstünden her taşın altından bir maymun çıkıyor. Ellerimden ekmek alıyorlar. Sanki evimin bahçesinde köpek besliyorum : ) Haritwar girişindeki dev Tanrı Şiva heykeli önünden yürüyerek Haritwar’ın merkez çarşısına geçiyoruz. Burası da Rishikesh gibi oldukça temiz. Ghatlarda dua edenler, Ganj’da yıkananlar, suyunu kutsayanlar… Bir açık hava tuvaletinin yanından geçiyoruz. Evlerindeki rahatlıkla ve bir yerlerinin görüneceği kaygısını taşımadan icra-i çiş eyleyen adamlar, bir taraftan da etraflarını seyrediyor. Hayret nidalarıyla gülüşen kızlarımızla abilerin yanlarından geçip teleferiğe doğru ilerliyoruz. Haritwar’daki teleferik, tepede, şehre hakim bulunan tapınağa ulaştırıyor Hindu inananları. Kısa bir yolculuk sonrası tepedeyiz. Tapınakta her yerde tütsüler, çiçekler, Tanrı heykelcikleri (özellikle Maymun Tanrı ve Fil Tanrı), onların altında inananların bağışladığı bozuk paralar, kağıt paralar… Bir rahip, alnıma yağlı turuncu boya sürüyor ve bağış istiyor. Parayı seven bir din Hinduizm : ) Her tapınakta neredeyse zorlayarak bağış topluyorlar. Manzarası güzel eski bir tapınak. Şehre iniyoruz. Ganj’ı kutsama törenini son olarak burada da izleyeceğiz. Nehir kenarındaki ana Ghat’a gidiyoruz. Tören başlamak üzere, yine ana baba günü ortalık. Hindular sessizce törenin başlamasını bekliyorlar. Hiç mi sıkılmaz bu insanlar her gün her gün? Ama o kadar güzel ki, rengarenk, heyecanlı, mistik. Şansımıza bize yol gösterip yer açıyorlar, Ghat’ın en altına kadar inebiliyoruz. Hemen uyarıyorlar, ayakkabılarımızı çıkarıyoruz. Bırakın Ganj’ı, Ghatlara bile ayakkabıyla girmek hem çok ayıp hem günah sayılıyor. En alt basamakta bir kıçlık yer bulup, diğerleri gibi çıplak ayaklarımı tertemiz akan Ganj’a sokuyorum. Serin su önce ürpertiyor, sonra alışıyorum. Ülkemden binlerce kilometre ötede, yıllarca hayalini kurduğum Ganj’da ayaklarımı yıkıyorum! Havanın kararmaya başlamasıyla birlikte ‘Aarti’ töreni başlıyor. Sanıyorum şimdiye dek izlediklerimin en etkileyicisi bu. Böylesine güzel bir felsefe ve inanış geliştiren, rengarenk ve ilginç törenleriyle tam da ruhuma seslenen bu insanlarla aynı dünyada mı yaşıyoruz biz? Bu rezilane, sefilane pis, tembel ama barışçıl, doğayla ve hayvanlarla yan yana, iç içe yaşayan insanlarla, paraya ve güce tapan, silahlar, bombalar üreterek birbirini boğazlayan uygar, zengin, gelişmiş insanlar aynı insanlar mı? Aynı mı sahi? Aynı dünyada mı yaşıyorlar? Aynı havayı mı soluyor, aynı göğü mü paylaşıyorlar? Binlerce insan dua ediyor, hep bir ağızdan ilahilere katılıyor. Hele törenin bitişiyle dilek çiçeklerinin suya bırakılışı, bu esnada yapılan ritüel, Ganj’a düşen ışıklar, okunan dualar, hepsi çok etkileyici.İç huzuruyla dolu ruhum, gezgin yüreğimin önünde saygıyla eğiliyor.

-DEVAM EDECEK-