Hoşgeldin Ey Yabancı !

BU BLOG ÖNCELİKLE, YOLDAN ÇIKMAYA MEYİLLİ AMA BU CESARETİ BULAMAYANLARI YÜREKLENDİRMEK VE DÜRTMEK İÇİN YAPILMIŞTIR !

13 Kasım 2009 Cuma

Bir Düş Ülkesi Hindistan - 7

26.Mart, Pazar, Dharamsala/ Mc Leod Ganj, 21. Gün

Sabah, muhteşem Himalayalar’a karşı oturmuş, kahvaltımızı yapıyoruz. İnsan hayatı boyunca kaç kez böylesine bir manzara karşısında kahvaltı yapabilir ki? Dağların zirveleri bulutlu ama gökyüzü serin havaya rağmen alabildiğine mavi ve açık.
Hindistan’a geldiğimden beri ilk kez 9.30’a kadar uyumuşum. Dağ havası önce biraz baş ağrısı yaptı ama her şey o kadar güzel ki… Kendimi yine çokkkk iyi hissediyorum. Bu duyguyu Goa’dan sonra bir kez daha yaşıyorum. Burada ömrümün sonuna kadar yaşayabilirmişim gibi geliyor. Kahvaltıda Zafer’le, Kuzey Hindistan’ın doğa harikası Kullu-Manali bölgesine gidip gitmemeyi tartışıyoruz. Gidersek, yarın sabah yola çıkmalıyız. Hem yol uzak (250 km), hem Dalai Lama’yı daha görmedik, hem de burası çok güzel. Bir yandan gidelim istiyorum, ne kadar çok ve farklı yeri görürsek o kadar iyi, bir yandan da burayı bırakmak istemiyorum. Ama sonunda kalmak ağır basıyor. Zaten, Kızılderili şefin dediği gibi : “çok hızlı hareket ettik, biraz durmalıyız ki, ruhlarımız bize yetişsin” : )
Gittikçe uzayan ‘geç kahvaltı’ sonrasında, Dalai Lama’nın ders verdiği Tapınağa gidiyoruz. ‘Kutsal Majesteleri’, yılda sadece 5 gün halka açık olarak ders veriyor, dünyadaki güncel sorunlara ilişkin görüşlerini açıklıyor, bu yüzden konferansları yerli ve yabancı Budistlerden büyük ilgi görüyor.
Konuşma, 14.00 -16.00 arasında ve biz kalabalıktan dolayı oldukça geç içeri girebiliyoruz. Her yerde silahlı nöbetçiler var, kamera, cep telefonu ve diğer elektronik malzemelerin kullanımı yasak. Bizim de fotoğraf makinelerimiz alınıyor kapıda. 2 kat yukarı çıkıyoruz. Yüzlerce, binlerce insan yerlere, merdivenlere sıralanmış, her katta, duvarlara yerleştirilmiş televizyonların kapalı devre yayınından Kutsal Dalai Lama’yı dinliyor ve dua ediyor. Yabancı inananlar için kulaklıklardan simültane çeviri yapılıyor. Yabancı Budist sayısı hiç de az değil, özellikle Hollywood’ un ünlü aktörü Richard Gere’ in Budist olmasında sonra Batı’da Budizm’e olan ilgi katlanarak artmış.
Ve işte Dalai Lama, birkaç katlı binanın en üst katında, kalın camekanla korunan bir bölmede bağdaş kurmuş; Tibetçenin o ahenkli, melodik tınısıyla, sesinin tonunu kimi zaman arttırıp kimi zaman azaltarak heyecanla anlatıyor. Kendisine ulaşmak mümkün değil. Kalabalığı yarmayı başarsak bile bu bölüme geçişe izin verilmiyor. Malum, Tibet’in hem ruhani hem de siyasi lideri olan Dalai Lama Çin işgaline karşı şiddet içermeyen ama yoğun bir mücadele yürütüyor, bu nedenle Tibetli ve Hint muhafızlar tarafından oldukça sıkı korunuyor.
Dünyanın hemen her yerinden gelmiş Budistler gibi biz de merdiven kenarında bir boşluk bulup sıkışıyoruz.
Nice sonra ‘Kutsal Majesteleri’ (öyle hitap ediliyor kendisine) Dalai Lama’nın konuşması bitiyor. Rahipler ve korumalar hareketleniyor. Önce rengarenk giysileri, garip başlıkları ve ellerinde tütsülerle genç Budist rahipler, ardından mühim şahsiyetler oldukları her hallerinden belli yaşını başını almış Rahipler, hepsinin arkasından da Kutsal 14. Dalai Lama, yavaş adımlarla gülümseyerek önümüzden geçip gidiyor. Torununu parka gezmeye götüren sevimli bir ihtiyara benziyor. Merdiven kenarına oturmuş olmamız, büyük bir şans eseri Dalai Lama’yı görmemizi sağlıyor. Herkes gibi yanımızdan geçerken göğsümüzün önünde iki elimizi birbirine bitiştirip başımızı yere eğerek saygıya duruyoruz. ( Ben bunu bittabi kaçıramam, başımı hafif eğerken, gözlerimi ayırmadan geçişini izliyorum, değil mi ama, bir insanın hayatında kaç kez Dalai Lama yanından geçer ki? : )
Kutsal Dalai Lama ayrıldıktan sonra kalabalık inananlar, yavaşça, birbirlerini ezmeden, bağırıp çığırmadan, yüzlerde gülümseme ve belli ki yüreklerde rahatlama ile Tapınaktan ayrılıyor. Bu andan itibaren artık her şey serbest, Tapınağın her yerine girip çıkabiliyor, herkes gibi fotoğraf çekiyoruz. Hatta yüzlerce kişiye yemek hazırlayan mutfak bölümüne bile girip, aşçıların fotoğrafını çekiyoruz.
Gezerken Tapınağın içindeki ‘Ganjang’ Cafe’ye de uğruyoruz. Tibetli bir çocuk oldukça değişik, hoş kokulu bir makarna yiyor. Adı ‘Tukpa’. Bir Tibet yemeği. Aslında çok da acıkmamışken, bu kokusuyla ve görünüşüyle davetkar makarnadan yemeye karar veriyoruz.
Tukpa’ya makarna çorbası da denebilir; domates, biber, ıspanak ve lahana gibi sebzelerle zenginleştirilmiş; bol su ve bolca sarımsakla desteklenmiş. Çok da beklemeden geliyor makarna çorba-yemeğimiz. Muhteşem bir lezzet! Üstelik doymamak imkansız, öylesine kocaman bir tabakla geliyor ki! Zaten sarımsağın Tibetlilerin milli yiyeceği olduğu anlaşılıyor, bütün yemeklerinde kullanıyorlar. (Bunda sarımsağın, tansiyonu dengeleme özelliğinin bir payı olmalı, yükseklerde yaşayanlar için bunun önemi büyük).
Güzel. Hesap usta… Hesap geliyor. Kişi başı sadece 35 rupi ! (0,75 $). Dalai Lama’nın yaşadığı, Merkez Tapınağının olduğu, tek yemek yenecek yer olan cafedeki, bu lezzetli ve doyurucu yemeğin fiyatı 1 $’ dan az. Şayan-ı hayret : ) Gurme falan değilim, hatta bırak gurmeyi ‘haaa o mu, ne bulursa yer abi’ sınıfına girerim ama bu lezzeti herkes tatmalı. Bu yemeği Türkiye’ye dönüşte mutlaka yapmalıyım.
Akşamüstü internet cafeye girip 3 saat kadar oyalanıyoruz, 600 küsür mail birikmiş, haberlere bakınıyorum, değişen hiçbir şey yok, Akepe –türban- Cehepe- laiklik elden gidiyor- imefe – işsizlik patladı - borsa yine rekor kırdı haberleri… Borsa rekor kırıyor da benim cebimdeki para neden hızla eriyor o zaman? Her şey bıraktığım gibi, kapatıyorum haberleri.
Artık uyku vakti. Odalar buz gibi. Ama sıcak suyumuz akıyor. Duştan sonra artık dayanılmaz hale gelen kokuya son vermek için çoraplarımla birlikte bu kez spor ayakkabımı da yıkıyorum. Yarın, benim için basit ve fakat insanlık için yepyeni, kokusuz bir gün olacak! : )
Üstüme yorganı çekip, yatağıma uzanıyorum. Televizyonda, Hindistan’ın en iyi aktörü ve aktrisinin seçildiği bir töreni izliyorum, sunucu Hintçe konuşuyor, konuklardan kimi Hintçe, kimi İngilizce cevap veriyor, ne ilginç…
İçinden koca bir nehir geçen yoksul köyde, her türlü eziyete uğradığı halde sevdiğine bir türlü kavuşamayan, tiz sesiyle, her acıklı durumda insanın içini acıtan şarkılar söyleyen bir kadının danslı-şarkılı filmini seyrederken uyuyup kalıyorum.
Rüyamda mı filmde mi anlamıyorum, yanlışlıkla esas kadını kendi öz babası öldürüyor.

27.Mart, Pazartesi, Dharamsala/ Mc Leod Ganj, 22. Gün

Yine hafif bir baş ağrısı...
Aynada bana bakan şu surat berbat, tüm yakışıklılığımı alıp götürüyor kirli sakal, anında veda ediyorum ona : ) Traş olacağım ama Haritwar’dan aldığım traş kremi garip bir şey, köpürmeyen traş kremi olur mu yahu? Bu köpürmüyor işte. Ya Hintliler köpürmeyen traş kremi icat etmeyi başarmış ya da traş kremi diye aldığım şey traş kremi değil, henüz çözemediğim bambaşka bir işe yarıyor : ) Köpürmemesini geçtik, sakalı yumuşatmayı da başaramıyor, yüzüm yana yana traş oluyorum. Akşam yıkayıp astığım çoraplar tam kurumamış, hala hafif nemli ama çorap çok önemli değil, asıl önemlisi ayakkabım, o hala su içinde! En ufak bir giyme durumu söz konusu değil. Ne yapacağım şimdi? Dışarıda hava serin ama müthiş bir güneş var. Önce güneşe çıkartıp balkona bırakıyorum, sonra bunun nafile bir çaba olduğunu, kurumasının saatler alacağını idrak edip, kendimce dahiyane bir çözüm buluyorum; içine gazete kağıtlarını tıkıştırarak giyiyorum ayakkabıyı. Niyetim, kahvaltıda kurutmak.
Bu gün karlı dağlara doğru yürüyüş yapmaya karar veriyoruz. Tekrar giyiyorum yaş ayakkabıları. İçinde tıklım tışık gazete kağıtları. Herkes gülüyor bana, bu soğukta kurumayacağını akıl edemedim mi? Hayır, edemedim işte kardeşim…
Yürümeye başlıyoruz. Ne güzel bir doğa, kuş seslerinin dışında kesin bir sessizlik. Aslında kulak verince doğaya ilişkin bin bir türlü sesi duyabiliyorsun, sessizlik yerine büyük bir ses karmaşası var. Kuş ve böcek cıvıltıları, arada bir sertleşerek esen rüzgarın, ağaç dallarına çarparken çıkardığı ürkütücü sesler, uzaklardan bir yerden gelen maymun bağırışları, su şırıltıları… Birden bana sessizlik gibi gelen şeyin aslında kente ve uygarlığa ilişkin hiçbir sesin olmaması olduğunu anlıyorum. Araba yok, motor gürültüsü yok, uçak bile geçmiyor gökyüzünden buralarda. Eh, ne de olsa dünyanın damı denilen Himalaya Dağlarındayız.
Bir süre sonra bir Hindu köyüne ulaşıyoruz. Burada belli ki pek Tibetli yok, Şiva Tapınağı ve Hindular görünüyor sadece. Köyü hızla geçip dar bir vadiye giriyoruz. Muhteşem bir manzara. Vadinin dağ ile birleştiği yerden akan şelale... Şelalenin hemen üstünde karlı doruklarıyla yükselen Himalayalar… Tırmanmaya devam ediyoruz. O çok uzaklardaki şelale giderek yakınlaşıyor, büyüyor. Müthiş bir güzellik, dinginlik… Ses yok, insan yok. Tibetli Rahip ve öğrenciler, omuzlarını sararak bütün bedenlerini örten kalın kızıl giysileriyle, sadece bedenlerini değil ruhlarını da eğitebilmek için dağlarda dolaşıp duruyor. Köy ufacık kalıyor altımızda, yukarıdaki Şiva Tapınağına kadar çıkacağız. Ama yol sarplaşıyor, küçülüyor, dar bir patikada ilerliyoruz. Bir yanımız uçurum, diğer yanımız sarp kayalıklar.
Nice sonra bir çayevine geliyoruz. Dağ başında bir ufacık bir yer. İlginç bir yapı, sadece nehrin yuvarlaklaştırdığı taşlardan yapılmış. Buraya gelen misafirler de bu taşları desenlerle, resim ve yazılarla boyamışlar. Taşların altına bırakılmış kutu kutu boyalarla kimi, orak-çekiç çizmiş, kimi Şiva’yı resimlemiş, kimi Fil Tanrı Ganeşa’yı. Bir İspanyol belli ki, İspanya haritasını yapmış masmavi boyayla, kimisi de kendi adını kazımış taşlara. Biz de büyücek bir taşa, kırmızı boyayla ay-yıldız yapıp diğerlerinin arasına, mavi renkli Yunan bayrağının yanına yerleştiriyoruz. Pek güzel görünüyor. Vatanım, Anadolum, sen ne vazgeçilmezsin : )
Çay evinin etrafına dikilmiş otları gösteriyor Zafer, hepsi uyuşturucu otlarmış, ben de süs bitkisi sanmıştım. Zaten köşede beride tek tük gözleri hafiften kaymış ot içenler görülüyor. Orada biraz daha oyalanıp dönüşe geçiyoruz. Dağlarda rengarenk ama tek tip giysileriyle gezinen Budist Rahiplere rastlıyoruz. Aşağıdaki köyden geçerken, fotoğrafını çektiğim genç Hindu kızı tüm gençliği ve dişiliğiyle kıkırdıyor. Elindeki rüzgar gülüyle ne kadar da başka bir dünyanın insan…
Mc Leod Ganj’a yaklaşırken sağanak yağmur bastırıyor. Dün gece keşfettiğimiz İtalyan lokantasına gidiyoruz. Önce sebze çorbası. Ardından, yanında mozarella peyniri ve domatesten oluşan salatasıyla birlikte sarımsaklı, acılı, domates soslu ve sebzeli makarna… Gerçekten nefis.
Bu adamlar bu işi iyi biliyor. Çıkışta uğradığımız içki dükkanından viski alıp odalara çekiliyoruz. Isınmanın başka yolu yok, anlaşıldı. İçelim güzelleşelim abiler !
Televizyonda, başında komik ve süslü bir şapka taşıyan Hintli Kemal Sunal amcanın müzikli danslı komedisi var. Film değil ama dansları çok komik : ) Kanal değiştiriyorum ama şansa bak, her kanalda film var (zaten 3 tane kanal çekiyor), hepsi de birbirinden güzel : )
Serin bir Dharamsala akşamında, balkondan, zirvelerinin karlı ve bulutlu olduğunu bildiğim ama göremediğim karanlık ve muhteşem Himalaya’ları içime çekiyorum. ‘O an’lardan biri bu.
Viski içimi ısıtıyor. Himalayalar, kanımı donduruyor.

28.Mart, Salı, Dharamsala/ Mc Leod Ganj, 23. Gün

Soğuk ve karanlıktı gece. Eski zamanları anlatan romanların girişi gibi oldu :) Viskiye ve 3 battaniyeyi üstüme örtmeme rağmen, yine de üşümüşüm. Dharamsala’da son günümüz.
Yine dağlara, bu kez başka yollardan tırmanıyoruz. Yükseldikçe serinlik artıyor. Güneş parlak. Yürüdükçe vadiler uzanıyor önümüzde, sık ağaçlar, ağaçlar içinde bir görünüp bir kaybolan maymunlar. Tepelerin ve sık ağaçların arasında kuş seslerinin ve bulutların çevirdiği bir virajı döndükten sonra bir Yoga Merkezine varıyoruz. Burada birinci kural, sessizlik. Kilitli hiçbir kapının olmadığı merkeze girdikten sonra konuşmak yasak. Çok gerekliyse yazarak anlaşıyorlarmış. Kendini dinleme ve bulmanın önemli bir yolu da bu.
İçerde kimsecikler yok. Sanki terkedilmiş gibi. Sonradan öğrendiğimize göre herkes Dalai Lama’yı görmeye, dersini dinlemeye gitmiş. İnanılmaz bir sessizlik ve huzur. Ve yine hayatımda daha önce hiç görmediğim, hiç yaşamadığım bir şeyi daha yaşıyorum : Havada binlerce, on binlerce kelebek… Rengarenk, küçüklü büyüklü, çeşit çeşit, binlercesi uçuşuyor. Vadi, kelebeklerden görünmüyor nerdeyse. Ormandaki bu huzur beldesi, cennetten bir köşe.
Aşağıya doğru inişte başka bir yolu kullanıyoruz ve kayboluyoruz önce. Sonra tesadüfen yolu bularak köye kadar iniyoruz. Kutsal Majesteleri konuşmasının sonuna gelmiş. Kutsal Tibet topraklarını anarak ve dünyada barış isteyerek dualarla bitiriyor. Bir boşluk bulup biz de duaya katılıyoruz. Şaka maka derken Budist olup çıkacağız bu mistik ortamda. Allahtan imanımız, inancımız çok güçlü de sarsılmıyor : ) Konuşma sonrası bu kez dışarı çıkmıyor Dalai Lama. Biz de diğerleri gibi bir süre bekledikten sonra Majestelerini göremeyeceğimize kanaat getirip, ‘Ganganj Cafe’ye giderek yine ‘Tukpa’ istiyoruz. Aynı muhteşem lezzeti bu kez bademli kekle süslüyoruz. Hesap yine göz kamaştırıcı. Kişi başı 55 rupi ( 1,5 $).
Dharamsala’ya veda etme zamanı geldi artık. Delhi’ye geçeceğiz. Dönüş için kimse o rezil otobüse binmeyi önermiyor bile, en azından, kulakları çınlasın Ayhan Işık abi’nin beynimizin ırzına geçen kornası olmadan yaşayacağımız bir yolculuk olsun diye bir taksiyle kişi başı 7 $’a anlaşıyoruz. Bizi Patankot’a kadar götürecek.
Tam saatinde geliyor Anjun. Anjun, genç şoförümüz. Raslantı bu ya, bir önceki yıl da Türkleri taşımış ve onlardan her nasılsa ‘hergele’ sözcüğünü kapmış, ‘hergele’ aşağı, ‘hergele’ yukarı : ) Bangır bangır müzik eşliğinde ve elbette yine kelle koltukta Patankot’a varıyoruz. Bir kere yol kötü. İşim nedeniyle de çok gezen, uzun yıllar boyunca Anadolu’nun en ücra köylerine kadar giden biriyim, bu nedenle ben kötü diyorsam gerçekten kötüdür : ) İkinci olarak da Anjun, arabayı çok sert kullanıyor. Ani frenler, gereksiz hız vermeler, virajlarda sollamalar… Üstelik bu Hintliler nedense arabanın ışıklarını -sanki yakınca far vergisi alınıyormuş gibi- zifiri karanlık çökünceye kadar açmıyorlar. Açtıkları zamansa uzunlarla gidiliyor. Zaten yol ters, soldan işliyor, bir de sollarken selektör yapıyorlar, ama bu da ters, yani uzunlardan kısaya geçip sonra yeniden uzunlara dönülüyor. Adamların her şeyi ters kardeşim : )
Lokomotiften sonraki ilk vagondayız, makinist de sanırım kamyon şoförlüğünden geçmiş, eli devamlı kornada. Bakalım nasıl uyuyacağız bu gece ? 29.Mart.2006, Çarşamba, Yeni Delhi, 24. Gün
Delhi’de turistlerin yoğun olarak bulunduğu ve tren istasyonunun hemen yanındaki Pahar Ganj bölgesinde konaklıyoruz yine. Trafik, gocumanaman. Bu trafiğe yoğun demek yetersiz kalır, onun için uydurdum gocumanaman’ı : ) Öyle felaket bir şey. Daracık sokaklarda, bisikletli ve motorlu rikşacılar, van türü araçlar, motorlar ve bisikletliler, inekler ve köpekler ve daha bilumum hayvan-insan çeşidi bir arada. “The Spot” ta yer yokmuş, yeni otelimiz hayvan ve insan yığınlarının yolları kapattığı, açık hava tuvaletlerinin hemen onundaki yolun üstünde. Berbat bir yer, üstelik 2 kişi 300 rupi(7 $).
Akşam yakınlardaki otelin lokantasında, 'Calleononi' adını taşıyan bir vejetaryen krep keşfediyoruz. Bedeni ve ruhu, farklı tatlara, lezzetlere açmak çok güzel.
Günlerin geçişi ne kadar da hızlandı. Yarın Hindistan’daki son günümüz.

30.Mart, Perşembe, Yeni Delhi, 25. Gün

Çüş. Sabah 10’a kadar uyumuşum : ) Aslında sıcak da bir geceydi. Kahvaltı sonrası çarşıya pazara veriyoruz kendimizi. ‘Janpat Pazar’ ve ‘Polikar Pazar’ denilen pazarlar hem yakın mesafede hem de çok ve değişik ürünler içeriyor, giysiden müziğe, hediyelikten yiyeceğe kadar. Bu gün alışveriş günü. Pazarlar yakın mesafede ve bolca çeşit içeriyor. Çok hoş bayan kemerleri var, genellikle 100 rupi (2,5 $) istiyorlar tanesine, eğer 50 rupiye verirlerse 100’er tane alıp Türkiye’de satabileceğimi söylüyor Zafer. Aklıma yatıyor, neden olmasın, masrafların bir kısmı çıksa fena mı olur? Ama Nuh diyor Peygamber demiyor, adedini 80 rupiden aşağı inmiyor satıcılar. Vazgeçiyorum. Zaten hayatta beceremedim şu ticaret işini.
‘O ne güzel şey’, ‘şunun renkleri ne hoş’, ‘bu ne kadar ucuz’ derken sokak ve dükkanlarda akşamı ediyoruz sonunda. Otele dönünce, sabah bizi alana götürecek bir taksi ayarlıyoruz. Gece midem yanıp duruyor, ilk kez acılı Hint yemeği dokunuyor. Televizyonda o pek ünlü Hint filmlerinden biri. Köylerinde birbirine aşık 2 genç, her nedense bir türlü birbirlerine kavuşamıyor. Her iki tarafın da anne-babası bu evliliğe karşı. Filmin Turgut Özatay'ı da her türlü kötülüğü yapıyor gençlere. Sonunda dayanamayıp filmi kapatıncaya kadar adamın başına gelmedik kalmıyor, dayak yiyor, yerlerde sürülüyor, kör oluyor(vallahi de billahi de), deliriyor, uğruna her türlü kötülüğe göğüs gerdiği kız da ölüyor mu sana, felaket felaket üstüne, acayip melodram. İşin komik tarafı, genç adamı oynayan zat, bizim Ümit Besen’li, Ferdi Tayfur’lu filmlerimizdeki gibi bir şarkıcı olmalı, çünkü adam hem genç değil, hem beceriksizce dans ediyor, hem de görülesi ve ders alınası bir çirkinliğe sahip. “Ulan bu adamın neresine aşık olunur ki ” hissiyatıyla haykırmak istiyor, kendini zor tutuyorsun. Hani insan nerdeyse adamın bütün bu eziyetleri çirkinliğinden dolayı yaşadığını sanacak. Son gece yarı uykulu-yarı uyanık geçip gidiyor. Sabah uçağı ile bu büyülü ülkeye veda edeceğiz.

31.Mart, Cuma, Yeni Delhi, 26.Gün

Hindistan semalarında, şu son 1 ayda geçirdiğim zamanı ve yaşananları düşünüyorum. Bu ülkede en baştan beri beni şaşırtan ya da düşündüren şeyleri not düştüğüm defterimi açıyorum.

— Mutlaka tren yolculukları yapılmalı bu ülkede. Yol boyu manzara özellikle sabahları çok ilginç ve çok komik bir yabancı için, yüzlerce insan raylar boyunca sıralanıyor, trenlere bakarak bir yandan ellerindeki fırçayla dişlerini fırçalarken diğer yandan da hacetlerini gideriyorlar. Belki çadırda yaşıyor, belki bir naylonla kapatmış üstünü, belki o bile yok, ama bu insanların ellerinde mutlaka bir diş fırçası var, ne garip!
— Bir de 'Pan' dedikleri vaz geçilemeyen ulusal bir yiyecekleri var, aslında yiyecek de sayılmaz pek, şeker gibi emilen, ama tatlı olmayan, birçoğunun içinde uyuşturucu otların da olduğu bir ‘şey’ bu. Bütün erkekler bu panı kullanıyor ve hemen her sokakta, köyde, kentte pan dükkanları var. Tanesi 1 rupi veya daha az, dolayısıyla ucuz olduğundan kullanımı da yaygın. Çeşitli otlar ve baharatlar bir karışım halinde tütün yaprağına sarılıyor, tek bir lokma haline getiriliyor, ağza atılıp emiliyor, ama kesinlikle yutulmuyor, bütün bir Hindistan’ı kırmızıya boyaacak denli yerlere tükürülüyor. Her yer, gezdiğimiz sarayların duvarları bile Pan kırmızısı.
— Söz açılmışken yemeklerden de söz edelim. Hindistan, et ve et çeşitlerinin ancak çok aranarak bulunabileceği bir ülke. Nerdeyse hiç yok. Bizim gibi ana yiyecek maddesi köfte, döner ve et çeşitleri olan bir millet için çok enteresan bir yer. Bütün lokantalar Pur-vejetaryen ve Non-vejetaryen olarak ikiye ayrılıyor. Çok azında her ikisi birden bulunuyor. Vejetaryen yemekler gerçekten nefis. Non-vejetaryen ise genellikle tavuk ve balık çeşitlerinden oluşuyor ve bu tür lokantalar da çok az.
— Beyaz ekmek hemen hemen hiç yok, sadece tost ekmeği bulunuyor. Onun yerine az miktarda tereyağlı Çapati ve Naan denilen pide ekmeği kullanılıyor. Ayrıca Parata denilen bir tür gözleme var, içine peynir ya da patates konulup üstüne bolca yağ sürülüyor, oluyor sana Parata. Kullanılan yağlar Hindistan Cevizi yağı ve oldukça ağır.
— Thali’nin içinde de yer alan ama ayrıca da yenilen Dhal, Hindistan’ın ulusal yemeği, o kadar seviliyor yani. Dal, bizim mercimek yemeğinin daha koyu kıvamlı ve bol acılısı. Zaten bu ülkede acı olmayan bir yemek bulmak zor, her yiyecek ya çok acı ya çok tatlı. Sütlü çay örneğin, içine bastıkları şekerle o kadar tatlı oluyor ki içimi kıyıyor. Çay satıcıları her yerde. Her sokakta sabit çay dükkanları varken, ayrıca hareketli araçlarla da satıcılar her yerde bulunuyor. Şekersiz olarak tüketildiğinde aslında tadı çok güzel.
— Biryani dedikleri pilavın da içinde olduğu türlü sebzeler isteğe bağlı olarak sade, peynirli, sarımsaklı vs. şeklinde güveçte pişirilip servis ediliyor. Bunun adı “sizzler” ve muhteşem bir lezzet.
— Sütlü çay hazırlanırken bile yarım saate yakın beklemeyi göze alman gerekiyor, çünkü her şeyi taze olarak tek seferde, her bir insan için ayrı ayrı pişiriyorlar. Diyelim çay istedin. Tencere ateşe konuyor, tencereye önce tek kişilik süt, sonra çay, sonra aromatik birkaç baharat konulup en son şeker eklenip ateşte pişiriliyor. Bir başkası için yine aynı işlem. Evet, salakça geliyor insana ama öyle. Yani “ulan nasılsa satılacak, 20 kişilik hazırlayayım şunu, haybeye uğraşmayayım anasını satayım” uyanıklığını yapmıyorlar nedense. Dedim ya garip millet. — 'Lassi’den de söz etmeli. Lassi, bildiğimiz ayran, tek farkı şekerli olması : ) Eğer özellikle istenmezse mutlaka şeker ekleyerek veriyorlar lassi’yi, denedim ama iğrenç geldiğini itiraf etmeliyim.
— Delhi Havaalanı çok temiz, modern ve büyük, batılı bir ülkeninkinden hiç farkı yok. Hindistan’a hiç yakışmıyor : )
— Bu ülkede fotoğraf çekenler, çektikleri kim olursa olsun fotoğraf bedeli olarak ‘Das rupi’ (10 Rupi) istenmesine hazır olmalı. ‘Bahşiş’ diyorlar ayrıca bizim gibi, aynı anlama geliyor. Hepsi değil ama birçoğu foto parası istiyor yani.
— Lotus Tapınağındaki sessizlik çok etkileyici. Delhi’ye gidenler mutlaka görmeli.
— Hayatınızda görüp görebileceğiniz en pis tuvaletler bu ülkede. Erkekler için bir derece, işiniz ufaksa her yer tuvalet, ayrıca açık hava tuvaletleri de mevcut. Kadınlar içinse iş zor, sadece Matura yakınlarındaki Virandaman ’da görmüştüm açık hava tuvaleti, kadınlar herkesin ortasında eteğini indirip yapıyordu ! Şaşkınlıktan dona kalmıştım, utancımdan ve şaşkınlığımdan fotoğraf bile çekememiştim.
— Hindistan’ın en pis şehri Varanasi. Ama en etkileyici olanı da o. Özellikle Ganj kıyısındaki ‘Burning Ghatlar’ şaşırtıcı ve çarpıcı. Hemen önünde ceset de olsa bir insanın yakılmasından daha etkileyici ne olabilir?
— En güzeli : Goa.
— En etkileyici olanı : Varanasi
— En renklisi : Amritsar
— En sevimsizi: Agra
— En zengini : Jaipur
— En batılısı : Delhi
— En doğulusu :Ajmer
— En kalabalığı : Bombay
— En sakini : Rishikesh
— Ganj’a bırakılan dua ve dilek çiçekleri, akşamın kızıllığında ateşler içinde ilerlerken çok güzel. Mutlaka Aarti törenleri izlenmeli.
— Bombay, ülkenin en büyük kenti, her şey var, sefaletle ultra sosyete bir arada, okyanus kıyısında olduğundan hem çok nemli hem de ekvatora yakın olduğundan çok sıcak. Görmeli ama 3 günden fazla kalmamalı bence.
— Dünya üzerindeki her insan mutlaka Goa’yı bir kez görmeli, o barakalarda kalmalı, okyanusun o sesini duyarak uykuya dalmalı. Bu kadar diyorum başka da demiyorum. — Alkol kullanımı çok az Hindistan’da. Ama uyuşturucu otları seviyorlar. Holy bayramının dışında hiç kimseden ürkmedim, kafaları iyi de olsa zararsız, sakin bir millet. Bu yoksulluk ve işsizliğe rağmen, Bombay’daki yüksek sesli bir atışma dışında kavgaya rastlamadım.
— Geceleri yalnız gezen kızlar bile her hangi bir taciz yaşamıyor olmalı, çünkü çok görüyorsunuz böyle gezenleri. Kadın erkek ilişkileri daha iç içe, daha demokratik geldi bana. Kadınlar, inşaatlarda amelelik dahil her işte erkeklerle birlikte çalışıyor. Sarilerle kum taşıyan kadınlar görmek çok şaşırtıcı oluyor : )
— Hintliler çok garip insanlar. Koca caddenin ortasına bir güvenlik kapısı koymuşlar, yanına da 2-3 polis, ama hiç kimse iplemiyor kapıyı, o kadar kalabalık ki zaten sadece kapıyı kullanarak geçmek imkansız. Çok komik bir şey ama o güvenlik kapısı caddenin ortasında öylece anlamsız ve işlevsiz bir şekilde duruyor : )
— Hint filmleri, teknik olarak mükemmele yakın, içerik olarak tam bir felaket. Aynı şekilde müzik klipleri çok kaliteli ama herkes arkasına onlarca danscıyı da alıp, sürekli olarak ve birbirine yakın figürlerle dans ediyor. Dans edilmeyen klip yok neredeyse. Tabi bu durum işi komediye dönüştürüyor, misal şarkıcı kadın gelmiş 60’ına, koca göbeğiyle dans etmeye uğraşıyor.
— Kızlar genel olarak hoş ama hayat onları da erkekler gibi erkenden yaşlandırıyor. 30’unda hatta 40’ında gösteren 20’lerinde çıkabiliyor. Erkekler de öyle tabi.
— Hayvanların da mutlu olduğu az sayıdaki ülkeden biri Hindistan. Hiç kimse hiçbir şekilde karışmıyor onlara, insanlar, hayvan ve bitkilerle birlikte çok uyumlu, birbirini yok etmeden ve eşit bireyler olarak yaşıyor.
— Hint Dili, tenekelere vurarak gürültü çıkaran çocukların seslerini andırıyor. Ama müzik dinlerken daha ahenkli ve güzel geliyor kulağa.
— İnternet ülkenin her yerinde ve yaygın. Köylere kadar girmiş. Bir köylü kadın resmini çektikten sonra resmi gönderebileyim diye e-mail adresini verdi, o kadar yani.
— Acı sevmeyen ve etsiz duramayanlar : Hindistan’dan uzak durun.
— Hindular ülkelerine bizim söylediğimize yakın şekilde “ Hindustan” diyorlar. Müslüman, Sigh ve diğer azınlıkları yok sayan bir yaklaşım. “Zindabad Hindustan” (Yaşasın Hindistan), Hindular arasında geçerli bir slogan.
— Hindistan’da bir şeyler almaya kalkıyorsanız, satıcının verdiği fiyatın rahatlıkla 3’te birine alabileceğinizi unutmayın. Her şey pazarlıkla. Sigarayı bile pazarlıkla satıyorlar. — Turistik restoran ve otellerden uzak durun. Yoksa bir sabah kahvaltısı için, üstelik doymadan 400 rupi ( 10 $) verebilirsiniz.
— Birine seslenirken ‘Baysap’ (Efendi/Bay) sözünü kullanın. ‘Namaste’ hem merhaba, hemde hoşça kal demek. ‘Namaste ji’ (Merhaba canım) da, sıcak ve dostça bir söz olarak kullanılabilir.
— Yemek yerken ancak tek elinizi kullanabilirsiniz. Diğeriyle uçuşan sinekleri kovalayacaksınız çünkü : )
— Rikşacılarda büyük şehirlerde ve turistik yerlerde bedavaya binebilirsiniz, tabi sizi turistik dükkanlara götürmesine razı olursanız. Sizi götürdükleri her yerden alışveriş yapmasanız da komisyonlarını alıyorlar.
— Çöp tenekesi olmayan bir ülke burası.
— Trafik hep soldan işlediği için hep yanlış yöne odaklanıyorsunuz, bu nedenle sürekli bir ezilme tehlikesi var.
— Türkiye’yi hiç tanımıyorlar, bu konuda göz kamaştırıcı bir cehalete sahipler. Bilenler içinse biz Avrupalı bir ülkeyiz. Dalga geçmiyorum, Türkiye’nin Katolik, İtalyanın Müslüman olduğunu düşünen bir gence bile rastladım.
— Sabahları 11 olmadan açık işyeri bulmak zor. Buna rağmen hemen hemen bütün dükkanlar gece geç saatlere kadar açık.
— Gepegenç insanlar dileniyor. Herhalde dünyanın en çok dilencisine sahip ülkesi burası. Dilenmek garip değil, onlar için. Genç yaşlı kadın erkek dileniyorlar. Bütün ülke aynı anda ellerini açmış, ‘Das Rupi’ diyor sanki.
— Epeyce gezmiş biri olarak, artık her ülkenin kendine özgü bir kokusu olduğuna inanır oldum. Hindistan da böyle bir ülke. Ülkenin en ücra köşesinden metropollerine, köyünden kentine, her yere Sandal Ağacı kokusu sinmiş. Güzel ve rahatlatıcı bir koku bu.
— Camide de, Tapınakta da, Müslümanlar da Hindular da, Sighler de Jainler de birbirine yakın ritüellere sahip. Bütün dinler birbirini etkilemiş burada. Hepsinde de Tapınağa girmeden ayakkabılar mutlaka çıkarılıyor, Tapınakta Tanrılara (Müslümanlar için Dervişlere) çiçekler sunuluyor, baş örtülüyor. Hepsinde secde var, Müslümanlar, türbede yatanlara bile secde ediyorlar. Sighler, Altın Tapınak’ta kutsal kitaba, kutsal söze ve Gurulara, Hindular her köşe başındaki Tanrı heykellerine bile secde ediyorlar.
— Eğer Holy Bayramına denk gelirseniz, gidip bir otele sığının hatta en iyisi o gün hiç dışarı çıkmayın, aksi halde donunuza kadar boyanırsınız.
— Hindistan'ı gördükten sonra Türkiye'nin aslında ne kadar sakin ve az nüfuslu, trafiğinin ne kadar da sessiz olduğuna kanaat getiriyorsunuz. Notları aldığım defterimi kapıyorum. Gözlerimi yumduğum anda yine Hindistan'dayım. Nefretle başlayıp, hoşgörü ve aşkla biten ve içinde kendimin de olduğu bir filmi izlemiş gibiyim. 70’li yılların foto-romanları tadındaki kareler birbiri ardına geçiyor aklımdan. Her çekilen fotoğrafta, bambaşka bir dünyanın kokusu, sesi, tadı var. Dışarıdan gelen biz ‘Batılıları’ şaşırtan ve kızdıran, özellikle satıcıların 1000 rupilerle başlayıp 100 rupilere kadar inen, hatta burada da kalmayıp, ‘sen kaç verirsin abi’yle devam eden iğrenç pazarlığı, dilencilerin çokluğu ve yapışkanlığı, ortalığı en has ve gerçek anlamıyla ‘bok’ götürmesi, insanların her yere/hiç durmadan tükürmesi gerçekten rahatsızlık verici. Ama ilk baştaki keskinliği gidiyor insanın sonra sonra, daha bir anlayışla bakmaya başlıyor her şeye. Tüm Hindistan alt-kıtasına sinmiş olan ‘diğer’ine, farklıya yaklaşımındaki hoşgörü, sizi de sarıp sarmalıyor bir süre sonra. Ne kokular eskisi kadar rahatsız edici, ne de insanlar. Hatta komik ve eğlenceli olduklarını bile düşünüyorsun bir süre sonra. Bizdeki gibi, kimisi çok sıcak davranıyor, kimisi uzak ve soğuk. Batıya ve batılıya karşı duyguları tıpkı bizi andırıyor, yani hastalıklı, hem nefret hem de aşk ilişkisi. Bu yüzden Batıdan gelen her şeye ve her kese karşı biraz da önyargılılar. Hayatı olduğu gibi kabul ediyorlar, zaten bir önceki yaşamlarında yaptıklarının cezasını/ödülünü şimdiki hayatlarında yaşadıklarına inandıklarından, kendilerini hiçbir konuda kasmıyorlar. Stres nedir bilmiyorlar, hayvanlarla, doğayla iç içeler. Uçağın penceresinden izliyorum dünyayı. Ne kadar dikkatle bakarsam bakayım, aşağısı İran mı Pakistan mı Türkiye mi Katar mı bir türlü çözemiyorum. Yukardan baktıkça, sınırlar belirsizleşiyor. Kendimleyim, kendimim. Ben kendimden hoşnudum.

Ve bir kez daha anlıyorum ki ben, ne kadar uzaklaşırsam o kadar çoğalıyorum.

-Bitti-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder