Hoşgeldin Ey Yabancı !

BU BLOG ÖNCELİKLE, YOLDAN ÇIKMAYA MEYİLLİ AMA BU CESARETİ BULAMAYANLARI YÜREKLENDİRMEK VE DÜRTMEK İÇİN YAPILMIŞTIR !

13 Kasım 2009 Cuma

Bir Düş Ülkesi: Hindistan - 2

10.03, Cuma, Goa, 5.Gün

Sabah yine müthiş tostumu ve çayımı söylüyorum, yanımızda Türkiye’den gelen nevaleden kalan son kırıntılar: mini paketlerde zeytin ezmesi, reçel. Restoranın bir köşesinde “Ayuverda Massage” yapılan bir baraka var. Tamam Türkiye’deyken de duymuşluğumuz var bunu ama delikanlıyı bozar deyip gitmemiştik tabi. Ayrıca ne ki birader bu? Barakaya giren çıkanları gördükçe merakım artıyor, neyim eksik benim, kafama koydum, ben de bir ara mutlaka bu Ayuverda masajından yaptıracağım : ) Bugünkü planımızda motosiklet kiralayıp yakın köyleri ve plajları dolaşmak var. Pazarlık yapıyor ve günlüğü motor başına 200 rupiye anlaşıyoruz (5$). Motorlara binip yola çıkıyoruz. Aslında Palolem denen bu cennetten ayrılmak akıllıca bir iş değil ama insan başka yerleri de merak ediyor. Hafif hafif atıştıran yağmur yerini giderek güneşe bırakıyor. Hindistan Cevizi ağaçlarıyla, sık bitki örtüsüyle kaplı köylerden geçiyoruz bir bir. Vietnam’a benzetiyorum buraları, bildiğimden değil, Vietnam’ı görmüşlüğüm yok, sadece çok fazla Amerikan filmi seyrettim : ) Çok zevkli, eğlenceli bir yolculuk. Bilmediğim topraklarda, bilmediğim insanlar arasında, bilinmeyenlerle dolu bir dünya. Aslında gezmek, seyahat etmek dışarıya yapılan bir yolculuk değil sadece, belki de tam tersi, insan kendi içine, kendine doğru yapıyor asıl yolculuğu, kendisini keşfediyor yolda, tanıyor. Özgürlük ne güzel! Seni bağlayan bütün o ‘şey’lerden uzakta kalabilmek çok var edici, güdüleyici. Motora gaz verdikçe motorla birlikte ben de açılıyorum. Heheeeyyytt ! Yaşamak ne güzel şey ulan! Köylerden geçiyoruz. Bir dağı tırmanırken hemen aşağıdaki vadide sık ağaçlar içinde gizlenmiş bir Hindu tapınağına rastlıyoruz. Dikkat etmedikçe fark etmek zor. Tapınağı gezmek için kırıyoruz motorları aşağıdaki dar patikaya doğru. Rahip buyur ediyor dostça. Etkileyici bir tapınak. İçerde kimsecikler yok. Girişte yine çanları çalıyoruz tek tek. Çanı çalmak, akustiği çok güzel olan bu tapınaklarda mistik doygunluğu ve huzuru arttırıyor. Ne denli boş işlerle, kalp kırgınlıkları ve gereksiz üzüntülerle ruhumuzu yoruyoruz ? Şu Rahibin ne tür bir stresi olabilir ki şu yeşillikler, su ve çan sesleri arasında? Rahip, özellikle Tanrı Şiva’yla, reenkarne olmuş hali Fil Tanrısının fotoğrafını çekmemi istiyor. İslam’da suretlerin yasak olmasına karşın, Hindistan’daki bu rahatlık ne büyük tezat? Bol bol fotoğraflıyorum Tanrıları, sağ olsunlar var olsunlar, çok yaşasınlar : ) Tapınaktan çıkıp motorlara atlıyoruz ve basıyoruz gaza yeniden, çok sürmüyor, yol üstünde karşımıza birden ellerindeki davulları çalarak gelen bir köylü grubu çıkıveriyor. Meğer bugün Hindistan’ın ünlü Holy (boya) bayramı başlamış. 5 gün süren bu bayramda davullar çalınıyor, rengarenk giyiniliyor, geceleri fişekler, çatapatlar atılıyor, ama en önemlisi bayramın son günü herkes yüzünü gözünü boyayıp önüne gelene hani şu ünlü çıkmayan boyalardan fırlatıyormuş ! Ana caddeyi kapattık, davulcularla birlikte biz de oynuyoruz, gelen bekliyor : ) Hindistan’da hiçbir şey garip değil, zamandan bol bir şey yok, kimsenin acelesi olmadığı gibi, hiç kimse hiçbir şeye de kızmıyor, sinirlenmiyor, müthiş bir hoşgörü hüküm sürmekte her şeye karşı, nerdeyse “abi bunlar sinirlerini aldırmış” fikrine ereceğiz, o kadar yani. Davulculardan birinin davulunu almış 20-30 tane Hintlinin ortasında gümbede gümbede çalarken buluyorum kendimi bir ara, ne garip, hiçbir şey garip değil : ) Birkaç kilometre sonra büyükçe bir köyden geçerken, köy kilisesinin önünde büyük bir kalabalığa rast geliyoruz. Bir cenaze töreni. Bando hüzünlü ezgiler çalıyor. Evet bando var törende. Motorları durdurup cenaze törenini izlemeye başlıyoruz. Ne yazık ki tören sona ermek üzere, cemaat yavaştan dağılıyor. Daha doğrusu dağıldığını sanıyoruz, oysa herkes mezarlığa kadar yolcu edecek bu Hintli ama inançlı Hristiyanı. Acılarına rağmen oldukça sıcak ve yakın davranıyorlar bize, törenin mezarlıkta devam edeceğini, oraya gittiklerini söyleyerek bizi de davet ediyorlar. Tören sırasında en önde yer alan bando, oldukça etkileyici, hüzünlü ezgiler çalıyor. Ölen kişi yörenin önemli rahiplerinden, o nedenle de tören oldukça kalabalık, anlaşılan sevilen de biriymiş. Tören ritüeli Latin üslubunda ve çok ilginç, hiç böyle bir tören görmemiştim bu güne kadar. Bir bando, Meksika’da geçen Western’lerde izlediğimiz cinsten (Ah Hollywood, sen nelere kadirsin!), altın renkli kocaman Haçlar taşıyan pelerinli rahiplerin hemen arkasından hüzünlü ezgiler çalarak geliyor. Cenazeyi taşıyan araç ise ölünün yakınlarıyla her iki yana dizilmiş cemaatin arasından geçerek ilerliyor, oldukça etkileyici. Buralardaki kiliseler tipik Akdeniz/Latin kilise biçiminde inşa edilmiş, bembeyaz çift kuleli, her kulesinde çanlarıyla sevimli bir mimarisi var. Törenin ritüelleri de aynı. Sanki Güney Amerika’da bir köydeyiz. Başsağlığı dileklerimizi bildirip yola devam ediyoruz. Dik bir uçuruma bakan kalenin surlarından turkuvaz renkli Hint Okyanusunu seyrediyoruz, Alanya Kalesine benziyor biraz. Kim bilir hangi savaşçı saatlerce baktı şu anda benim baktığım noktadan bu renkli uçsuz bucaksız denize? Hangi genç kız yolunu gözledi savaşa giden sevdalısının? Hangi ana oğlunu? Aşağıda görülen manzara inanılmaz, masmavi ve uçsuz bucaksız bir okyanusa bakmanın garipliği içindeyim, görünürde tek bir kara parçası yok. Yüzümü rüzgara ve okyanusa verip, muhtemelen Vasco De Gama’nın, ülkesi Portekiz’e doğru hasret, hüzün ve özlemle baktığı yerden bakmanın hazzıyla doluyum. Güneş yakıcı. Görüntü mükemmel. Ama Goa büyük. Yola devam etmeliyiz, görülecek ne de çok yer var? Motorlara binip gaz veriyoruz. Asfalt yollardan çıkıp toprak yollara giriyoruz. Kimi zaman bir köşeyi dönünce, kimi zaman bir tepeyi aşınca inanılmaz koylar, köyler karşılıyor bizi. Bir toprak yolun sonundaki uzun kumsalda mola veriyoruz. Burası Betül Kumsalı (Betul Beeach). Ancona yakınlarındaki bu kumsal (evet çok ilginç, Betul yazılıyor ve Betül deniyor) o kadar sakin, o kadar sessiz ki, plaja nazır ve Ege kasabalarının küçük meydanlarında bulunan çay bahçesi tadındaki lokantada bile kimse yok : ) Ne bir garson, ne bir çalışan, ne bir başka kimse. Turizm broşürlerinden fırlamış gibi, bir tarafta Hindistan Cevizi ağaçları, gölgesinde hamaklar, bir tarafta denizde dalga sesleri, altın bir kumsal… Sadece ilerde tek başına Batılı, üstsüz bir turist kız güneşleniyor, hepsi o kadar... Sessizlik, huzur.. Burada bin yıl kalabilirim sıkılmadan. Bu hissiyatımda turist kızın elbette hiç etkisi yok: ))) En az birkaç kilometrelik bu altın renkli sahilde şu kız dışında in yok cin yok. Bambu yapraklarıyla örtülmüş lokantada da, Hindistan cevizleriyle kaplı ormanın başlangıcındaki basit birkaç kulübede de öyle. İki ağaç arasına gerilmiş hamak, hafif esintide başıboş sallanıyor…Bütün tembelliğiyle gölgede yatan sıska köpek, biraz inançsız ama ‘belli mi olur, belki de yiyecek bulurum lan!’ fikriyatıyla isteksizce kalkıp etrafımızda dolaşarak kuyruk sallıyor. Huzur ve sessizlik. Hamağa uzanıyorum. Zafer’le “ Şimdi şu Hindistan Cevizleri düşüp kafamızı patlatıyormuş heh he” geyiği çeviriyoruz. Zafer birkaç poz fotoğrafımı çekiyor. Pişmiş kelle misali sırıtıyorum, çatlayacak işyerindeki çocuklar bunları görünce : ) Ekip dağılıyor, kimi etrafı keşfe çıkıyor, kimi uzanıyor bir ağaç gölgeliğine. Böyle bir kumsala gelip de denize girilmez mi hiç? Girilir. Var mı benimle gelen denize? Yok. Eh, siz bilirsiniz. Sabah sırt çantama aceleyle tıkıştırdığım mayomu alıp bikoşu duvarın ardında giyiyorum. Güneş altında iyice ısınan kumlar ayağımı yakıyor, koşarak ulaşıyorum denize. Atlıyorum suya ! Oh be ! Ohhh… Koca denizde bir başınayım. Evrende tek başına kalmışlığın hissi önce ürpertiyor, sonra haz veriyor tüm bedenime. Keşke yalnız kalsam şu an, herkes gitse ben kalsam, aklımı yitirsem, adımı, kim olduğumu, düşüneceğim bir işim, boğuşacağım müdürüm, evim, çoluğum çocuğum olmasa. Sonra çok saçma geliyor bu fikir, sesli sesli gülüyorum. Deli miyim neyim? Galiba evetttttt : ) Ölüm ne kadar da yakın şu an bana, ama ne garip hiç korkutucu değil. Neden böyle hissediyorum? Ne garip şu insanoğlu, korkuyu, sevinci, sevgiyi, nefreti birbiri ardına nasıl da yaşayabiliyor? Yüzüyor, yüzüyorum…Kendimi dinliyorum, hayır bel ağrım da kalmadı birkaç gündür. Kulaçlarım büyük bir aşkla, şevkle kavuşuyor turkuvaz-yeşil suya. Kesin bir aşk ilişkisi bu oğlum İsmail, sevişmek gibi, orgazm gibi be ! Çıkıyorum nice sonra. Ekip büyük bir tembellikle sağda solda geziniyor. Kimi uyuz sıska köpeği seviyor, kimi gölgede uzanmış. Saadet nedense motor kullanmayı öğrenmeye çalışıyor, bir tek onun gürültüsü var. Enteresan bir kız bu Saadet, Erzincan’da doğmuş büyümüş, sonra gidip büyük şehirde Hukuk okumuş, dönüp memleketinde avukatlık yapıyor. Çalışıyor, kazanıyor, sonra da Hindistan gibi, Suriye gibi ilk anda pek akla gelmeyecek yerleri geziyor. Saadet, sıcacık bir insan, otobüste, trende, yemek yerken hiç fark etmiyor, hemen yanındaki insanlarla sohbete başlıyor. Yabancı dili pek iyi değil, ama bunu sorun yapanlardan değil, tarzanca elleriyle falan hem de pek güzel anlaşıyor, yol sonunda mutlaka hediyeler, adresler verilip alınıyor tarafından : ) Ağız dolusu gülüyor, yüreği pamuk gibi Saadet’çiğimizin. En büyük hayali yemeklerini kendi yapmak şartıyla böyle uzak bir ülkede Türk Lokantası açmak. Adı gibi mutlu biri o. Kurulanıp biraz ısındıktan sonra ekibe “tam yerindeyiz yahu, hadi Yoga yapalım” diyorum. Elbette sevgili rehberimiz Zafer gösterecek, biz yapacağız., ustamız O. Önce isteksizce karşılıyor Zafer bu fikri, ona saçma gelmesi doğal, yıllarını vermiş Yoga’ya, doğu felsefesine, bizse sadece adını duymuşuz Yoga’nın, aramızda daha önce ne yapan var ne bilen. Önce mırın kırın ediyor, sonra birden canlanıyor Zafer, o gösteriyor, ekibin gönüllüleri olarak biz Saadet, Selda ve ben yapıyoruz. Daha doğrusu yapmaya çabalıyoruz. Kolları başımızın üstüne kavuşturup bir ayağımızı diğerinin üstüne çekip tek ayak üstünde dik durmalıyız. Ama bir türlü beceremeyip düşüyor, kahkahalar içinde kumda yuvarlanıyoruz. Biz beceremedikçe başka Yoga hareketlerine geçiyor Zafer. Ne kadar zormuş yahu: ) Dünyanın en kalabalık ülkelerinden biri olan Hindistan’da, şu birkaç kilometrekarelik bir alanda kimsecikler yok ve sadece bizim Türk kahkahalarımız çınlatıyor ortalığı. Artık yola çıkmalı. Zaman, öğleden sonrayı aşıp akşam üstüne döndü bile çoktan. Palolem’e dönmeliyiz. Geldiğimiz yol uzun, karanlıkta ve bilmediğimiz yollarda üstelik bir türlü alışamadığımız soldan işleyen bir trafikte geri dönmek kolay değil. Deniz havası da yavaş yavaş acıktırıyor herkesi. Oldukça yorucu geçen bir günün sonunda dönüş yoluna koyuluyoruz. Aslında keşfedilecek ne de çok yer kaldı, 1960’larda Amerika ve Avrupa’dan gelip buralara yerleşen “Çiçek Çocukları”nın el ürünlerini sattıkları Pazarı, Pazarın kurulduğu köyü bile göremedik. Ama üzülmek yok! Üzülmek sözcüğünün anlamını yitirmeyi öğrenmeliyim burada. “Keşke” dememeyi de. Keşke yapsaydım, keşke yapmasaydım, keşke gitseydim, keşke beklemeseydim, keşke düşünmeseydim bu kadar, keşke gücüm, keşke fırsatım, keşke zamanım varken, keşke yapabilecekken… toplayıp pılıyı pırtıyı, hatta neyi toplayacaksın ki, toplamadan be, ceketinle, üstünde o an ne varsa, olduğu kadarıyla, olmadığı kadarıyla…Çoluğu çocuğu, sevgiliyi, eşi, anayı babayı, işi gücü, müdürü arkadaşı, şu önümüzdeki bayramı, şu mobilyanın taksidini, şu arabanın, evin borcunu bitireyim de’leri, şu işe gireyim, şu evi alayım, şu kızla evleneyim, şu askerliği yapayım’ları, şu okul bitsin bir’leri, ama param yok, ama daha pasaport alamadım, ama ya oralarda başıma bir iş gelirse’leri…hepsini hepsini geride bırakıp yola çıkmak! Yola! Hemen! Şimdi ! Bir YERE gitmenin değil, sadece, yalnızca, bir tek, asıl, GİTMENİN önemli olduğu bir ruh halini yaşamak…Korkma, düşünme, üşenme, yola düş! Hiç de zor gelmiyor Küba’ya gitmek ya da Karadeniz’e, Ekvator’un sıfır noktasına ayak basmak ya da Nemrut Dağı’na tırmanmak… Yeni Zelanda’da koyunların peşine düşmek, Mardin’in dar sokaklarını arşınlamak, Peru’da And dağlarının doruklarına çıkmak, Van Gölünde yüzmek, Alaska’da Eskimo’yla balık tutmak, Manyas’ta kuşları gözlemek, İrlanda’da kıyıları döven dalgaları izlemek, ya da oturduğum şehrin şu hiç bilmediğim sokaklarını keşfetmek… hiç de zor değil evet. İstemek ! Yapabileceklerim, istememle orantılı. Gerçekten istemek en başta, yeterli. Her şeyi yapabilecekmişim gibi geliyor artık, acaba neden? Soldan işleyen trafikte yol alıyoruz. Dünyanın sadece bu köşesinde mi böyle, sanki güneş akşamın geç saatine kadar tepede kalıyor, sonra da aniden, 5 dakikada batıveriyor! Yine öyle oldu. Birden bire kararıyor hava. Motorumun ışık ayarı bozuk, kısalar tepeyi gösteriyor yol yerine, uzunların nereyi gösterdiğini ise Allah bilir! Dönüş yolunda hızla giden motorun üstündeyken akla gelmeyecek bir sorun yaşamaya başlıyoruz, havanın kararmasıyla ortaya çıkan envai çeşit sinek, uçan haşarat, gözüme giriyor, denemeden aldık motorun başlığını, takmadan attık arkaya sıcak diye, halt ettik, koca kafamıza girmiyor şimdi : ) Gözlüğümü taksam, ulan güneş gözlüğü bu, her yer kararıyor, zaten yollarda ışık filan hak getire, çıkarsam, sinekler hücum ediyor gözlerime kulaklarıma. Arada bir Zafer’le yan yana gelip konuşmaya uğraşıyor, yolları tarif ediyoruz birbirimize, “oradan değil buradan”, ağzımızı her açtığımızda ise sayısı meçhul sinek bu kez ağzımızdan içeri hamle yapıyor, nerde bir delik bulsalar giriyorlar tövbe estağfurullah : ) Araçların ve motorların zaten bozuk olan, olmasa dahi illa ki uzunlarla gitmeyi kafasına koymuş Hintlilerin kör edici farlarının ışığında yol almak zorundasın, aşağı tükürsen sakal, yukarıya zaten hiç tükürme! Kah gözlüğü takarak tamamen kör biçimde, kah çıkararak gözlerime dolan sinek kardeşlerle yakın ilişkimizi sürdürerek berdevam yola. Sinekleri kovmanın mümkünü yok, hız kazandığında binlercesi çarpıyor sana, tek elim gözlüğümde, yarı takıp yarı çıkararak kan ter içinde nihayet Palolem’e ulaşıyoruz. Palolem, sıcak dost, açıyor kucağını. Motorları teslim ettikten sonra nihayet yemeğe oturduk. Açlıktan gözümüz kararmış, dev gibi bir Tuna Balığı beğendik. Allah seni inandırsın, 1 metreye yakın boyu var, rahat 5-6 okka çeker, ekibin geri kalanı başka yemekler söylüyor, biz 3 kişi yiyeceğiz balığı. “Ne yapsak çok olmasın sakın bu?” diye kuşkusunu dile getiriyor önce Zafer, olanca sevecenliğimle “yeriz abicim, ne olacak şuncacık balıktan, koca koca adamlarız” cevabını verip pis pis bakıyorum Zafer’e. Cimri midir ne Allah Allah? Açız işte kardeşimmm! Balığın yanına ekmek niyetine bol miktarda Nan, ayrıca Dal, Thali, Pilau (Pilav), Cacık, Tanduri de söylüyoruz. (bir şeyler daha mı vardı ne?) Bak biz Türk’üz usta, keleğe gelmeyelim, turist işi olmasın, ne kadar ödeyeceğiz bu balığa ? El cevap: 500 Rupi.(11-12 $). Burası için fazla. Bizim içinse kişi başı 4 $= 6 YTL. Sesimizi çıkarmıyor ve kazıklanmanın keyfini yaşıyoruz : )Buz gibi bir bira açtırıyorum hemen. Aman aman aman, harika! Bunu okuyup da giden olursa, bak şuraya yazıyorum, Goa’da bir akşam vakti, Hint Okyanusuna karşı geçip de bir “Kingfisher” açtırıp içmez ise, iki elim yakasında olur ona göre : )Balık gelmeden dibi geliyor buz gibi biranın. Hımmm, enfesss.. Bir tane daha getir hele gardaşş.. Kendimi çok ! iyi hissediyorum, hatta bundan daha iyi olduğum zamanlar var mıydı, nelerdi diye düşünüyorum kendimce. Saçmalıyorum işte : )Her şey fotoğraflık burada. Makineni nereye çevirirsen orada çekmeye değer bir şey buluyorsun. O kadar fazla karşıtlık ve ilginçlik taşıyor ki bu ülke içinde, bir yerden sonra şaşkınlık ve şok yaşamaktan yorulmaya başlıyorsun. İlk günkü koku, mide bulantısı ve şaşkınlığın verdiği kaçma duygusu yerini keşfetme ve farklı olanı yaşama duygusuna bıraktı. Hindistan, içinde her noktası keşfe hazır dünyalar barındıran genç, taptaze, utangaç bir bakire sanki, ona dokunma, onu keşfetme heyecanı bile insanı yerinden zıplatıyor ! : ) Biramı yudumlayıp, bunları düşünürken birden, aniden, işte tam o an, sevdiğimi hissediyorum artık burayı, Hindistan! Uçsuz bucaksız özgürlüklerin ve keşiflerin ülkesi! Seviyorum be seni! Yemek sırasında olduğu gibi (daha doğrusu burada hep olduğu ve iyi ki olduğu gibi) yine elektrik kesiliyor. Palolem’de sahil boyunca yer alan birkaç bardan biri olan “10’s Planet”(10. Gezegen)’in masa ve sandalyeleri, diğerleri gibi deniz kıyısına kadar geniş bir alana yayılmış, Avustralyalısından Korelisine, İsveçlisinden Arjantinlisine dünyanın her tarafından gelmiş yüzlerce insan müziğe uyup dans ediyor. Herkes çoktan sarhoş olmuş. Ama sarhoşluk içkiden değil, hemen herkesin elinde esrarlı, mariunalı sigaralar, çeşitli uyuşturucular…Gençler ağırlıklı ama arada Çiçek Çocuklarından birine de rastlamak olası. 60’ına yaklaşmış, upuzun bembeyaz saçlarıyla hala 70’lerde yaşıyor gibiler. Esmer ama iyi giyimli biri, dut gibi olmuş, konuşamıyor, hatta ayakta duramıyor, bir elinde sigara, diğerinde rom şişesi, bize yaklaşıyor. o kadar uçmuş ki ne dediği anlaşılmıyor, Münih’te yaşayan bir Alman Çingenesiymiş. Şaşırıyorum, Almanya’da Çingene olduğunu duymamıştım. Oooo diyor, bu kez o daha büyük bir şaşkınlıkla Türk olduğumuzu öğrenince, “ben Türkleri çok severim, bir dolu arkadaşım var, ne işiniz var burada?”. Muhtemelen bir gay, oldukça da yapışık biri, “sigara”sı çok güzelmiş, uzatıyor, reddediyorum, ama denemek isteyenler de yok değil aramızda, biri alıp yakıyor sigarayı. Dikkatle bakıyoruz yüzüne. Hiçbir şey olmuyor. “Ya biz beceremedik içmeyi ya da kandırıldık, bunda bir şey yok” diyor meraklı arkadaş : ) Zor kurtuluyoruz hem esmer hem iyi giyimli hem Alman hem gay hem de yapışkan arkadaştan. Yürüyoruz sadece ay ışığının aydınlattığı kumsal boyunca. Dalga seslerine sohbetimizin sesi karışıyor. Giderek ortalık tenhalaşıyor. Saat kaç? Ooo, 03.50. Artık yatmalı. Bambu evlerimizdeki tahta yatak ne kadar da cazip şimdi. Gidip yatıyoruz. Sabah erkenden Goa Eyaletinin başkenti Panaji’ye gideceğiz. Yattıktan sonra bir süre uyku tutmuyor, elektrik kesik, ortalık zifiri karanlık, sadece denizin, kendi dilindeki hırçın konuşması duyuluyor. Dalgalar nerdeyse muhteşem sefillikteki kulübemin kapısına kadar vuruyor. Rüzgar, ufak camsız penceremden içeriye doluyor teklifsizce. İnce örtüyü çekiyorum iyice üstüme. Yan kulübedeki İsrailli sevgililerin sesleri de olmasa, koca evrende bir başıma olduğumu sanacağım nerdeyse. Gökçe’yle Deniz’i çok özlediğimi fark ediyorum birden, burnumda tütüyor çocuklar :(Sahi, gökyüzünde ne de çok yıldız varmış ?

-DEVAM EDECEK-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder