Hoşgeldin Ey Yabancı !

BU BLOG ÖNCELİKLE, YOLDAN ÇIKMAYA MEYİLLİ AMA BU CESARETİ BULAMAYANLARI YÜREKLENDİRMEK VE DÜRTMEK İÇİN YAPILMIŞTIR !

2 Ocak 2011 Pazar

ŞİLİ’DEN BOLİVYA’YA, ATACAMA ÇÖLÜNDEN UYUNİ TUZ GÖLÜNE DOĞAÜSTÜ BİR COĞRAFYADA 3 ZORLU GÜN

“40’ından sonra 40 gün 40 Gece Güney Amerika” diyerek yollara düşen ekibimiz, bu kez Şili’den başlayarak kıtanın en az bilinen ülkesi Bolivya’yı keşfe çıkıyor. Ekibimiz derken aklınıza öyle çok sayıda insan gelmesin, ekip dediğin, Talat, Niko ve bendenizden oluşan topu topu 3 kişi.

Gitmeden önce o “iyi ki varsın internet amca”dan yaptığımız araştırmalar kısa ve öz şu bilgileri veriyor: Bolivya, Güney Amerika’nın neredeyse ortasında yer alıyor. Paraguay’la birlikte okyanuslara kıyısı olmayan 2 ülkeden biri. 8 milyon civarındaki nüfusunun çoğunluğunu İnka torunları olan yerlilerin oluşturduğu tek Güney Amerika ülkesi. Geçtiğimiz dönem tarihlerinde bir ilk olmak üzere Eva Morales adlı bir yerli Cumhurbaşkanlığına oturmuş.

İspanyol sömürgeciliği döneminde Yukarı Peru olarak adlandırılan ülke adını, Güney Amerika'yı İspanyol boyunduruğundan kurtaran Simon Bolivar'dan alıyor. Ülkemizde siyasi tartışmalarda sıkça kullanılan “Biz Latin Amerika ülkesi miyiz be? Muz Cumhuriyeti miyiz?” sözü sanırım Bolivya’dan esinlenerek söylenmiş; Ülke bağımsızlığını kazandığı 1825 yılından günümüze değin; 180’e yakın darbe (yazıyla yüzseksen!), 10’dan fazla anayasa ve 80 civarında cumhurbaşkanı görmüş. 6 cumhurbaşkanı görev başındayken öldürülmüş.

Bütün bu kısa ve öz bilgiler, aslında Bolivya’ya olan ilgimizi çekmeyi başarmıştı, kararlıydık, “ tüh yahu oralara kadar gittik de niye görmedik ki abi?” türü lakırdıların ileride yaşanmaması için “Bolivya” mutlaka görülmeliydi. Üstelik bu ülke bir başka yönüyle de beni şiddetle kendine çekiyordu, Bolivya, efsanevi devrimci Ernesto Che Guevara'nın tam da devrim hazırlığındayken CIA destekli Bolivya askerleri tarafından yakalanıp öldürüldüğü ülkeydi. İlla ki gidecek, öldürüldüğü yer olan La Higuera adlı köy görülecekti. Ama yaptığımız araştırmalara göre Şili ile Bolivya arasında öyle bir yer vardı ki, gören çok az sayıdaki gerçek gezgin, hani şu sırt çantalı, az paralı ama çok zamanlı gezgin, Bolivya’yı keşfetmeye buradan başlanmasını hararetle öneriyordu. Bırakın Türkiye’yi, dünya üzerindeki birçok gezginin bile henüz ayak basmadığı olağanüstü ve sıra dışı bir coğrafyadan, yerlere inen yıldızlardan, insansız onlarca kilometre genişliğindeki bir yabanıl alandan, göllerden, aktif volkanlardan, engin dağlardan söz ediyordu. Çok da düşünmedik, evet biz burayı öncelikle ve mutlaka görmeliydik.

Şili’deki Atacama Çölü üzerinden girecektik bu bölgeye ve Bolivya’ya. Çölün yanı başında kurulmuş San Pedro De Atacama adlı küçük kasabada bulduğumuz (o mu bizi bulmuştu yoksa?) Elgardo’yla hemen anlaştık. Elgardo, başka hiçbir aracın gidemeyeceği 4x4 bir Jeep ile Çölü ve Bolivya dağlarını aşarak bizi Bolivya’nın Uyuni adlı kasabasına ulaştıracaktı. Yolculuk, 3 gün sürecekti. Mütevazı yerlerde konaklama ve 3 öğün yemek de dahil olmak üzere kişi başı ödeyeceğimiz rakam, çok da sayılmazdı: 125 $

Bizim gibi birkaç kendini bilmez İspanyol, Hollandalı ve Fransız, gecenin kör bir vaktinde yola koyulduk. Zorlu ve zahmetli bir yolculuk olacağı konusunda uyarıldık Elgardo tarafından, çünkü 3 gün boyunca insansız hatta Lama’lar dışında canlı otun bile bitmediği çöllerden, engin dağlardan geçilecekti. Laf! Bunlar neydi ki, heyyyt be, biz 40’lı yaşların başındaki zıpkın gibi 3 delikanlıydık! (tabi ya, ne var?)

Gecenin sabaha yürüdüğü kör bir vakitte, henüz uyku mahmurluğu ve dünyanın en yüksek çölü olan 2500 metrelik Atacama Çölünün sersemletici soğuğu üzerimizdeyken koyuluyoruz yola. Aracımızda Felix adında bir İspanyol’la (o, ben bir Katalan’ım diyor), Marietta adlı hemşire bir Fransız kız da var. Şili sınırındaki anlamsız “her türlü yiyeceğin girişi de çıkışı da fena halde yasaktır birader” aramasını geçiştirip, Bolivya sınırına ilerliyoruz. Ama Bolivya sınırına ulaşmak pek de kolay değil, çünkü sınır 100 km uzakta! İnsansız ve zorlu coğrafyadan dolayı olacak, Şili, sınır kapısını gerçek sınırından 100 km geride, San Pedro De Atacama kasabasında kurmuş. 100 km.lik coğrafyada in-cin top oynuyor.

Bolivya sınırında bizi Holywood filmlerinden fırlamış gibi bir sınır kapısı karşılıyor. Otların uçuştuğu, küçücük hortumlar oluşturan tozlu rüzgârların estiği sınır kapısında, sakalları uzamış askerler karşılıyor bizi. Ama korkutucu bir ciddiyet yok havada, her halleriyle çölün ortasında kalmaktan ve sıkıntıdan patlamış ama yüzleri güleç birkaç askerin minik kulübesinde, basılıyor damgalar, Bolivya’ya giriveriyoruz. Biz Türkler alışkın değiliz öyle sorgusuz sualsiz, vizesiz, üstelik sıra beklemeden zartt diye bir ülkeye girmeye, her şey tamam mı yani, emin misin Komutan? “Buyurun geçin” diyor gülümseyerek, yüzbaşı rütbesinde olduğunu tahmin ettiğim subay. Sarılıp öpesimiz var, onun yerine eller omuzlarda, “40 yıllık asker arkadaşı” pozu verip fotoğraf çektiriyoruz.

Çölün ortasındaki bu minik kulübede tuvalet bile yok, kulübeye 100 metre uzaklıktaki hurda bir otobüsün arkası ne güne duruyor? İhtiyaç hasıl olduğunda, kızlar ve erkekler ayrı ayrı ama birbirlerini kollayarak sırayla rahatlayıp geliyorlar.

Çöl üstünde yükselirken güneş, yola koyuluyoruz yeniden. Her kilometrede biraz daha yükseliyoruz, malum dünyanın en yüksek coğrafyalarından birindeyiz. “Rujumuzu unutmayalım, sürelim kızlar” diyorum, gülüşerek sırayla sürüyoruz dudak nemlendiricisini. Yükseklerde dudak çatlamalarına karşı önlem alınmalı, yoksa yara-bereden konuşamaz hale gelebilir insan.

Kupkuru otların eşlik ettiği fonda yükselen dağlar, hemen yanı başımızda ilerleyen bulutlar, zaman ve mekân kavramını unutturuyor insana. Aracın sesine dönüp bakan Lama’lar da olmasa insan kendini bambaşka bir gezegende hissedecek. Şoförümüz Augustin, aynı zorlu coğrafyanın sessiz bir tanığı olarak can sıkıcı bir sakinlikle aracını sürüyor, “yok artık buradan da geçemez, kesin kalırız oğlum burada” dediğimiz yollardan, derelerden, vadilerden alışkanlıkla geçip gidiyor. Bu coğrafya, en çok sabretmeyi öğretiyor anlaşılan. Neşe içinde sürüyor yolculuğumuz, Talat bir ara, Augistine’e “Viva Türkiyeee” diye bağırtıyor. Arkasından kendisi bağırıyor : “ Vivaaa Şiliiii!” . Hepimiz gülmekten ölüyoruz, çünkü ne biz Şili’deyiz, ne de Augustine Şili’li. Augustine : “Senyor, Şili’de kalmış hala” diyor. Bu, zamanın olmadığı dünyanın tam ortasında, gayet Türk kahkahalarımız çınlatıyor ortalığı.

Bizim tüm şamatamıza rağmen sakinliğini kaybetmeyen Augustin’in yaptığı tek sıra dışı şey, Koka yapraklarından oluşan paketinden arada sırada uzanıp birkaç tanesini ağzına atması. Sessiz, işini iyi bilen, aslında yol olmayan yolları ezber etmiş, dayanıklı biri. Binlerce yıllık Güneş İmparatorluğu’nun soyundan gelen ve kendilerine zorla kabul ettirilmiş bir dili konuşan, soğuktan ve aynı zamanda güneşten kapkara yanmış bir İnka yerlisi. Yola çıkarken belli ki eşinin hazırlayıp cebine koyduğu “Coca” , Peru’yla birlikte bölgenin en önemli ürünü. Kokainin hammaddesi olan Koka yaprağının içindeki maddeler, İnka’lardan hatta daha öncesinden beri Güney Amerika’da yükseklik hastalığına ve yine yükseklikten dolayı oluşan baş ağrısına karşı kullanılan doğal, ucuz bir ilaç, üstelik insanı sakinleştiriyormuş. Zaten bu ülkede hiç kavga, gürültü görmüyorsunuz. Doğa, verdiği sıkıntının ilacını da yine kendisi veriyor diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Augustine, ilgilendiğimizi görünce gülerek “No kokain, Yes Koka” diyerek aradaki farkı bize anlatıyor, bu ülkelerde Koka yaprağı, bizdeki adaçayı gibi, legal ve serbestçe satılıyor, çoluk çocuk yediden yetmişe herkes Koka yaprağını çiğniyor ya da çayını içiyor. Koka’nın Kokain zehiri haline gelmesi için zaten bin türlü kimyasal işlemden geçmesi gerekiyormuş ve bölgedeki devletler de işi sıkı takip ediyorlarmış.

Yükseldikçe yükseliyoruz. Dünyanın en yüksek dağlarından biri olan 6542 metrelik Nevado Sajama, yol boyunca bize eşlik ediyor. Nevado Sajama, dünyanın en aktif volkanlarından biri aynı zamanda. Biz oradan geçerken patladığını düşünerek ürperiyorum. Koskoca çölün ortasında yükseliveren bu devasa gücün önünde şaşkınım. Apartmanlarla kuşatılmış, iş çıkışı cafeleriyle renklendirilmeye uğraşılan tekdüze hayatlarımızdan ne kadar da uzaktayım. İnsan doğayla iç içe olunca, onun gücüne daha çok saygı duyuyor. Niko’da, Talat’ta kendi iç dünyalarına çekilmiş şu sıra, “başka bir gezegendeymişçesine” etrafı izliyor. Dali’nin resimlerinden fırlamış gibi bir doğaüstülük var sanki ama tam tersi doğanın kendisi bu işte, bizim avlulara sıkıştırdığımız 3 metrelik gökyüzü değil, gerçek “Tabiat Ana”. Rüzgârın, Niko’nun fotoğraf makinesinin ve aracımızın sesi dışında duyduğum tek ses işte bu ses: Doğaya olan hayranlığımızın ve şaşkınlığımızın gür sesi. Ne kadar da ufacık, ne kadar da kopuğuz aslımızdan. O küçücük insan yavaş yavaş da olsa kendi elleriyle nasıl yok etmeyi başarabiliyor bu milyarlarca yıllık döngüyü?

Akşamüstü, 4500 metrede büyük bir tuz gölü olan ‘Laguna Colorado’ya yakın kulübemize varıyoruz. Burada konaklayacağız. Bölgede yüzlerce irili ufaklı tuz gölü var. Bu lagün de bölgedeki diğer lagünler gibi yoğun flamingo kolonilerine ev sahipliği yapıyor. Niko’yla birlikte, tüm yorgunluğumuza rağmen akşam güneşinin etkileyici ışığında, Flamingoları fotoğraflamak üzere lagüne gitmeye karar veriyoruz. Aldığımız yükseklik haplarına rağmen başım ağrıyor. Dudaklarımız, sık sık sürdüğümüz nemlendiriciye rağmen çatlamış. Yine de önümüzdeki görüntü o denli etkileyici ki, anlatması zor. Önde lamalar, suyun içinde ve havada başta flamingolar olmak üzere çeşit çeşit kuş, her biri birbirinden farklı daha önce hiç duymadığımız ve muhtemelen bir daha da duyamayacağımız bir kuş senfonisi… Güneşin kaybolması ve sıcaklığın aniden düşmesine, hemen arkasından da fırtınaya yakın bir rüzgâr çıkmasına kadar yüzlerce flamingo fotoğrafı çekiyoruz. Yorgun, uykusuz ve çok açız. Bir de şu lanet baş ağrısı.

Kulübemize dönüyoruz. Odalarımız 7’şer kişilik. Herkes bir yatağa atıyor kendini. Şarlo’nunkine benzer komik şapkalı Bolivya’lı 2 yerli kadın yemekleri hazırlıyor. Aceleyle yenen sebze çorbası - makarna- kola- koka çayı menüsünden sonra fotoğraf makinelerini şarj edebilmek için elektriği bekliyoruz. Bu dağ başında elektrik tabi ki yok ve sadece akşamları hava karardıktan sonra jeneratör marifetiyle ve sadece 2 saatliğine sağlanıyor. Şarjı takıp yataklara atıyoruz kendimizi. Yükseklikten dolayı nefes nefeseyiz. En ufak bir hareket bile yorgun bırakıyor herkesi. Talat, banyodan ter içinde geliyor. “Traş mı oldum, biriyle kavga mı ettim anlamadım” diyor. Kahkahalarla gülüyoruz. Güzel ülkemin yüksek dağlarına çıkmışlığım var, ama buradaki yükseklik kelimenin gerçek anlamıyla nefes kesiyor.

Gece sıkıntıyla ve nefes nefese uyanıyorum, burnum tıkalı, üstümdeki kalın yorgan ve 2 battaniyeye rağmen donuyorum. Tamam diyorum kendi kendime, şimdi hapı yuttum, fena halde hastalanıyorum. Ben hayatım boyunca böyle üşüdüğümü hatırlamıyorum. O sırada Talat yatağında sıkıntıyla dönüyor, “ Sen de uyuyamadın galiba “ deyince “donuyorum” diyor. Biraz rahatlıyorum, en azından yalnız değilmişim, yani üşümem hastalıktan değil, soğuktanmış. “Ben de Talo’cum ben de” diyorum. Bir tülü nefes alamıyorum, rahat nefes almak için burnumu çıkarsam donuyorum, yorganı örtsem üstüme bu kez nefes almakta zorlanıyorum. Niko Guido, fotoğrafın büyücüsü, ustam, derin derin nefes alıyor, yattığım yerden yüzünü göremiyorum ama biliyorum ki bugün çektiği yüzlerce müthiş fotoğraftan sonra yüzünde gülümseme, yüreğinde iç huzuruyla uyuyor. Gece, tüm yorgunluğuma rağmen uzuyor da uzuyor.

Zor edilen bir sabah sonrası yorgunluğa ve az uykuya rağmen, oldukça dinç kalkıyorum. Bu da bir başka ödülü bu coğrafyanın. Yine yorucu geçecek bir başka güzel gün başlıyor, Bolivya dağlarında. Ah, idealist Kumandan Che, bu topraklar mı aldı seni, bu gökyüzüne mi uyandın son kez? Güneş tepede, hava yükseklikten dolayı serin. Laguna Colorado’nun ardından ilerlemeye devam ediyoruz. Her bir tepenin ardı bir başka çarpıcı güzellik. İnsanlardan ve medeniyetten uzaklaştıkça kendini gösteren yabanıl doğa, tarife gelmez nitelikte. Birbiri ardına gelen tuz gölleri, sayıları artan ve çeşitlenen Lama’lar, Flamingo ve kuş sürüleri, gökyüzünün yere değdiği, bulutların dağlarla kucaklaştığı, sessiz ama dinlemesini bilen için bir o kadar da geveze bir coğrafya. Laguna Blanca, Laguna Verde, Laguna Hondaya, Laguna Lota…

Fotoğraf çekmeyen bir kişi için can sıkacak kadar sık arabayı durdurmamıza rağmen, (kim bilir belki de Koka yaprağından) sabır abidesi şoförümüz Augustine’in hiç sesi çıkmıyor. Bir dere yatağının içinden geçiyoruz, aniden önümüzde beliren ‘anne Lama’ ile yavrusu gözlerini dikmiş bize bakıyorlar. Deklanşörlerimizin sesine rağmen bakmaya da devam ediyorlar. Belki de bu yabanıl ve uzak dağlarda rastladıkları ilk insan bizleriz. Onlar şaşkın, biz şaşkın. Nice sonra onlar uzaklaşırken bir ‘biskaçya’ görüyoruz. ‘Biskaçya’ da ne? Biskaçya”, fare-tavşan arası bir hayvan(mış). Dik dik bakıyor bize. Ne bakıyorsun abi ya? Çatır çutur onu da fotoğraflıyoruz. Niko, “harika, çok güzel” deyip duruyor Biskaçya abiye, abi bizi ciddiye alıp cevap vermiyor ama fotoğraflamamızın karşılığı olarak biz ona seve seve domates armağan ediyoruz.

12 saat süren yolculuk esnasında hiç yorgunluk emaresi göstermeyen Augustine’le, Katalan Felix, Fransız Marietta, Üstat Niko, Viva Talat ve bendenizden oluşan ekimizin yolculuğu, dünyanın en büyük Tuz Gölü olan Salar De Uyuni’nin hemen kenarındaki tuzdan yapılma otelimizde sona eriyor. Evet, Hotel Del Sol, yani Güneş Oteli, duvarlarıyla, masalarıyla, hatta sandalyeleriyle tamamen ‘Tuz’dan imal edilmiş. Dünyanın bu en yüksekteki ve en büyük Tuz Gölü, bembeyaz düşlere açıyor kapımızı. Tuzdan yapılma otelimizin tuzdan yapılma penceresinden baktığımda gördüğüm tek şey, önümde alabildiğine uzanan tuzdan bir beyazlık. Görünen tek şey, o. Beyaz, beyaz, beyaz… Gökle yer sanki birleşmiş. İnsan kendini koca bir sonsuzlukta kaybolmuş gibi hissediyor, yön duygusunu, mekân duygusunu ve hatta zamanı unutuyor. Son günümüz işte bu önümüzde alabildiğine uzanan gölde geçecek.

Güneşin kaybolmasıyla birlikte hava artık alışageldiğimiz biçimde aniden soğuyor, akşamüstü hafif esen rüzgâr, giderek fırtınaya dönüşüyor. Bu coğrafyada gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı inanılmaz.

Akşam, yemek sonrası, esen sert rüzgâra rağmen dışarı çıkıyorum. Bizi çevreleyen 100 km. mesafe içindeki tek insan grubu belki de biziz. Ne bir köy var buralarda, ne de başka bir yerleşim. Zaten bir şey yetişmiyor bölgede, su da yok. Başımı kaldırıyorum, gökyüzü alabildiğine yakın, yıldızlar kucağımda. Hayatımda hiç bu kadar yakın hissetmemiştim kendimi evrene, sonsuzluğa. Milyonlarca yıldız akıyor başımdan aşağı. Karanlık mı? Ay yok, ama yıldızlar boyuyor yeryüzünü. Benim binlerce kilometre ötedeki o eşsiz ülkemde de yıldızlar güzel görünür ama gökyüzündedir, burada hepsi kucağımda sanki, uzansam dokunacağım neredeyse.

Gece Felix’le paylaşıyoruz aynı odayı. Horlayan Felix’i birkaç kez uyandırıyorum, o da beni. Sabah yine ağzım kupkuru, dudaklarım çatlamış olarak uyanıyorum. “Viva Bolivia, Viva Türkiye” sesleri arasında alabildiğine bir beyazlığın içinde yol alıyoruz. Nice sonra “Salar De Uyuni”, yani Uyuni Tuz Gölü’nün ortasındaki adaya ulaşıyoruz. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen beyazlığın tam ortasındaki bu adanın adı “İnkahuasi”, yani “İnka Evi”. Adanın her yeri 5-6 metreye kadar uzanan dev kaktüslerle kaplı. Tuz gölünün beyazı, adanın kahverengi tonları, gökyüzünün bulutlu maviliğiyle birleşince muhteşem bir doğa göz kırpıyor her yerden. Niko, bu fotoğraf malzemesi karşısında, her usta fotoğrafçıda olması gerektiği gibi adeta çıldırıyor, ardı ardına basıyor deklanşöre, gerçekten de inanması zor bir yer burası. Niko ne zaman heyecanlansa anlıyorum ki, önemli bir fotoğraf karesi var, ben de taklit ediyorum hemen onu.

Augustine, bembeyaz dünyanın içinden ilerleyerek bizi adını gölden alan Uyuni şehrine götürüyor. Yolu nasıl kaybetmiyor, doğrusu anlamak imkânsız, her yer göz alabildiğine beyaz çünkü.
Uyuni, dünyanın en ilginç mezarlıklarından birine, Tren Mezarlığına ev sahipliği yapıyor. Yüzlerce buharlı lokomotif, vagon, tren eskisi, sessiz bir hüzün ve kaderine razı bir tevekkülle yanı başındaki Uyuni Tuz Gölüne bakarak geçmişini özlüyor. Kafasında o garip şapkası, bisikletiyle geçip giden bir Bolivya’lı, ne kadar da şaşırtıcı bir dünyanın temsilcisi gibi. Augustine, bizi otobüs terminaline bırakıp gidiyor. Bu, bütün geliri aylık 50 $ civarında olan 5 çocuklu yerliye hak etmiş bir saygıyla teşekkür edip, iyi bir bahşiş ve “iyi insanlar lan bu Türkler” hissiyatı ile uğurluyoruz.

Bu olağanüstü coğrafyaya yaptığım yolculuk, bugüne kadar görme fırsatı bulduğum 55 ülkedeki sayısız yolculuğun her birinde olduğu gibi bambaşka, yepyeni duygularla sona eriyor. Ama hani hep denir ya her birinin yeri ayrı diye, işte bu Bolivya’nın yeri de, apayrı. Bolivya, kendisini o beyaz atlı prensine saklamış sessiz bir güzel gibi; hem el değmemiş, hem davetkâr, hem de çok tehlikeli. Bolivya, keşfetmesi zor, ama keşfedince güzel sevgili.

Zaten en çok, kendini sevdirenden korkmalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder