Hoşgeldin Ey Yabancı !

BU BLOG ÖNCELİKLE, YOLDAN ÇIKMAYA MEYİLLİ AMA BU CESARETİ BULAMAYANLARI YÜREKLENDİRMEK VE DÜRTMEK İÇİN YAPILMIŞTIR !

2 Ocak 2011 Pazar

ÜSTÜNE ÜSTLÜK İKİDİR İKİNDİ


OSSORU



yine öyledir aynen aşk eskisi hüznüm yatık sen sonrası
kusur mu bu şiirler bile eskir esrik duymuştuk
en büyük şairler öldü en güzel acılar yaşandı ve fakat
ya şu ilkyazın sundurmasındaki eşşoğlueşşek umut?

Deniz mavi, tutmuştuk










ABSURD


kafam bir sevi ki nar
kontakt lens taktırıp oraya aya
daha uyu sen yalnızlık
stres metress şangır şungur
göğüslerin oh ne ala
yine ısıp cacık








İCRA-İ TEVEKKÜLE REDDİYE


geçit alacayabanlık yine umut acayip tıfıl
görünmeyen muştu cırcıvık ne garip hep hüzün
ne varsa yeniden ve hep ölümlerde
üstüne üstlük ikidir ikindi ölgün yüzün

babalara mı geldik yine
ben mi yanlışım yazgım
sevdamda mı
yanılmışım







“Üçe kadar sayıyorum bu geçedeyim
Korkmuyorum kaçak değilim iğretiyim”
T.Uyar (1927-1985)

İÇ

İçinde durmayalım önemsiz gerisi
Geç bu bok püsürü bir eylül gecesi
Sen şimdi gün ola pul pul sevi duman ki üff
Arasız cazip kambur süreğen köpek dölü mavisi

Hayda bre! Hayda bre pehlivanlar!
Gibi karanlığı böyle yim sığı ya, pis isi!





BEKLERİ


-metin eloğlu için natürmort-

dört başı ma’mur yalnızlık
avazınca eşele eşele
nasıl ki sevi hep kızoğlankız


bu derse elbet yine geliciiz







ESS


a

gariplik galiba burdan dünyaya kaç yol olmasında
sonra bayağı yoğun üst düzey bir ödünç kılıçla !
bitiriverdik seviyi peki siktirip gitsin kolayca şişşt ne ayıp
Ama baksana adama hazır mama


b

ya açısı dostluğun alı al boku bok ruhsuz herif?
piyasadaki hortlağa hastir çektim sevindi aile boyu şirket
pek çelebiymiş halet-i ruhiyesi az biraz epik

etiketiketetiketiketetiketiket







“bilseydim bile gerçeklenen bu arzu sonrasında
zamanlardan kaç zaman
yok sayacağını ucuz benimi,
bu yakıcı isteği yinelemekte engel ne ki?”
Nilgün Marmara (1958-1987)


MAKTULÜN ADI SEVİ

geceydi buldum
maktulün adı sevi.


kağıttan kuleler yeşil kediler oynaşır adalarımda
geceydi uzak güzel sevdalardan geliyordum
sevişgen aynalar üff neler görmüş geceydi
maktulün adı kesinlikle sevi.


avuçlayıp o meczup metruk ışığı kanatarak yarayı
uyuz anılar plastikten kedi
ne kadar da çok söylemedik acıyı
yahu ne kadar da çok hiç ses vereni
maktulün adı biliyoruz sevi.


geceydi
bütün güzel kadınlara küfrettim dönüp baktı kedi
‘düriyemin güğümleri kalaylı’
ne güğüm kaldı ne kalay düriyeyi kim tanır
bitli şarkıları okşadım makul ayyaşları
bağıra çağıra maktulün adı sevi
ateş pahası al gözüm seyreyle ömür
allahın belası geceydi ayrılık köpeği.


sıktım sıyrılıyor maktulün adı kedi
geceydi buldum onun adı sevi
belki bilmiştik bil ki sevmiştik o yaramaz kancık atı
geceydi
baş mağrur göğüs önde durup dururken
niye bacakarası kurşun asker anıtı?


seviydi biliyorum maktulün adı gece
‘bir tek seni unutmam ece’
kurutuldu ve unutuldu işte
unutuluyor el mahkum çekip giden git gelinde özlemin özü
şehre yeni geldim buraları pek bilmem adı belki sevi
gün olur eşşoğlusu
hüzün baki kalır çözülüyor kedinin gizi.


dilimde tüy bitti anladık sevi
ey gocunan yara ey sevdalı yurt
ey yarası mikrop kapan hayatın götü
ey ver elini umut!
aniden değil pis kedi,
taammüden öpüyorum seni.


gece bitiyor oldu da bitti maşallah
kedi sevi hadi koy şuraya
lan ayı mı oynuyor burada
maktulün adı neydi?

İzmir,97









LUMBARA TUMPAR

-sana sevgili cümbüşlü dost,
her neredeysen…-


1

karışık ve karmaşık bir sarmaşık
şu götüboklu hayatın ta kendisi hah-ha!

2

burası boş

3

görüyorum peykeyi bir yerlerde bekliyor


4

görüyorum bir yerlerde birileri gözler görüyorum
bir yerlerde birileri peykenin ardında ardından bekler beni
-biliyorum sıcak esrik söz gelimi sevilgin
günler yaşanmaktadır şimdilerde- eh işte
umutsuzluğun patikasında yamaçsız lumbaara tumpar
uzanmışlığın uzan uzan uzayan çarkı ardına çarkına
gizlenmekler gelmiştir gelmiştir belleğin titreşimi
bel kıvrımlarında uzamsal belde

5

ki yakındır kalleşlik bir puştluğun kovalamacasında
geceler gelir nerede yanlış kılgı kıllı epey yapışkan
pis de olsa biliyorum kıl birileri peykenin
ardında ardından gözler bizi iyi sıhhatte olsunlar
gitmekler gelmiştir kıvançlı dölünçler özsüz beklense de
töz olmalı bir yerlerde –ne demekse-
neyleyim ağıtı lumbara tumpar inceden sızar azar azar
sevinin apışarası tut tut sen bunu unut mutluluğu
kaç para kardeş bu yazgı
tut bir yerlerinden

6

gece tırmandı doğaya peyke koptu kopkoyu

7

yalnızlığa
geçirilmiş geceyi gözler sözler düşler düştükten sonra
sabahsızlık isteği azıttı lumbara tumpar sona geliyoruz
nedir peki özün ve yani sözün sonu bitirilememiş bitmiş
mişmiş -rivayetmiş- adı saklı kalsın peykenin

8

anlatabiliyor muyum kelek bir durum yani
gözleri var bir atımlık puştluğu mutlak gecenin lumbara
lumbara tumpar tumpar yürekler durma bekler
maviliğin ihaneti de denebilir bir nevi
kellerin tarağı kadar samimi ve gerçek
ne ki kalmadı fitili filinta sözün
kısası kısas

9

yüzü bir belkiler oysasında aynasında kırık lumbara
tumpar P
e
y
k
e
kaydı tumparmalara gelesin tumparma e mi
gözler kaldı şiirlere gecelere –haşa-yok sevi
yaş yamyam yaşlı yapışkan geceleri birileri
götürüp de yarlardan atmaz mı sevabına
patika peyke umut –saçmalama- bekler bir yerlerde
görüyorum seni yaşam kekemesi

10

oyy lumbara lumbara
acı da koydum oralara
ayşe de Fatma dostun yok
çalkala tumpar çalkala


11

düştü peyke he ya

12

cıss!
demedim mi
dön şimdi başa










BOZ BULANIK


kar altında kan anması
esip de dağ kuytularında o şuh varoluş
kanatlarını sallayan sevgili bahar
tencere dibin kanar kardeşim
seninki benden kanar
boz bulanık yanar elbet anlamıyla yanar lâl
versen elini birlikte oturup da bir yerine
sen eksildikçe artıyor iyi iyi bizatihi mizahi
kanatınca yarayı ey heval*


yüzünüzü ekşitseniz de anladınız
anlamlı bir şiir bu
bakın ne diyeceğim


*arkadaş








“Zehrdir âkil isen olma meye üftâde
‘Olayım’la ‘Öleyim’ bir yazılır imlâda ”
Leskofçalı Mustafa Galib Bey, (1828-1867)


YİTİŞİM -1-

girişsiz bir şiir
bu tam yamalak sonuçsuz girişim
biçimsiz biçimsel ve lâkin özsel öz der
umudun piç olduğu bu sentetikmental gecede :
Ay
utanca yürür geceler teklifsiz ıslak
açar inceden sevgeçleriyle bok dolu bak yaşamın
kuyruksokumunda bir yalvacı neylesek olmuşuz bir araç

sonsuz sonuçsuz biten
bitimsiz bir yitişim
çaktırmadan bir bak
yitip giden
bir iğdişim
yaşamak








SON YAMA


ayaza durmuş bağnaz acık cümbüşlü sevdam
gitsemleri geldi olur ya, zaman aman yeni bir diken
ben burdayım nisanlayan sen nerdeyken
hoop ama! yola düşüp ütülmüşlükten öte
boru mu ulan bu kuş kanadı
gidip geliyorum ben bunu hep yapıyorum
sevi ekerken


defol git kardeşim git yamanmaya yamaya
yaman yaşama
hüzün dalına çakır moruna yarasa
kokuşmuş kocamış pınar elimde değil
ölümse bir yerinden yaşama!


dün ağardı gün bense hep yarına açtım
bin dünyaya birden yağıyor ihalesiyle ihanet, çaktım!
bir yaşam yetti sanki bitsin varsın it oğlu it
alındık ansızın öyle ya anlık sızı
yaman yaşama ve çektirip git!


SON YAMA’YA YAMA :

alınacak bir operasyonla şu habis ur
delişmen ilkyaz gör bak yeni kıyıları korur
geceden sabah beri dürzü umut bu teklifsiz kanayan
adeti inadına hep mavi olur!










GÖMÜ

benden geceye izin a ne demek sevi nasıl ki püf
hadi hadi işte kırdın can şavkını sevin
bin değil pir söylesem hüznün kan çaputu
şimdi Öz’le
borusu iki baba hindinin


seviyi boş verdik eyvallah tamam bitti
geçmişe mazinin ana anıları hadi bunu da geç
çiçeklerini de ezip bir güzel hatta bu da işin son yarası
güleç zamanları koyverdik gitti


ya doğmamış aslan yavrusu ?








YİTİŞİM-2


bişiy kaldı :


azgın aptal sevinçli, çılgın sapık erinçli,
pişman arsız kıvançlı, kararsız yılgın inançlı,
korkak garip saygın, çekici aygın baygın,
güçlü asi atılgan, uyumsuz ürkek sıkılgan,
duygulu parlak korkusuz, huysuz bencil sorumsuz,
avare uysal nazik, hırsız hovarda komik,
alık dürüst cani, sırık romantik fani,


e yani,

eciş bücüş ıvır zıvır kıl tüy bilcümle vesairemi,
toptan ve perakende bedenimi
ve matrak beynimi

yani beni


yani sevgimi
ve
etimi

üzgün güzel itiledin de
mi
yitişti
çirkin tatlı ütüledin de
mi
büzüştü?









BİR
OYUN
YAZARININ
USBENEKLERİNİN
GÜZSONU
YAĞARCIKLARI

-bir bölümlük milli facia-







-Uyumun müthiş sesi/dinginliği
Uyakın yakın dostluğuyla…-




BAŞLIYOR :

bu güz
güzü yazmalı, güçsüz güneşsiz özü yazmalı
azınca oturaklı azmalı
günü düşe sürgünü yazmalı
başka neyi
defolup gitmeyi
işte bu hüznü
sevimli kaltağın
dandik yüzünü yazmalı




PLAĞIN (A) YÜZÜ DÖNÜYOR



OZAN : dünkü geniş gümüş orman gizi –o kırlangıç yuvası-
vızıldarken kundaklandığı kundakta iken Öz’ü
duyulmuş mudur, heyhat! bu bir sızı


TERESİAS : müsaade buyrunuz, şeydir o: muttasıl olası


OZAN : a-ha! soylu bilici
bilmezsin sen ne gece şeytanıymış o bodur ece
bilinmeliydi oysa Su


KORO : nisan ki imgeleminden fırlayanlara tapınırdık
anneleri erteleyerek peykelere uzanırdık


SOYTARI : ey Ozan! mutsuzlukla anlamanın bir ilgisi varsa
ve anlamaksa eğer acı
görülmüş müdür son demden bu yana Roma’nın kıçı?


KORO : gün oldu devran döndü, akan su kıyamet
Ozan neden bilmez, ağan gün ihanet!


MİDAS : Roma’nın altın çağı kapanmıştır
kapat! sevdalara ağıt düzmek
ve ayın altında üzüm yiyip sevişmek
ikinci bir emre kadar yasaktır!


ZEUS : bırakın bu mavraları, Edip falan da yok artık


KOROBAŞI : iki bin şu kadar yıl sonra siz misiniz, yine mi
eşsiz tek ve yalnız olan
bu güz bahçesinde mutlu da değildir
çünkü mutluluk –bilmiyorlar ve bilesiniz-
ancak paylaşımla bir utku, paylamakla değildir


OZAN : yeter! herkes birbirinden sekter
benim derdim bambaşka


SOYTARI : biliyoruz Ozan, takmışsın sen aşka


OZAN : kapa çeneni de dinle Soytarı
bir yerde bitmeliydi bu doğurgan şaka
gülme ne var bunda elbet biter
bazen bir müsebbib bile yoktur bunun için muteber
öyle değil mi siz de bir şey söyleyin
pek muhterem Peder


TERESİAS : biliciliğim -ne yazık- burada tekler
ben usumu ve Oedipius’umu isterim
gelmeyin üstüme bireysel bireysel


SOYTARI : Ulu tanrılar! bir şey anladıysam Hades’e gideyim
ağlama duvarı mı burası ben mi yanlış roldeyim
dalgaya mı geldik senin mi elin kaydı
ulan sayın Ozan! kendine gel
tarihin manevi şahsiyetinde koca bir delik!
ben nerdeyim?


İÇSES : doğru, hiç mi hiç ben de anlamadım bir şey
zaten en doğruyu dosdoğru ancak soytarılar deşer



PLAĞIN (B) YÜZÜ DÖNÜYOR


OZAN : kes! anladık ayrıştırıyorum, bağışlasın beni tanrılar
bulmak için asıl söyleyemediğimi
insanlığın bir türlü dürülememiş defterine
kazıyorum
evet karıştırıyorum belki biri bulur
yürek dolu hesap uzun zaman yok
ve üstelik sırada bekleyen çok


işte şimdi başlıyorum önce Öz’ümün
ve küllenmiş tözümün akan suyunu
ve eloğlunu saymalı elbet metin abi
koca dünyanın sorunu
bir de illaki seni
ya halkıma ne demeli
ya Olympos’un ve varoşların ulu tanrıları
milliyetçi-muhafazakar ülkemin
dramını kim yazacak?
hele ki sönmeden bu külliyen küllenen ocak
kesin biraz İstanbul bulaşmış Ginsberg’i ve seni
süresince ve bittabi ilk önce kim yapacak?
ahir zaman yalvacı ve seviye biteviye yalvarıcı
belki biraz kuru sıkıcı çokca iyi atıcı bu zavallı
ve ulu yazıcı –yani ben- elbet bir yerden
mutlaka ve pekala başlayacak!


KORO : ay çoktan çıktı, Hızır ve Midas çişe gitti
Ulu tanrılar aşkına, çenen düştü Ozan
ya bunak Teresias’ı
ne diye çıkardın tozlu sayfalardan?
neyin dramı bu, kim ne gibi bir beşeri mesaj bulacak
hele senin gibi acemi bir zat, bu ne tezat?
sen en ikinci yeni eniki sen çağcıl şövalye
sen romantik ve üstelik kimliksiz kahraman !
ne söyleyeceksen söyle ve bitir artık
bak bir daha uyarıyoruz
bıktık ayakta durmaktan
ve durma
böyle konuşmaya çalışmaktan!


MİDAS : herkes seni bekliyor
mevzuya gel mevzuya Ozan
yoksa emin ol öpüleceksin
muhafızlarım tarafından!


DÖNECEK YÜZÜ KALMAYAN PLAĞIN SON HIŞIRTILARI


OZAN : siz siz olun yapmayın
lütfen avamlaşmayın
bam telime
ve ettiğime
basmayın sakın!


SOYTARI : peki peki biraz daha ıkın


OZAN : döktüklerimi toparlayarak ve gayet parlak
bitiriyorum
son kalan en paslı gecelerime serpilen pusun
ederi bedelinden daha ayyaş isli bir usundur
karamba karambita!
ya dam arayan arsız damarlarımda atan
ateşli daimi ateşe cin gibi cinsenliğim nasıl unutulur?


( ki o kırık bastonla sıcak amforaları
kılı kırk yararak ve hep kırılarak kırmış
yaralı araya sevgi basarak kapatmıştık)


şimdi bende kalan anıların küllisini
adların her birisini tek tek anarak
bal gibi süzme hüzne
yalnayak başkabak dalıyorum
bu monoton mono haykırık
bitmelidir artık!


Efendiler!
düşmanları ve arızaları
arazimizden ve marazi sath-ı şahsimizden
önce öpüp sonra söküp atmalı diyorum
işte şimdi bitmiş
ve bu kadarı da size yetmiş olmalı
hoooooop
bir güzel ittiriyorum












ÇOCUK NEFESİ



Elif lam mim
Kutsal adınla başlıyorum her yeni güne
Sus ne gören var ne bilen
Sana dokununca duruyor yasak saatler gece yarıları
Otobüs durakları bankamatikler serseri kurşunlar
Mitingler günah
Yağmur dolu sorumluluk amca yazgım
Açım sevda ellerine çocuk inanmıyorsan bak
Sezen söylüyor beynim zonkluyor sensiz herşey ne lanet ne bayat
Haylaz bir çocuksun nefesinle ellerimde gözlerimde
Çılgın bir dünya ipini koparmış puştların dansı
Memeden kesiliyor hayat


Elif lam mim
Kutsal adınla başlıyor doğan gün aç çocuk
Çöp arabaları kış soğukları siyah beyaz ıslak düşler
Nasılsınız efendim münir nurettin martı sesleri
Seni tanımak kutsal rengine sevinmek en başta
Tüm şarkılar sana tüm şiirler dağların eşsiz coşkusu
Yeşil gözler şarabın tadı iyi biten sonlar
Sıcak ekmek kokusu


İnsan bugün yaşamazsa çocuğum
Yaşamazsa
Ne için
Ne zaman yaşayacak
Adını anarak başlıyorum her yeni güne
Elif lam mim
Geceye saat üçe her yanına o uzun sıcak boynuna
Çocuğuna şefkatle sarılacak anne kokuna
Dar sokaklara dik merdivenlere
Vardiya arasına sardunyaya
Elif lam mim


Elif lam mim
İnsan bugün yaşamazsa bugün
Yaşamazsa bugün
Ne zaman
Yaşayacak
Bu yarış kimin yarışı bu silikon masal
Saçlarını topla rujunu sil böyle güzel geceyi ört
Gitme bu gece de kal


Ben her akşamüstü çıplak darmadağın sefil
Otobüslerin sıcak mola yeri kalabalığı
Yol uzun geçmiş peşimde peşimde
Yankılanır biri gidip diğeri gelen şaşkın ömrüm
Sahte gülüşler yağıyor gökten yağmur yerine
Sahte aşklar mono yaşamlar
Ne ebruli dostların sıcaklığı
Ne çağıldayan ırmak çağrısı
Ah eski kör delifişek zamanlar!


Oysa seni düşünmek neşeli türküler dinlemek
Seni düşünmek ağız dolusu küfretmek
Sarhoşun aceleci ağzında her sabah
Karne sevinci tezkere almak tez elden maşaallah
Seni düşünmek doğurmak doğurganlığıyla doğanın
Dudakların bir anlık çılgınlık katil eder adamı
Seni öpünce doyuyor dünyanın bütün açları
Seni öpünce bitiyor savaşlar nefret cinayet
Seni öpünce hıdırellez dönmedolap
Papatya kokusu
Çıplak ayaklı mor dudaklı çingene çocuğun
Gülmesi ağız dolusu


Elif lam mim elif lam mim
Kutsal adınla kutsa beni
‘ öp beni doğur beni ‘
Kutsal adınla başlıyorum
Her gün her güne her geçen gün yeni güne

Sen bir çocuk nefesi

Sen çılgın saf yalnız
Bir çocuk nefsi








BENİMSİN KIRIK FOTOĞRAFLARDA


Nurcan’a


üstümden kuşlar geçince anlıyorum
gökyüzü ancak seninle sonsuz
nasıl böylesi bir renge boyalı
bir şehrin ortasında simsiyah gülüyorum

durup gölgesinde bir an yaşamın
sevişmek mişli geçmişinde siyah beyaz
o delikanlı şehirde uzak sevdiğim kadın

susma yüreğim
soğumasın ateş rengi bulut
kimliksizim sefilim bir şehrin ortasında
yetim bir evlat gibi duruyor zaman
benim sevgili celladım

beni bıraksa bu şehir
çöllere döneceğim
bildik tanıdık korsan gecelerde
yetsin artık kırık fotoğrafın arabı
bıraktığın ateş hiç sönmez mi
ıslak denizlerimde

17 şubat 1996, izmir













YESENİNCE



Saçma yüzü göğün göğsünün
Ne mavisi ulan şimdi yıkıl karşımdan!
Ay oturmuş oysa oturağına kelli ferli
Çoktan çalı çırpınarak özlem sözcükleri
sıcak ucu şen bahçesinde çocuk
Yalanmış

Koşusu neye anlamadık ki tral lal laa
şu sevi kaşıntısı demlenirken bende hem
Saçma bu dem
Hep boktan diyorum kendince yaşamsamak
madem
çocukları yırt resimleri suya at tral lal la

Dahası bilmemek abiler
Bilmediğini bildiğinde yandın ki ne yandın üff aman
uyansız uyaksız tek övgüm sıçırtma hüzne
Haykırmalıya tral lal laa

Neden daracıkmış sevgin
Sığmalı oysa şiire
Edenin şiiri
Bitmesin esini esebildiğince
Dikkat! Dağılıyoruz beyler,
Yesenin’ce !

25 nisan 87, kızılay












PİNTİ İNTİ



kamçılar durma mübarek
sevinin kesif kefaleti
hazır bedenlerin birlikteliğini
hadi koy bir yana dursun
yaşam göğün ağzına bakıyor gençlik de var serde
tutkuya sevinç karışmış varsın o da olsun

ölmek değil korkutucu valla billa
her tür rezillik var ben de
yok daha neler iki gözüm ciğerim
ama bu serseri
bu utanmaz soytarı
ah benim diri dinselliğim cins cinselliğim












SANGIDAN İLK SONRA



ki o tutuşuk geceler sabuk sözcükler ki o savruk seviler
artık pişmanlık kurtarmayacak iyelik yitse bile bil
ah çoğulluklara sıvaşık sadık yalnızlık imansız sapıklığım

hoş geldin geç otur iki çift aşk edelim şiir










Ggg’ler

3.
yandı evanı sabah kalmadı sevişmeleri dolgun yorgun yorganı
kuduz maviliğimin uğruna yarap, ne günler güneşler batıyor!

4.
eceymiş gece gelen sevimin uslandırılmış pembesbeli
bacalı ve acabalı her soktan hem yoktan bu haspa eli!

5.
ağıladım ona ne demek bu: o ve na belki amanın anısına
ayrı mı yazmam gerekiyor illa, ilahi ilah beli anasının ona!

6.
ileriye derken biz özgürlüğü sözgürlükle mi karıştırdık kayınlarla
bir akşamüstü gece altı derken yine anlama soyunuyorum haydaa

7.
öyle bir duruluk ki ben ne yapayım özellikle yaşamam
ve ayazda kalmam dağılmaz bir mecburi istikamet

8.
su katılmamış sevilere dalamam arkadaş saf mıyım ben
kendini gece hissetmeyen günün şaşkınlığı kadar

9.
çekici değil bin bir türlü ölümsemek çözümsemek zor mu
basit sevmek kesinliği değerlerin yatsısında umursuzluğu

10.
doruğun fabrikasında uyumsuz doğruluk iletişimin son durağı
ya gizimi okey paylaşmayı ve anlıyorum defolup gitmeyi!













İHTİYAÇÇ



Soluk almaya ihtiyacı var insanın değil mi ama
Mavi göğe elbet adı güzel kendi güzel özgürlüğe
toprağın suya kedinin bile fareye
bebeğin annesinin gülüşüne ihtiyacı var yok mu

güzel insanımın adil paylaşıma adalete
Fransız kalmadan Fransız kadar hem de
açın ekmeğe görmezin sese biçarenin bi çareye
savaşın barışa ihtiyacı var yalan mı arkadaş

dünyanın umuda umudun sevgiye var yahu
gidişin dönüşe acının sevince hele
yarımın bütüne gecenin sabaha ihtiyacı var söyletme şimdi

benim sana

DAĞLARDAN

ORDAN BURDAN...

İGUAZU: YILANIN AŞKI

Yağmurlu bir Brezilya akşamında çıktık yola Sao Paulo’dan. Zaten açıkçası pek ısınamamıştık bu kalabalık ve nemli sanayi kentine, ama daha çok yıllar yılı hayalini kurdugum Iguazu şelalerini bir an once görmekti beni bu derece sabırsızlandıran.

Talat, Niko ve ben, 40’li yıllarının henüz başlarındaki bu 3 genç adam (evet genç) baştan sona Güney Amerika’yı keşfetmek üzere yollara koyuluyoruz. Ve ilk durağımız, daha önce fotoğraflarını görüp, “burayı görmeden ölmemeliyim” dedigim İguazu Şelaleri. Sao Paulo’dan yola çıkan otobusümüz, yaklaşık 15 saatlik bir yolculuktan sonra bizi bu dünyanın en görkemli doğa şahaserlerinden birine, İguazu Şelalerine ulaştıracak.

Arjantinlilerin İspanyolca “İguazu”, Brezilyalıların Portekizce “Iguaçu” dedikleri şelaleler dizisi; Rio Parana nehri üzerinde yer aliyor.
Rio Parana, Güney Amerika’daki Amazondan sonra ikinci büyük nehir. Uzunluğu 4100 km’yi aşıyor. Brezilya, Paraguay ve Uruguay’ı geçip; Arjantin’in başkenti Bounes Aires’te “Rio de la Plata” deltasını oluşturarak, Atlantik okyanusu ile kucaklaşiyor.

İguazu, Irai ve Atuba adlarindaki iki farklı nehrin Curitiba şehri yakınlarında birleşmesinden oluşuyor. Rio Parana nehrine dökülmeden önceki son 133 kilometresinde Arjantin ile Brezilya arasındaki sınıri belirliyor. Parana Nehri'ne döküldüğü yerin yakınlarında, Brezilya tarafında Foz do Iguaçu, Arjantin tarafında ise Puerto Iguazu şehirleri bulunuyor. İki şehir de nehri geçen bir köprü ile birbirlerine bağlı.

Toplam genişliği 2,7 km olan Igaçu Şelaleleri'nde, ortalama 1.700 m³/s, uzun yağışlardan sonra ise 7.000 m³/s su, 80 metreden dökülüyor. Bu şelalenin en büyük özelliği neredeyse beş duyu organına da hitap etmesi. Yaklaştığında ürkütücü bir gümbürtüye dönüşen ses, serinleten su serpintileri ve havayı kenara iten büyük su hacminin yarattığı hırpalayıcı rüzgarlar...Dilinizde ise heyecanın kekremsi tadı.

Tropikal yağmur ormanlarının içinde yer alan ve her iki taraftan da Ulusal Parka çevrilerek sıkı koruma altına alınan Iguazu, 300 civarında şelaleyi ve 2000'den fazla bitki türünü barındıran, içinde yaklaşık 550 çeşit hayvan türünün yaşadığı, 70.000 hektara yayılan bir gerçek doğa harikası. Guarani dilinde “büyük su” anlamına gelen İguazu, 1542'de İspanyollar tarafından keşfedilmiş, o zamana kadar burada bolgenin yerlileri Guaraniler yaşıyormuş. 1934'de milli park, 1984'de Unesco Dünya Mirası olarak kabul edilen İguazu, gerçekten de korunması gereken bir dunya mirasi, dogal bir hazine.

Guarani kültüründe İguazu'nun huzunlu bir aşk hikayesi sonucu oluştuğuna inanılıyor. Efsaneye göre Iguazu nehrinde Mboi adında dev bir yılan yaşarmış. Her yıl köylüler Mboi'ye törenle genç bir kız kurban ederler, bu töreni izlemeye bütün kabileler katılırmış. Yine böyle bir toren öncesi çevre kabilelerden genç bir delikanlı olan Taroba o yıl kurban olarak seçilen Naipi'ye aşık olmuş ve kurban edilmesini önlemek için onu kaçırmış. Bunu öğrenen Mboi çok öfkelenmiş ve genç aşıkları engellemek için nehrin altında kıvrılarak etraftaki kayaları çatırdatmış, kayaların kırılmasıyla Iguzau şelaleleri oluşmuş. Genç aşıkları cezalandırmak için de onları bir ağaca dönüştürmüş. Şimdi bu ağaçlar nehrin iki yakasında karşılıklı duruyorlar. Buna göre akan şelale suları Naipi'nin uzun saçlarını temsil eder. Mboi de Şeytanın Boğazı adı verilen en büyük şelalenin altında saklanmaktadır. Ancak gökkuşağı çıktığında bir köprü oluşturur ve bu sayede iki sevgili birbirine kavuşur. Gökkuşağının renkleri bize gercek aşkın güzelliğini gösteriyor.

İguazu Milli Parkı'nın Arjantin'de kalan bölümü, Puerto de Iguazu adli yerlesime 11 km uzaklıkta. Bu sehirden küçük kasabadan buyuk beldenin neredeyse tek geçim kaynağı, dunyanin her ulkesinden şelaleleri ziyarete gelen turistlerden elde edilen turizm geliri.

İlk gün şelalelerin daha etkileyici olduğu soylenen Arjantin kısmını gezmek üzere Brezilya’dan Arjantin’e geçiş yapıyoruz. Peru haricindeki bütün Guney Amerika ülkelerinde oldugu gibi Arjantin de Turk vatandaşlarına vize uygulamıyor. Zaten sinir geçişleri de son derece kolay. 10 dakika içinde sınırı geçip Arjantin’e ayak basıyoruz.

Parkın Arjantin kısmında, şelaleleri daha rahat dolaşmak uzere ekoloji treni adı verilen etrafı açık bir tren oluşturulmus, bu trene binip farkli istasyonlarda iniyor ve şelalelere elinizi uzatacak kadar yaklaşabiliyorsunuz. Havadaki aşırı nem bize bir yağmur ormanında olduğumuzu hemen hissettiriyor, devasa tropik ağaçlardan yansıyan yeşilin tonlarını, daha once hic duymadığımız tropik kuşların ve diger canlıların seslerini, rüzgardaki esintiyi ve muhteşem şelalelerin gürültüsünü duyarak ilerlemek bu kısa yolculuğu eşsiz kılmaya yetiyor.


Milli parkın içinde sadece sınırları belirlenmis parkurlarda gezilebiliyor, şelalelerin yakınına kadar inen daracık metal köprülerin üzerinden yaya olarak gidiliyor. Bu şelalelerin en görkemli olanı 80 metre yükseklikten aşağıya dökülen ''Garganta del Diablo'' (Şeytanın Boğazı). Garganta del Diablo'dan göğe doğru yükselen yoğun sis bulutu ve yaklaştıkça artan gürültüsü heyecanımızı daha da arttırıyor. Bu ürkütücü şelaleye sadece birkaç metre uzaklıktayız, inanilmaz bir gorsel şölen karsinda nutkumuz tutuluyor.

Niko, bir fotoğrafcı gözüyle gördüğü bu güzellik karşında neredeyse kendinden geçmiş, hiç durmadan deklanşörüne basıyor. Talat, her zamanki sevimliliğiyle bir o yana bir bu yana şelaleyi farklı açılardan görebilmek icin koşusturuyor. Bense, görmeden ölmeyeceğim dedigim bu muhteşemlik karşısında nefesim kesilmiş biçimde bu olağanüstü güzelliği içine çekiyorum.

Birkaç dakika icinde sırılsıklam ıslanıyoruz. Doğanın gücüne bu kadar yakından tanık olmanın zevki yanında bunun elbette hiçbir önemi yok.

Ormanın içinde rengarenk kelebeklerin, adını bile bilmediğimiz değişik hayvanların eşlik ettiği birkaç kilometrelik bir yürüyüşle farklı şelaleleri kiminde üstten kiminde döküldüğü yerin altindan izleyerek yururken aniden hava kararıyor, sert bir ruzgar çıkıyor, bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlıyor ve inanilmayacak kadar kısa sürede oluyor bu. Böylece yağmur ormanları ve tropikal iklimle gerçek anlamda tanışmış oluyoruz. Biz yapmadık ama, burada şelalelerin altına kadar girerek heyecanlı ve ıslak bir deneyim saglayan bot turları da yapılabiliyor, yeterince ıslandığimızı düşünerek istemiyoruz.

İkinci günkü rotamız nehrin karşı kıyısındaki Brezilya toprakları. Parkın Brezilya'daki kısmı ülkenin Foz do Iguaçu şehrinin yakınlarında. Foz do Iguaçu, 30 yıl öncesine kadar küçük bir kasaba iken, günümüzde 300.000'i aşan nüfusuyla önemli bir turizm merkezi olmuş.

Şelalelerin neredeyse tamamı Arjantin tarafında bulunduğundan, nehrin Brezilya yakasından baktığınızda muhteşem bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Gokkusaginin bütün renklerine sahip bitki örtüsü içinden büyük bir hızla dökülen sayısız şelale ve onları çevreleyen uçsuz bucaksız bir yağmur ormanı. Bu hayranlık uyandıran görüntü karşısında heyecanlanmamak mümkün değil, burası doğanın insanlara sunduğu eşsiz bir armağan. Suyun akış şiddetinin doğurduğu buğu ve sis icinde, guneş ışınlarının doğurduğu sayısız gökkuşağı inanilmaz güzellikte.

Park kelebek ve kuş gözlemcileri için oldukca ideal bir alan. İguazu Şelaleleri 3 kilometreyi bulan uzunluğuyla dünyanın en büyüğü; söylenene göre Amerikan first lady’si Eleanor Roosevelt burayı gördüğünde dudaklarından ''zavallı Niagara'' sözleri dökülüvermiş.

Arjantin'deki küçük tren burada yerini üstü açık otobüslere, metal köprüler ise daha rahat yürüyüş imkanı sağlayan beton platformlara bırakmış. Bu alanda hediyelik eşya dükkanları, restoranlar, bisikletten trekkinge, kanodan, safariye kadar turlu aktiviteyi satin alabileceginiz tur şirketlerinin binalari ve hatta bir de otel bulunuyor, ama asıl sevindirici olan bu tesislerin her iki ülkede de parkın doğal yapısını bozmayacak şekilde kurulmuş olması. Her gün yüzlerce insanın ziyaret ettiği bu milli park, insanoğlunun hoyratlığına maruz kalmamış. Burayi gorup de doganin gucunu, azametini ve muhtesemligini hissetmemek imkansiz.

Zaten İguazu da -her iki tarafiyla- aşkın kendisi gibi; coşkulu, rengarenk ve heyecan dolu oldugunu hic sakinmadan soyleyip duruyor.

Bolivya: Nasıl gidilir, Ne Yenir Ne İçilir?

Başkent: La Paz (idari başkent), Sucre (adli başkent)
Telefon : Bolivya’nın ülke kodu 591, başkent La Paz’ın şehir kodu ise 2.

Din: Halkın % 95’i Katolik, %5’i Protestan.

Dil: İspanyolca resmi dil olmasına rağmen, nüfusun çoğunluğu ana dil olarak Quechua ya da Aymara yerli dilini konuşuyor.
Etnik Yapı : Nüfusun %50’den fazlasını safkan yerliler oluşturuyor. İspanyol-yerli melezi ‘mestizo’lar yaklaşık %35’lik bir bölüm.

Saat Farkı: Türkiye’den 6 saat geri
Vize: Türk Vatandaşlarına vize uygulanmıyor. Bolivya İstanbul Fahri Konsolosluğu: Altan Erbulak Sokak, 3 Mecidiyeköy, 212 - 272 24 02
Para
Ülkenin para birimi bolivianos (1 USD = 7.5 bolivianos). Sadece büyük kentlerdeki otel, restoran ve tur şirketlerinde Visa ve Mastercard kredi kartlarını kullanmak mümkün. Ama ülkede her yerde Amerikan Doları ve avro bozdurabileceğiniz bankalar ve döviz büroları mevcut.
Hangi mevsimde Bolivya’ya gidilmeli? Gezmek için en uygun aylar Haziran-Eylül arası. Bu dönem aynı zamanda ülkenin önemli festivallerine de rastlıyor. Kasım-şubat arası Bolivya’da hem aşırı sıcak hem de yağmur görülür. Ülkenin Güney Yarım Küre’de olduğunu ve mevsimlerin ters olduğunu unutmayın. Yükseklik dolayısıyla Bolivya’da gece ile gündüz arasında büyük sıcaklık farkları yaşanır. Özellikle karayoluyla gece yolculuğu yapacaksanız mutlaka yanınızda kalın giysiler bulundurun. Uyuni'ye gidecekler yanlarında battaniye götürmeli.

Bolivya’ya Nasıl Gidilir?
Türkiye'den La Paz’a direkt uçuş yok. KLM’nin Amsterdam ve Lima aktarmalı uçuşları Cuma ve Pazar hariç her gün yapılıyor. ABD üzerinden veya Türkiye’den Madrid aktarmalı olarak Peru’ya gidip, kolayca Bolivya’ya da geçebilirsiniz.
THY kullanmak istiyor ve zamanınız da bolsa en iyi yol, İstanbul’dan Brezilya’nın Sao Paulo şehrine, oradan karayoluyla önce kuzey Arjantin’deki Salta’ya, sonrasında otobüsle Şili’nin San Pedro De Atacama kasabasına, oradan da Jeep kiralayarak Bolivya’ya geçiş yapılabilir. Böyle bir rotada muhteşem İguazu şelaleleri’ni de görme şansınız olacaktır.
Ortalama Uçuş Süresi: 15-18 saat
Ulaşım
Şehir içi ulaşımda belediye otobüsleri ve minibüsler kullanılıyor. La Paz’da ulaşım otobüs ve ‘micro’ adı verilen minibüslerle yapılıyor. Bilet fiyatları oldukça ucuz. Gelişmiş bir kara ve demiryolu ağına sahip olan ülkede, Latin Amerika kıtasının genelinde olduğu gibi taşıtların kalkış-varış saatlerine pek uyulmuyor. Yollarda uzun süre beklemek olası. Ülkede taksiler ucuz. Taksimetre açılmıyor, standart ücretler mevcut. Fiyatlar 6 ila 15 bolivianos arasında değişiyor.
Konaklama:
Ülkenin turistik merkezlerinde yer bulmak çoğu zaman sorun değil. Zaten çoğu yere tura katılıp gittiğiniz için konaklamada sorun yaşamıyorsunuz. Hostellerde günlük konaklama fiyatı 25-55 bolivianos arasında değişiyor. Otel ya da pansiyonlarda kahvaltı dahil günlük konaklama bedeli 10-40 dolar arasında.
Ne Yenir?

Siyah fasulye ve pirinç

Bolivya mutfağı neredeyse tamamen ete dayanıyor. Kahvaltı dahil olmak üzere her öğün restoranlarda et yemeği bulabilirsiniz. Ana yemekte mutlaka kırmızı et, tavuk veya balık oluyor. Patatesin değişik çeşitleri, yumurta, siyah fasulye ve sebze karışımları etin yanına garnitür olarak servis ediliyor. Et, siyah fasulye ve pirinç Bolivya mutfağının vazgeçilmezleri arasında.
Peru’nun da yöresel yemeği olan sebzeli balık Cevihe’dan Bolivya’da da tadabilirsiniz. Antıcucho de corazôn adı verilen şiş kebap ise, sığır yüreğinden yapılıyor.

Nerede yiyelim?

Angelo Colonial

Güney Amerika mutfağı. Kolonyal stilde döşenmiş restoranın çorbaları ünlü.

Calle Linares 922, Belen, La Paz
tel : 2-2360199

Chez Lacoste

Bolivyalı ve Fransız şeflerin çalıştığı restoranda özel siyah tereyağı ve kapari ile pişirilen alabalık filetoyu deneyebilirsiniz.

Bustamante 1098, Zona Sur, La Paz
tel : 2-2792616

Alışveriş
Kıtanın alışveriş için en hesaplı ülkelerinden biri Bolivya. Lama yününden örülen kazaklar, yerli kültürünün gözalıcı desenleriyle süslü kilimler ve gezginlerin klasiği sayılan Bolivya pantalonları alabileceğiniz şeylerden birkaçı.

Festivaller
Semana Santa: Diğer Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi Bolivya’da da oldukça coşkulu törenlerle kutlanıyor Kutsal Hafta.

Ölüler Günü: 2 Kasım’da insanlar ölen yakınlarını anmak için yiyecekler eşliğinde mezarlıkları ziyaret ediyorlar.

Aklınızda Bulunsun
• Bolivya’da geçirilecek ilk günlerde yükseklik hastalığına önlem olarak yavaş hareket edip dinlenmek gerekiyor. Alkol kullanılmamalı.
• Otobüs yolculuklarında bagajlarınıza dikkat edin.
• Aymara yerlileri fotoğraf çekilirken ruhlarının bedenlerinden uzaklaştığına inandıkları için insan ve özellikle yüz fotoğrafı çekmek oldukça zor.
• Bolivyalı kadınlar sırtlarında rengarenk bohçalar taşıyorlar. Bu bohçaların içinde kimi zaman eşya kimi zaman da çocukları oluyor. Fötr şapka ise kadınların vazgeçilmez aksesuarı.
• Aymara yerlileri fotoğraf çekilirken ruhlarının bedenlerinden uzaklaştığına inandıkları için insan ve özellikle yüz fotoğrafı çekmek oldukça zor.

ŞİLİ’DEN BOLİVYA’YA, ATACAMA ÇÖLÜNDEN UYUNİ TUZ GÖLÜNE DOĞAÜSTÜ BİR COĞRAFYADA 3 ZORLU GÜN

“40’ından sonra 40 gün 40 Gece Güney Amerika” diyerek yollara düşen ekibimiz, bu kez Şili’den başlayarak kıtanın en az bilinen ülkesi Bolivya’yı keşfe çıkıyor. Ekibimiz derken aklınıza öyle çok sayıda insan gelmesin, ekip dediğin, Talat, Niko ve bendenizden oluşan topu topu 3 kişi.

Gitmeden önce o “iyi ki varsın internet amca”dan yaptığımız araştırmalar kısa ve öz şu bilgileri veriyor: Bolivya, Güney Amerika’nın neredeyse ortasında yer alıyor. Paraguay’la birlikte okyanuslara kıyısı olmayan 2 ülkeden biri. 8 milyon civarındaki nüfusunun çoğunluğunu İnka torunları olan yerlilerin oluşturduğu tek Güney Amerika ülkesi. Geçtiğimiz dönem tarihlerinde bir ilk olmak üzere Eva Morales adlı bir yerli Cumhurbaşkanlığına oturmuş.

İspanyol sömürgeciliği döneminde Yukarı Peru olarak adlandırılan ülke adını, Güney Amerika'yı İspanyol boyunduruğundan kurtaran Simon Bolivar'dan alıyor. Ülkemizde siyasi tartışmalarda sıkça kullanılan “Biz Latin Amerika ülkesi miyiz be? Muz Cumhuriyeti miyiz?” sözü sanırım Bolivya’dan esinlenerek söylenmiş; Ülke bağımsızlığını kazandığı 1825 yılından günümüze değin; 180’e yakın darbe (yazıyla yüzseksen!), 10’dan fazla anayasa ve 80 civarında cumhurbaşkanı görmüş. 6 cumhurbaşkanı görev başındayken öldürülmüş.

Bütün bu kısa ve öz bilgiler, aslında Bolivya’ya olan ilgimizi çekmeyi başarmıştı, kararlıydık, “ tüh yahu oralara kadar gittik de niye görmedik ki abi?” türü lakırdıların ileride yaşanmaması için “Bolivya” mutlaka görülmeliydi. Üstelik bu ülke bir başka yönüyle de beni şiddetle kendine çekiyordu, Bolivya, efsanevi devrimci Ernesto Che Guevara'nın tam da devrim hazırlığındayken CIA destekli Bolivya askerleri tarafından yakalanıp öldürüldüğü ülkeydi. İlla ki gidecek, öldürüldüğü yer olan La Higuera adlı köy görülecekti. Ama yaptığımız araştırmalara göre Şili ile Bolivya arasında öyle bir yer vardı ki, gören çok az sayıdaki gerçek gezgin, hani şu sırt çantalı, az paralı ama çok zamanlı gezgin, Bolivya’yı keşfetmeye buradan başlanmasını hararetle öneriyordu. Bırakın Türkiye’yi, dünya üzerindeki birçok gezginin bile henüz ayak basmadığı olağanüstü ve sıra dışı bir coğrafyadan, yerlere inen yıldızlardan, insansız onlarca kilometre genişliğindeki bir yabanıl alandan, göllerden, aktif volkanlardan, engin dağlardan söz ediyordu. Çok da düşünmedik, evet biz burayı öncelikle ve mutlaka görmeliydik.

Şili’deki Atacama Çölü üzerinden girecektik bu bölgeye ve Bolivya’ya. Çölün yanı başında kurulmuş San Pedro De Atacama adlı küçük kasabada bulduğumuz (o mu bizi bulmuştu yoksa?) Elgardo’yla hemen anlaştık. Elgardo, başka hiçbir aracın gidemeyeceği 4x4 bir Jeep ile Çölü ve Bolivya dağlarını aşarak bizi Bolivya’nın Uyuni adlı kasabasına ulaştıracaktı. Yolculuk, 3 gün sürecekti. Mütevazı yerlerde konaklama ve 3 öğün yemek de dahil olmak üzere kişi başı ödeyeceğimiz rakam, çok da sayılmazdı: 125 $

Bizim gibi birkaç kendini bilmez İspanyol, Hollandalı ve Fransız, gecenin kör bir vaktinde yola koyulduk. Zorlu ve zahmetli bir yolculuk olacağı konusunda uyarıldık Elgardo tarafından, çünkü 3 gün boyunca insansız hatta Lama’lar dışında canlı otun bile bitmediği çöllerden, engin dağlardan geçilecekti. Laf! Bunlar neydi ki, heyyyt be, biz 40’lı yaşların başındaki zıpkın gibi 3 delikanlıydık! (tabi ya, ne var?)

Gecenin sabaha yürüdüğü kör bir vakitte, henüz uyku mahmurluğu ve dünyanın en yüksek çölü olan 2500 metrelik Atacama Çölünün sersemletici soğuğu üzerimizdeyken koyuluyoruz yola. Aracımızda Felix adında bir İspanyol’la (o, ben bir Katalan’ım diyor), Marietta adlı hemşire bir Fransız kız da var. Şili sınırındaki anlamsız “her türlü yiyeceğin girişi de çıkışı da fena halde yasaktır birader” aramasını geçiştirip, Bolivya sınırına ilerliyoruz. Ama Bolivya sınırına ulaşmak pek de kolay değil, çünkü sınır 100 km uzakta! İnsansız ve zorlu coğrafyadan dolayı olacak, Şili, sınır kapısını gerçek sınırından 100 km geride, San Pedro De Atacama kasabasında kurmuş. 100 km.lik coğrafyada in-cin top oynuyor.

Bolivya sınırında bizi Holywood filmlerinden fırlamış gibi bir sınır kapısı karşılıyor. Otların uçuştuğu, küçücük hortumlar oluşturan tozlu rüzgârların estiği sınır kapısında, sakalları uzamış askerler karşılıyor bizi. Ama korkutucu bir ciddiyet yok havada, her halleriyle çölün ortasında kalmaktan ve sıkıntıdan patlamış ama yüzleri güleç birkaç askerin minik kulübesinde, basılıyor damgalar, Bolivya’ya giriveriyoruz. Biz Türkler alışkın değiliz öyle sorgusuz sualsiz, vizesiz, üstelik sıra beklemeden zartt diye bir ülkeye girmeye, her şey tamam mı yani, emin misin Komutan? “Buyurun geçin” diyor gülümseyerek, yüzbaşı rütbesinde olduğunu tahmin ettiğim subay. Sarılıp öpesimiz var, onun yerine eller omuzlarda, “40 yıllık asker arkadaşı” pozu verip fotoğraf çektiriyoruz.

Çölün ortasındaki bu minik kulübede tuvalet bile yok, kulübeye 100 metre uzaklıktaki hurda bir otobüsün arkası ne güne duruyor? İhtiyaç hasıl olduğunda, kızlar ve erkekler ayrı ayrı ama birbirlerini kollayarak sırayla rahatlayıp geliyorlar.

Çöl üstünde yükselirken güneş, yola koyuluyoruz yeniden. Her kilometrede biraz daha yükseliyoruz, malum dünyanın en yüksek coğrafyalarından birindeyiz. “Rujumuzu unutmayalım, sürelim kızlar” diyorum, gülüşerek sırayla sürüyoruz dudak nemlendiricisini. Yükseklerde dudak çatlamalarına karşı önlem alınmalı, yoksa yara-bereden konuşamaz hale gelebilir insan.

Kupkuru otların eşlik ettiği fonda yükselen dağlar, hemen yanı başımızda ilerleyen bulutlar, zaman ve mekân kavramını unutturuyor insana. Aracın sesine dönüp bakan Lama’lar da olmasa insan kendini bambaşka bir gezegende hissedecek. Şoförümüz Augustin, aynı zorlu coğrafyanın sessiz bir tanığı olarak can sıkıcı bir sakinlikle aracını sürüyor, “yok artık buradan da geçemez, kesin kalırız oğlum burada” dediğimiz yollardan, derelerden, vadilerden alışkanlıkla geçip gidiyor. Bu coğrafya, en çok sabretmeyi öğretiyor anlaşılan. Neşe içinde sürüyor yolculuğumuz, Talat bir ara, Augistine’e “Viva Türkiyeee” diye bağırtıyor. Arkasından kendisi bağırıyor : “ Vivaaa Şiliiii!” . Hepimiz gülmekten ölüyoruz, çünkü ne biz Şili’deyiz, ne de Augustine Şili’li. Augustine : “Senyor, Şili’de kalmış hala” diyor. Bu, zamanın olmadığı dünyanın tam ortasında, gayet Türk kahkahalarımız çınlatıyor ortalığı.

Bizim tüm şamatamıza rağmen sakinliğini kaybetmeyen Augustin’in yaptığı tek sıra dışı şey, Koka yapraklarından oluşan paketinden arada sırada uzanıp birkaç tanesini ağzına atması. Sessiz, işini iyi bilen, aslında yol olmayan yolları ezber etmiş, dayanıklı biri. Binlerce yıllık Güneş İmparatorluğu’nun soyundan gelen ve kendilerine zorla kabul ettirilmiş bir dili konuşan, soğuktan ve aynı zamanda güneşten kapkara yanmış bir İnka yerlisi. Yola çıkarken belli ki eşinin hazırlayıp cebine koyduğu “Coca” , Peru’yla birlikte bölgenin en önemli ürünü. Kokainin hammaddesi olan Koka yaprağının içindeki maddeler, İnka’lardan hatta daha öncesinden beri Güney Amerika’da yükseklik hastalığına ve yine yükseklikten dolayı oluşan baş ağrısına karşı kullanılan doğal, ucuz bir ilaç, üstelik insanı sakinleştiriyormuş. Zaten bu ülkede hiç kavga, gürültü görmüyorsunuz. Doğa, verdiği sıkıntının ilacını da yine kendisi veriyor diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Augustine, ilgilendiğimizi görünce gülerek “No kokain, Yes Koka” diyerek aradaki farkı bize anlatıyor, bu ülkelerde Koka yaprağı, bizdeki adaçayı gibi, legal ve serbestçe satılıyor, çoluk çocuk yediden yetmişe herkes Koka yaprağını çiğniyor ya da çayını içiyor. Koka’nın Kokain zehiri haline gelmesi için zaten bin türlü kimyasal işlemden geçmesi gerekiyormuş ve bölgedeki devletler de işi sıkı takip ediyorlarmış.

Yükseldikçe yükseliyoruz. Dünyanın en yüksek dağlarından biri olan 6542 metrelik Nevado Sajama, yol boyunca bize eşlik ediyor. Nevado Sajama, dünyanın en aktif volkanlarından biri aynı zamanda. Biz oradan geçerken patladığını düşünerek ürperiyorum. Koskoca çölün ortasında yükseliveren bu devasa gücün önünde şaşkınım. Apartmanlarla kuşatılmış, iş çıkışı cafeleriyle renklendirilmeye uğraşılan tekdüze hayatlarımızdan ne kadar da uzaktayım. İnsan doğayla iç içe olunca, onun gücüne daha çok saygı duyuyor. Niko’da, Talat’ta kendi iç dünyalarına çekilmiş şu sıra, “başka bir gezegendeymişçesine” etrafı izliyor. Dali’nin resimlerinden fırlamış gibi bir doğaüstülük var sanki ama tam tersi doğanın kendisi bu işte, bizim avlulara sıkıştırdığımız 3 metrelik gökyüzü değil, gerçek “Tabiat Ana”. Rüzgârın, Niko’nun fotoğraf makinesinin ve aracımızın sesi dışında duyduğum tek ses işte bu ses: Doğaya olan hayranlığımızın ve şaşkınlığımızın gür sesi. Ne kadar da ufacık, ne kadar da kopuğuz aslımızdan. O küçücük insan yavaş yavaş da olsa kendi elleriyle nasıl yok etmeyi başarabiliyor bu milyarlarca yıllık döngüyü?

Akşamüstü, 4500 metrede büyük bir tuz gölü olan ‘Laguna Colorado’ya yakın kulübemize varıyoruz. Burada konaklayacağız. Bölgede yüzlerce irili ufaklı tuz gölü var. Bu lagün de bölgedeki diğer lagünler gibi yoğun flamingo kolonilerine ev sahipliği yapıyor. Niko’yla birlikte, tüm yorgunluğumuza rağmen akşam güneşinin etkileyici ışığında, Flamingoları fotoğraflamak üzere lagüne gitmeye karar veriyoruz. Aldığımız yükseklik haplarına rağmen başım ağrıyor. Dudaklarımız, sık sık sürdüğümüz nemlendiriciye rağmen çatlamış. Yine de önümüzdeki görüntü o denli etkileyici ki, anlatması zor. Önde lamalar, suyun içinde ve havada başta flamingolar olmak üzere çeşit çeşit kuş, her biri birbirinden farklı daha önce hiç duymadığımız ve muhtemelen bir daha da duyamayacağımız bir kuş senfonisi… Güneşin kaybolması ve sıcaklığın aniden düşmesine, hemen arkasından da fırtınaya yakın bir rüzgâr çıkmasına kadar yüzlerce flamingo fotoğrafı çekiyoruz. Yorgun, uykusuz ve çok açız. Bir de şu lanet baş ağrısı.

Kulübemize dönüyoruz. Odalarımız 7’şer kişilik. Herkes bir yatağa atıyor kendini. Şarlo’nunkine benzer komik şapkalı Bolivya’lı 2 yerli kadın yemekleri hazırlıyor. Aceleyle yenen sebze çorbası - makarna- kola- koka çayı menüsünden sonra fotoğraf makinelerini şarj edebilmek için elektriği bekliyoruz. Bu dağ başında elektrik tabi ki yok ve sadece akşamları hava karardıktan sonra jeneratör marifetiyle ve sadece 2 saatliğine sağlanıyor. Şarjı takıp yataklara atıyoruz kendimizi. Yükseklikten dolayı nefes nefeseyiz. En ufak bir hareket bile yorgun bırakıyor herkesi. Talat, banyodan ter içinde geliyor. “Traş mı oldum, biriyle kavga mı ettim anlamadım” diyor. Kahkahalarla gülüyoruz. Güzel ülkemin yüksek dağlarına çıkmışlığım var, ama buradaki yükseklik kelimenin gerçek anlamıyla nefes kesiyor.

Gece sıkıntıyla ve nefes nefese uyanıyorum, burnum tıkalı, üstümdeki kalın yorgan ve 2 battaniyeye rağmen donuyorum. Tamam diyorum kendi kendime, şimdi hapı yuttum, fena halde hastalanıyorum. Ben hayatım boyunca böyle üşüdüğümü hatırlamıyorum. O sırada Talat yatağında sıkıntıyla dönüyor, “ Sen de uyuyamadın galiba “ deyince “donuyorum” diyor. Biraz rahatlıyorum, en azından yalnız değilmişim, yani üşümem hastalıktan değil, soğuktanmış. “Ben de Talo’cum ben de” diyorum. Bir tülü nefes alamıyorum, rahat nefes almak için burnumu çıkarsam donuyorum, yorganı örtsem üstüme bu kez nefes almakta zorlanıyorum. Niko Guido, fotoğrafın büyücüsü, ustam, derin derin nefes alıyor, yattığım yerden yüzünü göremiyorum ama biliyorum ki bugün çektiği yüzlerce müthiş fotoğraftan sonra yüzünde gülümseme, yüreğinde iç huzuruyla uyuyor. Gece, tüm yorgunluğuma rağmen uzuyor da uzuyor.

Zor edilen bir sabah sonrası yorgunluğa ve az uykuya rağmen, oldukça dinç kalkıyorum. Bu da bir başka ödülü bu coğrafyanın. Yine yorucu geçecek bir başka güzel gün başlıyor, Bolivya dağlarında. Ah, idealist Kumandan Che, bu topraklar mı aldı seni, bu gökyüzüne mi uyandın son kez? Güneş tepede, hava yükseklikten dolayı serin. Laguna Colorado’nun ardından ilerlemeye devam ediyoruz. Her bir tepenin ardı bir başka çarpıcı güzellik. İnsanlardan ve medeniyetten uzaklaştıkça kendini gösteren yabanıl doğa, tarife gelmez nitelikte. Birbiri ardına gelen tuz gölleri, sayıları artan ve çeşitlenen Lama’lar, Flamingo ve kuş sürüleri, gökyüzünün yere değdiği, bulutların dağlarla kucaklaştığı, sessiz ama dinlemesini bilen için bir o kadar da geveze bir coğrafya. Laguna Blanca, Laguna Verde, Laguna Hondaya, Laguna Lota…

Fotoğraf çekmeyen bir kişi için can sıkacak kadar sık arabayı durdurmamıza rağmen, (kim bilir belki de Koka yaprağından) sabır abidesi şoförümüz Augustine’in hiç sesi çıkmıyor. Bir dere yatağının içinden geçiyoruz, aniden önümüzde beliren ‘anne Lama’ ile yavrusu gözlerini dikmiş bize bakıyorlar. Deklanşörlerimizin sesine rağmen bakmaya da devam ediyorlar. Belki de bu yabanıl ve uzak dağlarda rastladıkları ilk insan bizleriz. Onlar şaşkın, biz şaşkın. Nice sonra onlar uzaklaşırken bir ‘biskaçya’ görüyoruz. ‘Biskaçya’ da ne? Biskaçya”, fare-tavşan arası bir hayvan(mış). Dik dik bakıyor bize. Ne bakıyorsun abi ya? Çatır çutur onu da fotoğraflıyoruz. Niko, “harika, çok güzel” deyip duruyor Biskaçya abiye, abi bizi ciddiye alıp cevap vermiyor ama fotoğraflamamızın karşılığı olarak biz ona seve seve domates armağan ediyoruz.

12 saat süren yolculuk esnasında hiç yorgunluk emaresi göstermeyen Augustine’le, Katalan Felix, Fransız Marietta, Üstat Niko, Viva Talat ve bendenizden oluşan ekimizin yolculuğu, dünyanın en büyük Tuz Gölü olan Salar De Uyuni’nin hemen kenarındaki tuzdan yapılma otelimizde sona eriyor. Evet, Hotel Del Sol, yani Güneş Oteli, duvarlarıyla, masalarıyla, hatta sandalyeleriyle tamamen ‘Tuz’dan imal edilmiş. Dünyanın bu en yüksekteki ve en büyük Tuz Gölü, bembeyaz düşlere açıyor kapımızı. Tuzdan yapılma otelimizin tuzdan yapılma penceresinden baktığımda gördüğüm tek şey, önümde alabildiğine uzanan tuzdan bir beyazlık. Görünen tek şey, o. Beyaz, beyaz, beyaz… Gökle yer sanki birleşmiş. İnsan kendini koca bir sonsuzlukta kaybolmuş gibi hissediyor, yön duygusunu, mekân duygusunu ve hatta zamanı unutuyor. Son günümüz işte bu önümüzde alabildiğine uzanan gölde geçecek.

Güneşin kaybolmasıyla birlikte hava artık alışageldiğimiz biçimde aniden soğuyor, akşamüstü hafif esen rüzgâr, giderek fırtınaya dönüşüyor. Bu coğrafyada gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı inanılmaz.

Akşam, yemek sonrası, esen sert rüzgâra rağmen dışarı çıkıyorum. Bizi çevreleyen 100 km. mesafe içindeki tek insan grubu belki de biziz. Ne bir köy var buralarda, ne de başka bir yerleşim. Zaten bir şey yetişmiyor bölgede, su da yok. Başımı kaldırıyorum, gökyüzü alabildiğine yakın, yıldızlar kucağımda. Hayatımda hiç bu kadar yakın hissetmemiştim kendimi evrene, sonsuzluğa. Milyonlarca yıldız akıyor başımdan aşağı. Karanlık mı? Ay yok, ama yıldızlar boyuyor yeryüzünü. Benim binlerce kilometre ötedeki o eşsiz ülkemde de yıldızlar güzel görünür ama gökyüzündedir, burada hepsi kucağımda sanki, uzansam dokunacağım neredeyse.

Gece Felix’le paylaşıyoruz aynı odayı. Horlayan Felix’i birkaç kez uyandırıyorum, o da beni. Sabah yine ağzım kupkuru, dudaklarım çatlamış olarak uyanıyorum. “Viva Bolivia, Viva Türkiye” sesleri arasında alabildiğine bir beyazlığın içinde yol alıyoruz. Nice sonra “Salar De Uyuni”, yani Uyuni Tuz Gölü’nün ortasındaki adaya ulaşıyoruz. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen beyazlığın tam ortasındaki bu adanın adı “İnkahuasi”, yani “İnka Evi”. Adanın her yeri 5-6 metreye kadar uzanan dev kaktüslerle kaplı. Tuz gölünün beyazı, adanın kahverengi tonları, gökyüzünün bulutlu maviliğiyle birleşince muhteşem bir doğa göz kırpıyor her yerden. Niko, bu fotoğraf malzemesi karşısında, her usta fotoğrafçıda olması gerektiği gibi adeta çıldırıyor, ardı ardına basıyor deklanşöre, gerçekten de inanması zor bir yer burası. Niko ne zaman heyecanlansa anlıyorum ki, önemli bir fotoğraf karesi var, ben de taklit ediyorum hemen onu.

Augustine, bembeyaz dünyanın içinden ilerleyerek bizi adını gölden alan Uyuni şehrine götürüyor. Yolu nasıl kaybetmiyor, doğrusu anlamak imkânsız, her yer göz alabildiğine beyaz çünkü.
Uyuni, dünyanın en ilginç mezarlıklarından birine, Tren Mezarlığına ev sahipliği yapıyor. Yüzlerce buharlı lokomotif, vagon, tren eskisi, sessiz bir hüzün ve kaderine razı bir tevekkülle yanı başındaki Uyuni Tuz Gölüne bakarak geçmişini özlüyor. Kafasında o garip şapkası, bisikletiyle geçip giden bir Bolivya’lı, ne kadar da şaşırtıcı bir dünyanın temsilcisi gibi. Augustine, bizi otobüs terminaline bırakıp gidiyor. Bu, bütün geliri aylık 50 $ civarında olan 5 çocuklu yerliye hak etmiş bir saygıyla teşekkür edip, iyi bir bahşiş ve “iyi insanlar lan bu Türkler” hissiyatı ile uğurluyoruz.

Bu olağanüstü coğrafyaya yaptığım yolculuk, bugüne kadar görme fırsatı bulduğum 55 ülkedeki sayısız yolculuğun her birinde olduğu gibi bambaşka, yepyeni duygularla sona eriyor. Ama hani hep denir ya her birinin yeri ayrı diye, işte bu Bolivya’nın yeri de, apayrı. Bolivya, kendisini o beyaz atlı prensine saklamış sessiz bir güzel gibi; hem el değmemiş, hem davetkâr, hem de çok tehlikeli. Bolivya, keşfetmesi zor, ama keşfedince güzel sevgili.

Zaten en çok, kendini sevdirenden korkmalı.