Hoşgeldin Ey Yabancı !

BU BLOG ÖNCELİKLE, YOLDAN ÇIKMAYA MEYİLLİ AMA BU CESARETİ BULAMAYANLARI YÜREKLENDİRMEK VE DÜRTMEK İÇİN YAPILMIŞTIR !

13 Kasım 2009 Cuma

Bir Düş Ülkesi Hindistan - 6

23.Mart, Perşembe, Yeni Delhi, 18. Gün

Ajmer’den bindiğimiz trenin her nedense Delhi’ye doğrudan seferi yok, bu yüzden sabahın 5’inde Delhi’ye 2 saat uzaklıktaki bir istasyonda iniyoruz. Buradan aktarma yapacağız. Uykusuz ve yorgun bir geceden sonra zor geliyor bu. Zaten lanet olası belim de ağrıyor. Başka bir yerel banliyö ile yarım saat bekledikten sonra Yeni Delhi’ye hareket ediyoruz. Önceleri boş olan trenimiz yavaş yavaş dolmaya başlıyor, hatta öylesine doluyor ki, üç kişilik oturma yerinde Hintli kardeşlerle 7 kişi birden oturuyoruz, buna rağmen homurdanıyorlar. Daha 9 kişi sığarmış buraya : ) Başım önüme düşüyor uykusuzluktan, ama uyumak ne mümkün? Üst üste gidiyoruz. Bitse artık şu lanet yol. Git git bitmiyor. En sonunda tıslayarak Delhi’ye varıyor, nasıl olup da hala hareket edebildiğine şaştığım yaşlı trenimiz.Yeni Delhi, İngiliz sömürge döneminde Delhi’nin hemen dışında oluşturulmuş bir bölge. Geniş caddeleri, yemyeşil parkları, temiz ve modern binalarıyla köhne Hindistan’a alternatif bir şehir. Günümüzde bütün parlamento, hükümet, Büyükelçilikler ve resmi binalar bu bölgede yer alıyor. Eski Delhi ise, bütün karmaşası ve kalabalığıyla bildiğimiz Hindistan. Bir caddeyle birbirinden ayrılan her iki şehir, şaşkınlık verici tezatlarıyla yan yana yaşayıp gidiyor. Sıcak bir gün daha. Hindistan’ı gezmek için en ideal dönem Ekim-Mart arası. Nisan’dan itibaren sıcaklar bastırıyor ve dayanılmaz hal alıyor. Mayıs’tan itibaren de muson yağmurları gezmeye izin vermiyor. Rikşayla, sırt çantalı gezgin turistlerin on yıllardır konaklama bölgesi olan Pahar Ganj’a geliyoruz. Şehir o kadar büyük, gürültülü ve kalabalık ki, anlatılır gibi değil. Daracık bir sokakta, çiş kokuları arasında kalabalığı yara yara “The Spot” adını taşıyan otelimize ulaşıyoruz. Otelin adı afilli ama kendisi Basmane Otelleri tadında. Odalarda temizlik bitmemiş daha. Zafer yatıp biraz dinlenmek yerine internet cafe’ye gitmeyi tercih ediyor. Temizlik sonrası çıktığım odada sıcak su var, hemen suyun altına giriyorum. Müthiş güzel bir uyku çağırıyor beni. Belim de rahat vermiyor, Allahın belası ağrı, gene başladı. Uzanıyorum yatağa. Ama uyumamalı, 1,5 saat sonra çıkacağız Delhi sokaklarına. Gözlerim kapanıyor. Rüyamda İzmir’deki Müdürümü görüyorum. Suratı kıpkırmızı bağırıp duruyor nedense. Ne bağırıyorsun yaaaa? Dikkat kesiliyorum ama bir türlü anlamıyorum dediklerini, bir anlasam zaten, anında yapıştıracağım cevabını. Etrafta birkaç dallama, sırıtarak seyrediyor bizi. Nece konuşuyor bu adam? Uğraşıp duruyorum dilini çözmek için, yok anlamıyorum. Güm! Güm! Gümmm ! Başımın içinde davullar çalıyor. Hayır, Zafer deli gibi kapıyı vuruyor. Zor bela uyanıyorum. Kan ter içinde kalmışım. Delhi sıcak. Çok zor kalkmak, sersem gibiyim ama aşağıdakileri bekletmek olmaz. Aşağıya iniyorum. Ebru adında İzmirli bir Türk kızıyla tanıştırıyor Zafer bizi, her nerede karşılaştıysa, Ebru’yu da almış gelmiş. Ebru, 23 yaşında zayıfça, orta boylu, boncuk mavisi gözleriyle şipşirin sevimli bir kızcağız. Hindistan’a gitme hayali ağır basınca istifayı basıp işinden ayrılmış. O çıtı pıtı haline bakmadan, tek başına aylardır Hindistan’da dolaşıp duruyormuş. Goa’dan başlayarak Haydarabad’ı ve bütün Güney Hindistan’ı gezmiş. Artık başkentteyiz ya, “hadi lan kalk gidelim bu gece bari bir bara” oluyoruz. Soğuk bira yine iyi geliyor, bu gereksiz akşam sıcağında. Saadet birayı çok kaçırıyor ( 2 şişe) ve normalde de az konuştuğu pek söylenemeyecek olan dili tam olarak çözülüyor : ) Hepimizi çok güldürüyor, sevimli ve güleç sarhoşluğuyla. Saadet’li son gecemiz eğlenceli ve güzel geçiyor. Sabah erken gidecekleri için vedalaşıyoruz.

24.Mart, Cuma, Yeni Delhi, 19. Gün

Sabah yeni arkadaşımız Ebru da bize katılıyor ve önce Bahai dininin devasa Tapınağı’nı görmeye gidiyoruz. Tarife gelmez kalabalıkları aşarak ulaşıyor rikşamız Tapınağa. Lotus çiçeğinden esinlenerek hazırlanmış olan Tapınak, muhteşem bir mimariye sahip. Düzgün giysileriyle tertemiz yüzlü ve sıcakkanlı genç kız ve erkek görevliler, hemen yardımcı oluyorlar gelenlere. Zengin bir din olmalı Bahailik, diğer Tapınaklarda görülmeyen bir haşmet göze çarpıyor burada. Hemen her dilde, bu arada tabi Türkçe olarak da bastırdıkları broşürlerden veriyor görevliler. Bilgileniyoruz. Lotus Temple olarak bilinen Tapınak içinde Kilise sıralarına benzer şekilde dizilmiş sıra sıra sandalyeler var ve buralarda hiç ses çıkarmadan oturmanız, kendinizi dinlemeniz gerek. Dinledim tabi ben de, ama Bahaullah Efendi pek bir şey anlatmadı bana: ) Lotus tapınağından çıkıp, önce Metro, sonra otobüs daha sonra da rikşaya binip Eski Delhi’nin ünlü Red Fort / Kızıl Kalesine gidiyoruz. Oldukça büyük bir şehir Delhi, mesafeler de birbirinden uzak. Ancak Yeni Delhi planlı bir yerleşim olduğundan devasa bulvarlar, beş-altı şeritli yollardan hızlıca geçebiliyorsunuz. Yeni Delhi’de pek inek de yok, belki hayvanlardan yalıtılmış bir bölge yaratmak istemiş olabilirler, çünkü bisikletli rikşaların da bu bölgeye girmesi yasak. Bu nedenlerle Yeni Delhi, batı başkentlerinden farksız. Ünlü anıt, İndia Gate /Hint kapısını geçip Kızıl Kaleye ulaşıyoruz. Red Fort/ Kızıl Kale adını, duvarların kırmızı renginden alıyor. Moğol İmparatorluğu döneminden kalma bir yapı burası da. Giriş paralı ve 100 Rupi (2,5 $). İçerde pek bir şey yok aslında, gidilmese de olur bir yer, sadece Şahın halkını kabul edip sorunlarını dinlediği ‘Diwan-ı Am’ denilen mekan etkileyici. Tövbe estağfurullah adı da bir acayip : ) Red Fort’tan çıkıp hemen yolun karşısındaki Delhi’nin ünlü Jain Tapınağına giriyoruz. Bu gezdiğimiz ilk Jain Tapınağı. İlk bakışta diğerlerinden farksız görünüyor. Ancak Jain’lerin de bazı kuralları var, ayakkabılar dışarıda çıkarılacak, deri olan hiçbir şey içeri girmeyecek- kemer dahil- ve ne yazık ki, Tapınakta kesinlikle fotoğraf çekilmeyecek ! Çantalarımızı, fotoğraf makinelerini dışarıda bırakıp giriyoruz içeri. Jainler doğal, doğaya yakın hatta doğayla iç içe yaşamayı savunan bir inanç sistemi. Daha önce değinmiştim, bunlar ağızlarını bile “ hafezanallah bir böcek yutarım da ölümüne sebebiyet veririm” deyip bir bezle örtecek kadar doğaya saygılılar. Bu nedenle çıplaklık onlar için kesinlikle ayıp değil tam tersi doğaya yakın olmanın bir gereği. Jainler, Zerdüştler gibi ateşle ibadet ediyorlar. Çok sayıda mumla Tanrılarına dua ediyor, ilahiler söyleyip secde ediyorlar. Bence din ve inanca ilişkin farklılıkları öğrenmek görmek isteyenler kesinlikle Hindistan’ı görmeli. Heykeller gibi, duvarlardaki resimlerde de Tanrılar ve bazı önemli Jain Rahipler çıplak. Hani öyle böyle değil, harbi çıplak bunlar, yani çırılçıplak ! Cinsel organları tövbe tövbe apaçık ortada bir takım adamlar, duvarlardan sana doğru bakıyor ! Daha da garibi onlara secde eden kadınların, genç kızların, çocukların, kazık kadar adamların olması : ) Bir anne-kız, ateşle yapılan duayı bize öğretip yardımcı oluyor. Biz de onlarla birlikte haşmetli penisleri olan Tanrılar önünde duaya katılıyoruz : )Tapınağın hemen yanındaki binaya, yine Jainlere ait bulunan hastaneye giriyoruz. Ancak değişik bir hastane burası çünkü bu bina dünyanın ilk ve tek Kuş hastanesi ! Jainlerin hayvanlara zarar vermeme gayreti, onları hastalıklardan korumanın ötesinde, iyileştirmeye kadar varmış. Görevliler hastaneyi gezmemize izin veriyorlar. İçerde şahinden güvercine, papağandan muhabbet kuşuna kadar sayısız tür ve cinste yüzlerce kuş; koğuşlar şeklinde yan yana dizilmiş kafeslerde besleniyor, yaraları sarılıyor, iyileştiriliyor. Bizim kültürümüzde de geçmişte kuş evleri olduğunu ama diğer birçok güzel geleneğimizde olduğu gibi bunun da ‘mazide bir hatıra’ olarak kaldığını bilmek çok üzücü. Kuşlar için hastane kuran düşünceye saygıyla ve gülümseyerek ayrılıyoruz oradan. Ama hayat tüm acımasızlığı ve çelişkileriyle akıp gidiyor burada. Çünkü kuşlar doyuyor ama insanlar aç. Yine çelişkilerle dolu çarpıcı Hindistan’dan bir ‘al gözüm seyreyle ’ umum-i tezat-ı vaziyeti daha : ) Akşam çökmek üzere. Sıcak acımasız ve etkisinden bir şey yitirmemiş durumda. Ama yorulmak yok, şimdiki durağımız çok özel ve çok farklı. Bir dolmuş-taksiye biniyoruz. Dökülen bir jeep bu, arkasına koltuklar konmuş, ama birbirine sabitlenmediği için sürekli oynar durumda, kafayı iyice eğip zor sığıyorsunuz, olağan koşullarda 3-4 kişinin sığabileceği ve fakat nasıl olup da oluyorsa 8 kişi binilip kucak kucağa yolculuk edilen bir ‘nasılgiderabibuhaldehayretvalla’ aracı. Dolara ya da ytl’ye çeviremeyeceğim kadar az bir paraya ( kişi başı 6 rupi ) bu külüstür bizi dünden beri konuşup, gülüşüp, tartıştığımız yere götürüyor: Yeni Delhi Genelevine! Dünden bu yana, önce şaka olarak başlayıp sonra ‘olur mu olur be’ diyerek görmeye karar verdiğimiz, ekipteki kızların da illa ki ve muhakkak görmek istedikleri yer burası.Şehir dışında ve yalıtılmış bir bölgede değil genelev, tam tersi şehrin merkezi sayılabilecek bir bölgesinde; altında inşaat malzemeleri satan dükkânların bulunduğu bir geniş caddedeki blok apartmanlarda serbestçe icra-i meslek ediliyor : ) Rasgele gözümüze kestirdiğimiz bir binanın, karanlık, dar ve oldukça dik merdiveninden yukarıya doğru çıkıyoruz. Yanımızda ekibin kızları da var, içeri girip giremeyeceklerini bilemiyoruz ama ben, ‘ birazdan polis ya da oranın görevlileri (bunun adı öz hakiki Türkçe’mizde halis muhlis pezevenk işte, görevli ne ki) illa ki karşımıza çıkacak, kızları geri yollayacak nasılsa lan’ rahatlığı içindeyim. Ama kimsecikler çıkmıyor karşımıza. Elini kolunu sallayan çıkabiliyor demek. İlk kattan itibaren, kapı önlerine oturmuş yabani kahkahalarla sohbet eden kadınlar, kadınlı-erkekli ‘beyaz Türk’ grubumuzu görünce önce şaşırıyor, sonra şaşkınlığı çabucak atlatıp grubun erkek üyelerini ‘Hintli-Türk fark etmez abi, ben işime bakarım’ mantıksallığıyla içeriye buyur ediyorlar. Onlarca kez Hindistan’a gelip gitmiş olan Zafer bile şaşkın, o da ilk kez bir genelev görüyor imiş. 6-7 katlı binanın üçüncü katındaki kadınlar ısrarla davet ediyorlar içeriye. ‘Eh, hadi girelim, bir de içeriyi görelim’ deyip hep birlikte giriyoruz. İçerde, sokaktakiHint kadınlarından farksız giysiler içinde ama aşırı makyajlı ve çoğu oldukça şişman 20 kadar kadın, genişçe bir salonda karşılıyor bizi. Şaşkın şaşkın bakınıyorlar onlar da bizim gibi. Belki de ilk kez evlerinde yabancı genç kızları ağırlıyorlar. Birbirlerine kızları ve bizleri göstererek kıkırdayıp duruyorlar. Hayatında genelev görmemiş ve muhtemelen bir daha da göremeyecek olan kızlarımız, yüzlerinde asılı kalmış bir gülümseme, Türk şaşkınlıklarıyla etrafa bakınıyorlar. Salonda biri emzikte, diğerleri muhtelif yaşlarda, annelerinin dizi dibinden ayrılmayan birkaç tane de çocuk var. Buraya kadar hani belki her şey normal sayılabilir, ama bir de salonun tam ortasında, mobilyanın ayağına bağlanmış kocaman bir keçi var ve bize meeliyor ! Evet inanması gerçekten zor biliyorum, genelev olarak kullanılan apartmanlardan birinin 3. katındaki dairede, salonun tam ortasında bir de keçi besleniyor : ) İngilizceyi bilen yok aralarında, eh biz de Hintçeyi sular seller gibi bilmiyoruz malum : ) Ama hepsi güler yüzlü ve konuksever. Karşılıklı gülüşüp duruyoruz. Kısa bir süre sonra içeriden belinde peştamalıyla bir genç adam çıkageliyor. O da diğerleri gibi sıcakkanlı ve dostça davranıyor. Kadınlardan birinin oğluymuş. Belli ki burası aynı zamanda evleri, yani burada yaşıyorlar. Bizim kızlar, Hint fahişelerle kırk yıllık dostlarmış gibi öpüşüp koklaştıktan sonra ayrılıyoruz oradan. Her birimiz için unutulmayacak bir deneyim oluyor bu. Hızlıca bir şeyler atıştırdıktan sonra eşyaları toplamak için otele dönüyoruz. Bu akşam yine yollara düşeceğiz.Ebru’yla vedalaşıyoruz. O bizden daha güneye, Rajhastan eyaletine gidip çölde safari yapmayı planlıyor, sonra da kuzeye çıkıp Kuzey Hindistan’ı gezecek. Aferin be şu kıza, gencecik, hem de tek başına, hiç bir şeyden korkmadan yollara vuruyor kendini. Daha birkaç ay gezmeyi düşünüyor. Bir yaşam tarzı aslında bu, yerleşik olmamak. Hep yollarda, hep yeni yerler, insanlar keşfederek gitmek. Mevlana’nın dediği gibi : “her gün yeni bir yere konmak ne hoş ! “ Bu kez kuzeye, Tibet’in yaşayan efsanevi önderi Dalai Lama’nın sürgünde yaşadığı şehre, Dharamsala’ya gideceğiz. Budizm’in dünyadaki yaşayan en büyük ruhsal ve siyasal lideri olan Dalai Lama, yılda bir kez, 1 hafta süresince inananlarına konuşmalar yapıyor, konferanslar veriyor. İşte biz de o bir haftanın içindeyiz, eğer şansımız varsa sadece Asya’nın değil, dünyanın da en önemli şahsiyetlerinden olan Dalai Lama’yı belki de görme imkânımız olabilecek. İstasyonda bizi Kuzey Hindistan’a, ünlü Himalaya Dağlarına götürecek treni bekliyoruz. Önümüzdeki çöp yığını mı kımıldıyor ben mi yanlış görüyorum? Daha dikkatli bakıyorum, evet oynuyor, birazdan neden oynadığı anlaşılıyor. Önce yığının içinden başını çıkaran kedi büyüklüğündeki fare kardeşle, sonra da ailesinin muhtelif ebatlardaki diğer bireyleriyle tanışıyorum. Etraftaki binlerce insana hiç aldırış etmiyor, korkmuyor, kaçmıyorlar, onlar insanlara, insanlar onlara alışmış. Serbestçe gezinip duruyorlar insanların arasında, hatta bir ara baba fare önümüzden acele adımlarla geçip büfenin oralarda bir yerde gözden kayboluyor, birkaç dakika sonra da yine önümüzden geçerek ailesine kavuşuyor : ) Açık kompartımanımızda belki 10 tane genç var, hepsi yıllık izinlerinden görev yerlerine dönen askerlermiş. Askerlik mecburi değil Hindistan’da, ama gönüllü askerlik 5 yıl sürüyormuş. Yavaş yavaş yatıyor herkes. Trende biraz rötar var. Zaten tıngır mıngır 10-15 kişi gayet samimi gidiyoruz. Yeri olmayanlar yere bir bez serip uzanıyor. Ben üst ranzalardan birindeyim. Tuvalete gitmek imkansızlaştı nerdeyse, nereye gidiyorsun, adım atacak yerlerde insanlar yatıyor, koridorlar silme adam dolu, bir kaçının kafasını ezmeden geçmek mümkün değil : ) Aşağıdakilerden biri horlamaya bile başladı. Tuvalete gitmekten vazgeçip yerime uzanıyorum. Kaç gündür ayağımı vuran sandaletler yerine bugün spor ayakkabımı giymiştim. Aman aman, benden söylemesi, siz siz olun, çıplak ayakla spor ayakkabıyı uzun süre giymeyin, hiç tavsiye etmem, iğrenç kokuyor: ) Ayakkabımı çıkarmamla birlikte uyumaya çalışan herkesin yüzü ekşiyor, ama hakikaten dayanılacak bir koku değil, Türkiye’de olsa döverler adamı sırf bu koku yüzünden, buradakiler yine efendi, seslerini çıkarmıyorlar. Bizimkiler de artık bilmem ayıp olur diye, bilmem alıştıklarından pisliğe, bir şey demiyorlar. Yıkayıp gelsem ayağımı, diye geçiriyorum aklımdan, ama koridoru aşmayı gözüm yemiyor. Eskiden olsa ( 1 ay öncesi ) bu pisliğe, rezilliğe herhalde çok sinirlenirdim, oysa şimdi ne denli az şeyle mutlu olabiliyorum, ne kadar az şeye ihtiyaç duyuyorum, isteklerim, beklentilerim, ne kadar da azaldı. Bizdeki ‘bir lokma bir hırka’ anlayışına çok da yakın değil mi aslında bu; buradaki insanlar da öyle yaşıyorlar, çünkü bırakın çeşidi, 1 tane bile tişörtü olmayan yüz binlerce insan yaşıyor bu ülkede, üstelik isteyerek, gönüllü olarak. Artık her şey Hindistan Öncesi (H.Ö) ve Hindistan Sonrası (H.S) biçiminde gerçekleşiyor sanki. ‘Serseri’ yi yüzümde hoşgörülü bir gülümseme, aklımda uçuşan binlerce düşünceyle izlerken uyku bastırıyor. Ulan ya bu aşağılık ‘serseri’, ben uyurken burnumda filan gezerse? Yok artık? Olur mu olur, bak şimdi… Tedirginlikle ‘serseri’ye arkamı dönüyorum. Bu seferde sanki onu aldatmışım hissine kapılıp rahatsız oluyorum, bu insan ruhu ne acayip? : ))Gece, tütsüden Hindistan cevizi yağına kadar türlü Hint kokuları, çay, samoza ve daha bilumum yiyecek satan sıtma görmemiş satıcı sesleri, çocuk ağlayışları, kaba Hint gürültüleri arasında dostça çöküyor kompartımanımıza. 25.Mart.2006, Cumartesi, Patankot-Dharamsala, 20. Gün Nihayet Patankot’a varıyoruz. Yolun bundan sonrasını otobüsle devam edeceğiz. Yaklaşık 100 kilometrelik yol normal koşullarda 3 saatte alınıyormuş, ama otobüsle 4 -5 saati bulduğu da oluyormuş. Düşün artık, nasıl yol. Ufak terminalde otobüsü görünce vazgeçer gibi oluyoruz, yürüyen bir teneke hayal edin, her bir tarafı paslı ve kırık dökük. Taksi soruşturuyoruz, 1200 rupi isteniyor (30 $). Otobüs ise sadece 75 rupi (2 $). Otobüse biniyoruz. Aracın her yerinde Hint bayrakları, çiçekler, tanrı heykelleri, resimleri… Teypten tiz sesli bir kadın Hint arabeskleri söylüyor çığlık çığlığa. Fil Tanrı, Maymun Tanrı, Krişna bakıyor aracın her yerinden bize. Aslında Maymun Tanrıyı çıkar, yerine Müslüm babanın resmini koy, Fil Tanrıyı çıkar yerine Sibel Can’ın resmini koy, teypte de Ferdi Tayfur söylesin, bir anda Menemen-İzmir Otogar minibüsünde sanabilirsin kendini.Neyse ki ‘yürüyen tenekemiz’ çok kalabalık değil. Ama koltuk araları birbirine çok yakın. Kürek yutmuş gibi oturuyorum zorunlu olarak. 4 saat sonunda tutulan belimizi çözmek için vinç gerekecek derken otobüsün ön tarafı boşalıyor, pat, öne transfer oluyoruz sektirmeden. Şoförün tam arkasındayız, böylece hem yolu daha rahat izleyebileceğiz, hem de ön taraf daha genişçe. Ama bu tercihin aslında ne kadar isabetsiz olduğunu yola çıkınca anlıyoruz. 50 yaşlarında, kısa boylu, tıknaz, zayıf mı zayıf, Ayhan Işık bıyıklı olan şoförümüz acayip nemrut ve suratsız bir tip. Turistten hoşlanmadığı belli. Suratsızlığı karısını ilgilendirir, şunun şurasında sadece 4 saatliğine hayatımızda olacak abi, sonrasında yok; bizi ilgilendiren kısmı ise, elini havalı kornadan hiç çekmemesi. Bu bir felaket, çünkü korna bizim havalı kornalardan beter. Her tarafı ve bu arada motor kapağı bile açık aracımızın her yerinden ses gelmesi önemsiz bir ayrıntı zaten ama Ayhan Işık abi kornaya bastığında ses anında içerde. Ülkedeki araç kornalarının yüzde 80’inin sesi çok çalmaktan mütevellit nispeten kısılmış durumda, ama bizim bedevi şansımıza Ayhan abi, kornayı yenilemiş herhalde, sesi yeri göğü inletiyor. Yenilemiş demem yanıltmasın, sadece sesini yenilemiş. Çalışma prensibi, ‘motor kaputu delinerek bir kablo marifetiyle soldaki şoför kapısına zapt edilmiş iki tel, birbirine değdirilerek ses çıkaracaktır arkadaş’ yöntemi : ) Fakat, itiraf etmeli, kim ürettiyse bu kornayı, bütün Hindistan karış karış aranıp bulunmalı ve kendisine üstün başarı ödülü verilmeli. Sesi müthiş ! Ayhan abi iki teli birbirine değdirdiğinde – ki bunu aralıksız yapıyor- her seferinde kulaklarınızın ırzına geçildiğini hissediyorsunuz, o derece yani, bunu diyorum başka da demiyorum. Yaşadığımız eziyet akılda canlanabiliyor mu, yeterince tahayyül edilebiliyor mu bilmiyorum, kesinlikle insan haklarına aykırı sesi olan kornanın dibinde, elini bu kornadan hiç çekmeyen suratsız bir şoförle, bozuk toprak yollarda, 4 saatte, en çok 20-30 km. süratle gidiyoruz. Adam, ağzındaki pan yüzünden hafif kayık zaten, kafayı bulmuş, bir de hemen her dakikada bir, üstünde nicedir cam olmayan kırık penceresinden, kıpkırmızı tükürüklerini saçıyor yollara. Felaket ki sorma gitsin. Yolun ilk yarım saatinin sonunda adamı vurup intihar etmeyi düşünüyorum. Nihayet belim de ağrımaya başlamasın mı? Allahım suçum neydi, ne hata ettim ben? Yola çıkma kararı aldığım güne, kör talihime, Ayhan Işık bıyıklı şu pis herife, yolları düzeltmeyen Hint Hükümetine, Belediyesine, hatta Dalai Lama’ya ve hatta Zafer’e ve her şeyden çok kendime ve dinmek bilmez, iflah olmaz merakıma, gezme isteğime küfürler savuruyorum. Ne işim var lan benim burada? Ama daha kötüsü de varmış, arabaya bindikten 10 dakika sonra yavaştan sıkışmaya başlıyorum. Yarım saat sonra durum çekilmez hale geliyor. Öleceğim nerdeyse, nasıl fena çişim gelmiş, kıvranıyorum. Yola yeni çıkmışız, nemrut, ince bıyık, kafası kıyak abiye yalvarıyorum, durma yukarıyı işaret ediyor, yukarda, dağlarda bir yerlerdeymiş mola yeri, duramazmış. Hay ben senin gelmişini, geçmişini… Adamın İngilizceyi bilmemesi bir şey değil, Hintçeyi de bilmiyor üstelik, şaka değil yahu, ağır abi buralardaki yüzlerce acayip yerel dillerden birini konuşabiliyor sadece. Sağır eden kornası ile onlarca köyde durup kalkıyor. İnanılmayacak bir şey ama, kornayla her seferinde farklı bir ezgi tutturuyor abi; köye girerken ayrı, köyde ilerlerken ayrı, beklerken ayrı, kalkarken ayrı ve köyden çıkarken ayrı. Ona da diyeceğim yok da, şu durduğun yerde bir dakikada hallederim be abi, valla billa çok sıkıştım, insanlık hali, anla işte, hadi benim güzel Ayhan Işık abim? I-ııh, Nuh diyor peygamber demiyor eşşoğlueşşek, durma yukarıyı gösteriyor. Zaten bu bıyıktan nefret ederim. Yolların yüzde 80’i delik deşik toprak köy yolu, hem daracık hem virajlı. Hep yüreğimiz ağzımızda, ‘yok artık deve, buradan da geçemez ya’ dediğimiz yerlerden hem de gaz kesmeden geçerek ve bizi şaşkınlıklar içinde bırakarak durmadan dağlara doğru tırmanıyoruz. Bazen tek tekerlek boşluğa düşüyor resmen, zor topluyor Ayhan abi. Ama çoktan beti benzi atmış, gözleri sabitlenmiş ve Mesih İsa’ya yakaran orta yaşlı Alman çiftle, bizden başka takan yok buna, ağır bir tevekkül havası sinmiş sanki, tüm Hindistan’a olduğu gibi yürüyen tenekemize de. Üstüne üstlük bitmek bilmeyen yüzlerce köyden geçerken önündeki yola bakacağına, aynı anda kornaya daha bir şevkle asılarak, köyün genç kızlarına dönüp dönüp bakıyor, utanmaz arlanmaz ırz düşmanı.Beynim bir makine gibi tıkır da tıkır, şu andaki en önemli şeye, çiş olayına çözüm bulmaya çalışıyor. Şu plastik şişeyi alsam, suyunu bitirip… Bir tane de önüme bez gersem? Yok lan, çüş artık, herkes anlar, zaten kabak gibi en öndeyiz, hadi onu da geçtik, bu sarsıntıda nasıl denk getireceğim şişeye? Cık, olmaz. Utanmayı falan bıraktım, olduğum yere salacağım, ama adamdan tırsıyorum, zaten belli, manyak bu herif, kafayı da bulmuş ottan, kalkar:- Arabama işedin lan, bunu kan temizler ancak pis gavur! falan der, biz de Türk’üz müsaadenle, altta kalmayız, bir kafa herife, zaten sinirlerim tüm entelektüel sağduyumu almış götürmüş durumda, ondan sonra hadi bakalım, ömür boyu Hint hapishanelerinde çürü, dur. Tuta tuta karnımın ağrısından bayılmak üzere olduğum bir anda, çok şükür sana yarabbim, bir köyde mola veriyoruz. Tuvalet diyorum, bir dükkanın arkasını işaret ediyorlar. Arkaya geçiyorum, bir evin duvarından başka hiçbir şey yok, oldukça havadar bir tuvalet. Duvardaki ölü sineğe doğru nişanlayarak yaklaşık 5 (10 ?) dakika gürül gürül işiyorum. Hey Allahım, ne büyük mutluluk bu be ! Dünya varmış. Mola yerinde tuvalet soran bayanlara uzaklarda bir yerler tarif ediliyor. Hadi ben hallettim, netsin kadınlar, tutuyorlar mecburen. Kadınlara mühim çağrı: buraya gelecekler tuvalet işini iyi düşünmeli. Rahat olmalı, beklentiyi düşük tutmalı ve elbette uzun süre tuvaletini tutma konusunda önceden staj yapmalı ! 4,5 saat süren ama 4,5 yıl gibi gelen bir yolculuk nihayet bitiyor. Dağlar arasında, yemyeşil bir dünyaya, Dharamsala’ya şükür duaları arasında varıyoruz. Alman çift hayata yeniden gelmiş olmanın sarhoşluğuyla ağzı kulaklarında birbirlerine sarılarak uzaklaşıyor. Aynı kaderi paylaşmış olmanın dayanışmasıyla çüüs’leşiyoruz. 37 derecelik Yeni Delhi’den sonra, araçtan inince kalın giyinmemize rağmen üşüyoruz. Dharamsala, 1800 metrede kurulmuş ufak bir kasaba. Nüfus yaklaşık 17 bin ve bu nüfusun çoğunluğunu Tibetli göçmenler oluşturuyor. Tibet, Çin tarafından işgal edilince Dalai Lama’yla birlikte sınırı geçerek bu küçük kasabaya sığınan Tibetliler burada, önemli bir Tibet kolonisi oluşturmuşlar. Hintlilerden apayrılar; giysileri ve müzikleriyle Çinlilere benziyorlar. Çekik gözlü, çıtı pıtı, ufacık tefecik, onca acıya rağmen yüzlerinden gülücükleri eksik etmeyen sevimli insanlar. Göçten sonra ikinci bir Tibet yaratmışlar burada. ‘Özgür Tibet’ afişlerini her yerde görmek mümkün. Tibet ezgileriyle dolu sokaklar, Budist Tapınaklarıyla çevrili meydanlar… Sokaklarda olsun, dükkanlarda olsun satıcılar, Hintlilerin aksine pazarlık yapmıyorlar. Ne söylüyorlarsa ona satıyorlar, ne aşağısı ne yukarısına. Ama tükürme huyları Hintlilerden farklı değil. ‘Taşıdelek’ Merhaba, ‘Taşısık’ Lütfen demek. Gün olur, giden birileri olursa oralara, beleş Tibetçe hizmetimiz için, arkamızdan bir Allah razı olsun demesi yeter : ) Önce otel arıyoruz. Dalai Lama’nın konuşmalar yapıp, dersler verdiği o önemli 7 gün içinde olduğumuzdan dolayı bu küçük şehir tıklım tıklım. Hiçbir otelde yer bulmak mümkün değil, bir otelde suit oda buluyoruz, fiyatları dehşet verici, kişi başı 2700 rupi (60 $), ki bu mütevazı Hindistan için bir servet. Açıkta yatmaya kalksak gece dondurucu soğuk olur burada. En sonunda iyice tepelerde arada bir yerlerde oda bulabiliyoruz (135 rupi/3$). Hava oldukça soğuk, yorgunluk var. Dün yanıyordum sıcaktan. Şimdiyse titriyorum. Üstüme giymek için kalın ama yumuşak bir kaşmir kazak satın alıyorum güler yüzlü bir Tibetli teyzeden. Hakiki kaşmir, üstelik komik bir paraya (200 rupi/5 $). Şimdi azıcık ısınıyorum işte. Yine de gidip yatmalı, ne de olsa Ayhan Işık abi’li günümüz pek de sakin geçmiş sayılmaz : ) Üstelik şansımız varsa yarın Dalai Lama’yı göreceğiz. Hadi hayırlısı.Kalın yorganı üzerime çeker çekmez derin bir uykuya dalıyorum.

-DEVAM EDECEK-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder