Hoşgeldin Ey Yabancı !

BU BLOG ÖNCELİKLE, YOLDAN ÇIKMAYA MEYİLLİ AMA BU CESARETİ BULAMAYANLARI YÜREKLENDİRMEK VE DÜRTMEK İÇİN YAPILMIŞTIR !

13 Kasım 2009 Cuma

Bir Düş Ülkesi Hindistan - 5

18.Mart, Cumartesi, Amritsar, 13. Gün

Numarasız bir trenle ulaşıyoruz Amritsar’a. Trenlerde o kadar çok sınıf ve farklı kategori var ki, hala çözebilmiş değilim hangi sınıf nedir, nasıldır? Non-AC yani klimasız, yerel ve lanet bir tren bu : ) Oldukça yavaş gidiyor ve her eksprese yol veriyor. Benim uyku tulumum vardı, pek etkilenmedim ama diğer trenlerde olduğu gibi çarşaf ve battaniye bu trende verilmediği için uyku tulumu olmayanlar gece çok üşümüş. Amritsar, Hindistan’ın Pakistan’la olan sınır kenti. Muhammed Ali Cinnah’ın başlattığı ayrılıkçı hareket ile Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılıp bağımsız bir devlet olduğu dönemde sınır, Amritsar ile Lahore’u bölecek şekilde ortalarından geçirilmiş. Bölge tarihi için büyük önem taşıyan iki kentten, Lahore Pakistan’da, Amritsar Hindistan’da kalmış. Ülkenin kuzeybatısında yer alan ve başkent Amritsar’ı da içine alan Pencap eyaleti, geleneksel olarak Sih Pencabilerin yurdu. Başlarına taktıkları türban nedeniyle Sihleri diğer Hintlilerden ayırmak çok kolay. Pencabiler, ırk olarak Hintlilerden ayrılıyor, daha iri yapılı ve daha savaşçılar. 1500’lü yıllarda Guru Nanak Dev tarafından kurulan ve ilk yasaları yazılan Sih dini, Hinduizm’le Müslümanlığı kaynaştıran bir karma din. Guru Nanak Dev Ji, Hinduizmle Müslümanlığın kendince iyi yönlerini bir araya getirerek dinini oluşturmuş. Kutsal kitapları ‘Guru Granth Sahib’, Amritsar’da aynı zamanda Hac yerleri olan Altın Tapınak’ta bulunuyor. 1,5 milyarlık Hindistan’da en büyük din Hinduizm. 800 milyon insanın inandığı Hinduizmi, ülke halkının yaklaşık yüzde onunu oluşturan 150 milyon kişinin inandığı Müslümanlık takip ediyor. Müslüman olduğu için içinden Pakistan ve Bangladeş adında iki ayrı devlet çıkarmasına rağmen 150 milyonluk bu nüfus, Hindistan’ı Endonezya’dan sonra dünyadaki en büyük Müslüman ülke yapıyor. Arkasından 29 milyonluk nüfusla Sih’ler geliyor. Sihler, Pencap eyaletinde yoğunlaşmakla beraber, ülkenin her yerine dağılmış durumdalar. Bunların dışında Budizm, Hıristiyanlık, Jainizm, Bahailik de dahil olmak üzere çok sayıda din ve dinsel inanç da bu topraklarda yaşam hakkı buluyor ve milyonlarca insan tarafından takip ediliyor. Bir rikşayla doğruca Altın tapınağa gidiyoruz. Altın Tapınak yolu, Hindistan’ın her yerinde olduğu gibi canhıraş kalabalıklarla dolu. Haritwar’da olduğu kadar olmasa da nispeten temiz sokaklar. Yol boyunca başları sarı, mavi, gri, yeşil, mor ve dahi bir dolu renkle bezeli rengarenk türbanları, uzun yapılı boyları, yemyeşil gözleriyle dikkat çeken Sihleri izliyorum. Sihlerin alamet-i farikaları olan türbanlarının nedeni dinlerinin emir buyurduğu kıl kesme yasağından geliyor. Mantıklı bir nedeni yok, Guru Nanak Dev Ji’ye öyle esmiş, inananlarına saçlarını, kıllarını kesmeyi yasaklamış, dökülen kıllar bile bin bir törenle toplanıp yakılıyor, öyle çöpe filan atmak acayip günah! Altın Tapınak’a yine ayakkabılarımızı çıkararak giriyoruz. Hindistan’daki bütün dinlerde bu var, ister Budizm olsun ister Jainizim, isterse Sih dini ya da Müslümanlık, tapınaklara girişte mutlaka ayakkabılar çıkıyor. Belki de bu, sokaklarda hayvan dışkılarının Tapınaklara taşınmaması için bulunmuş pratik bir yol. Kapıdaki mızraklı güvenlikçiler ve capcanlı renklere bürünmüş hacılar çok garip geliyor ilk bakışta. Zaman donmuş sanki. Ortaçağ’ın silahı mızrağın bu coğrafyada, bu zamanda hala kullanılıyor olması şaşırtıcı. Ama insan Hindistan’da zamanla şaşırmamayı öğreniyor, çünkü zaten her şey şaşırtıcı : ) Altın Tapınak, bizim Urfa’daki Balıklı Gölü andırıyor, ama gölün ortasında bir bina var ve bu binaya küçük bir yolla ulaşılıyor. Bina, tümüyle altınla kaplanmış son derece etkileyici bir mimariye sahip. Tapınağın her bir yerinden duyulan ilahiler ise gerçekten çok güzel ve etkileyiciliği arttırıyor. Bu din oldukça garip, inananlar tapınakta bazı kutsal sözlerin yazılı olduğu yerlerde secdeye duruyorlar ancak Hindulardaki gibi Tanrı heykelleri ve suretler yok, sadece görevli rahipler tarafından sürekli okunan kutsal kitaplar var. Secde bizdekine benzer. Ancak anladığım kadarıyla sadece Sih dininin kurucusu Guru Nanak’la onu takip eden 10 Guru’ya ve Kutsal kitaplarına secde ediyorlar. Sihler oldukça sevimli, konuksever ve güleç yüzlü insanlar. Fotoğraf çekilmesine kızmıyor tam tersi gülümseyerek poz veriyor, hatta kendileri gelip çekmenizi istiyorlar. İri kıyım erkekleri, inançları gereği saçlarını, sakallarını ömürleri boyunca kesmiyor, bu nedenle de uzayan saçlarını toplayabilmek için türban takıyorlar. Olmazsa olmazlarından biri de çelik bilezikle bir kama taşımak. Amritsar’da Jainlere de sıkça rastlıyoruz. Onları da ağızlarına taktıkları örtülerden tanıyabiliyorsunuz. Jainler, doğada hiçbir canlıya zarar vermemek için azami dikkat gösteren bir inanca sahipler. Ağızlarını da yanlışlıkla bir sinek ya da böcek yutarak ölümlerine neden olmamak için örtüyorlarmış. Hatta bunlar hep yanlarında bir süpürge taşıyorlar, oturmadan önce oturacakları yeri süpürüp herhangi bir canlıya zarar vermemek için. Film millet : ) Sihler Altın Tapınaktaki Gölde yıkandıkları zaman Hacı oluyorlar. Tapınağın her yerinde genci yaşlısı ile Göl suyunda dualar eşliğinde yıkanan Sihler çok güzel görüntüler oluşturuyor. Bebeklerini bile bu suda yıkamak onlar için oldukça önemli bir tören. Üstelik gölde öldürme yasağı yüzünden ve beslenmekten her biri 10’ar kilo olmuş balıklara rağmen : ) Altın Tapınak’ta yerli-yabancı ayırt edilmeksizin 24 saat binlerce kişiye ücretsiz yemek ve konaklama sağlanıyor. Tabi şartlar oldukça mütevazı ama yine de önemli bir hizmet bu. Yemekhaneye girişte sıralanmış görevliler var, biri tabağını, biri su kabını, bir diğeri de kaşığını veriyor. Gidip oturuyoruz biz de. Aynı anda yüzlerce kişinin yemek yiyebildiği büyüklükte bir bina burası. Masa, sandalye gibi gereksiz eşyalar yok. Yerde kilimler, üstünde oturan insanlar. Yerde sıra sıra oturup görevliler bekleniyor. İçerde de görev bölümü var, bir kişi elinde koca bir kazanla geleneksel mercimek yemekleri Dhal’ı dağıtıyor. Arkasından gelen bir diğeri kırmızıbiber turşusuna benzer bir sosu boca ediyor tabağınıza. Bir başkası suyu, bir diğeri de bir tür boş gözleme olan nan’ı dağıtıyor. Naan için, sadaka bekleyen bir dilenci gibi her iki elini birden açıp beklemek zorundasın, görevli kişi 2 adet nan’ı ellerine atıp gidiyor. Oldukça ilginç bir yemek oluyor bizim için : ) “Yok arkadaş, bu kadarcık şey beni doyurur mu hiç” diyor isen yeniden sıraya girip ikinci tur yapabilirsin, engel yok. Yemeği yiyen kalkıyor. Yerini arkadan gelenler alıyor.Yemekler bittiğinde, diğerleri gibi boş tabak-çanakları alıp çıkıyoruz. Dışarıda yine işbölümü var, birisi tabakları alıyor, birisi sadece kaşıklardan sorumlu, bir diğeri su kaplarını topluyor. Bir ekip de koca koca arabalarla biriken tabakları, kaşıkları su kaplarını açık bulaşıkhane bölümüne götürüyor. Aşağıda hummalı bir faaliyet var. Yemek yiyenler, diğer işlerde olduğu gibi bulaşıkhaneye girip gönüllü bulaşık yıkama ordusuna katılıyor. Burada da binlerce kap ilk bölümde bol köpüklü sabunlarla yıkanıp kurulanıyor. Sürekli değişen yüzlerce insanın karıncalar gibi çalıştığı, gönüllülük üzerine kurulu müthiş bir dayanışma. Bizim imeceler gibi burada her şey, isteyen istediği gibi işlerin bir ucundan tutuyor. Bu nedenle bir yemek dağıtan bir sonraki dağıtımda değişebiliyor. Aslında başka türlüsü zor, aynı anda ve 24 saat boyunca binlerce kişiye yemek vermek de kolay değil zaten. Tapınak etrafındaki konuk evleri de aynı esas üzerine kurulu ve ücretsiz. Sih olmayan yabancı turistler de düşünülmüş ve onlar için özel bölümler hazırlanmış. Biz de ekip olarak yer varsa burada kalmaya karar veriyoruz. Koğuş gibi uzun bir salon. Yan yana sıralanmış yataklar, öyle ki arada hiç boşluk yok, yani yatağın birinden hiç inmeden salonun diğer ucuna gidebilirsin : ) Salona açılan 3’er 4’er kişilik küçüklü büyüklü odalar da var, ama bunlarda yer yok. Bu akşam sadece koğuş uygun. Koğuşta yan yana ( kıç kıça demek lazım aslında) sıralanmış bu yataklarda yatacağız. Önce kalın ciltli bir deftere kaydımızı yapıyorlar. Adın, milliyetin, cinsiyetin işleniyor. Şöyle bir bakıyorum, Arjantinlisinden İranlısına, Polonyalısından İrlandalısına ipini koparan gelmiş buraya : ) ‘Kim nereyi bulursa yatar arkadaş’ prensibine göre, yatağı boş bulan çantasını koyuyor oraya; bu, artık rezervasyon yapılmış demek. Bizde bu tür durumlarda olduğu gibi “ulan nasılsa sahibi yok anasını satayım “ deyip kimse kimsenin çantasını kaldırıp bir tarafa atmıyor, “ dolmuş la burası” diye düşünüp kendine yeni yer arıyor. Ben de ilk bulduğum boş yatağa çantamı bırakıyorum. Herkes kendine bir yer bulup çantasını atıyor, oh, bugün de konaklama işini hallettik, yarına Allah kerim : ) Amritsar, söylemiştim, Hindistan’ın sınır kenti. Pakistan’la Hindistan arasındaki sınır törenleri o denli renkli ki, artık bir gösteri halini almış. Bizim de planımızda bu törenleri izlemek var. Bizi sınıra götürecek bir araç kiralıyoruz. Araç bizi, 1 saat kadar süren sınıra götürecek, bekleyecek ve geri getirecek. Yine mecburen kazıklanarak 450 rupiye anlaşıyoruz (12 $). Pakistan-Hindistan arasındaki bayrak indirme ve kapıların kapanması törenleri o derece ilgi görüyor ki sınırlar, restoranlarıyla, atlıkarıncalarıyla bir panayır halini almış, buralarda koskoca bir eğlence sektörü oluşmuş. Törenler öyle gelişmiş ki turistik hale gelmiş. Zamanla bir show’a dönüşen törenler rahatça izlenebilsin diye sınırın her iki tarafında da binlerce kişilik tribünler yapılmış. Sınır törenleri çok komik. Bir futbol sahası gibi tribünler var, ama tribünlerin yarısı Hindistan’da, yarısı Pakistan’da. Tribünlerin ortasında saha yerine bir demir kapı bulunuyor. İşte bu, iki ülkeyi ayıran sınır kapısı. Gösteri akşam saatlerinde her iki taraf askerlerinin de ellerinde bayraklarıyla gelip, birbirlerine karşı bir güç gösterisi şeklinde başlıyor ve sürüp gidiyor. Askerler belli ki çok özel seçiliyor, hem upuzun boylarıyla hem de yürürken bacaklarını başları hizalarına kadar kaldırabilmelerini sağlayan çeviklikleriyle oldukça göz dolduruyorlar. Rengarenk giyinmiş, süslü, yakışıklı ve gösterişli bu askerler, çok sert hareketlerle birbirlerine doğru rap rap gelip, ülke bayraklarını indiriyor, sonra da yine sert hareketlerle sınır kapısını dannnnnn diye karşı tarafın yüzüne çarpıp gidiyorlar. Bu, o gün için sınırın kapanması demek. İşin komik tarafı her iki taraf da hemen hemen birbirinin aynı hareketleri simetrik olarak yapıyorlar. Galibi olmayan bir horoz dövüşünde gibiler. Çok komikler : ) Bu arada seyirciler de boş durmuyor tabi, sınırın her iki tarafındaki tribünlerde binlerce insan birikiyor, bir futbol maçındaymış gibi ellerinde bayraklarıyla hiç durmadan bağrışıp duruyorlar. Pakistan tarafından “Allahuekber” bağrışlarına Hindistan tarafı “Zandibad Hindustan” (Yaşasın Hindistan) karşılığı veriliyor. Bizim gittiğimiz gün Hindistan’ın bariz tribün üstünlüğü vardı, nedense Pakistan tarafında galiba kadınlar ağırlıktaydı, “Allahuekber” sesi oldukça ince ve tiz geliyordu. Altın Tapınak, akşam karanlığında rengarenk ışıklarıyla daha da mistik ve etkileyici görünüyor. Hele ki kanon şeklinde çok sesli söylenen ilahiler gerçekten çok etkileyici. Sihleri sevdim. Güler yüzlü ve temizler. Tuvaletleri daha bir girilebilir. Akşamın çökmesiyle hava biraz serinliyor. Artık göl ortasındaki Kutsal Kitabın olduğu altın süslemelerle bezeli bölümü görebilmek için hınca hınç dolu sıraya girebiliriz. Epey bir süre dualarla adım adım ilerleyen sırada bekliyoruz. Ama zor ve sıkıntı veren bir bekleyiş değil bu, ruhum huşu içinde, bir göksel armoninin dinginliğiyle huzurlu. Yaşlısıyla genciyle, kadınıyla çocuğuyla, hatta ufacık bebeleriyle her yaştan Sih, kutsal dualarını mırıldanarak ilerlerken, bir taraftan da bizim gibi turistlere sevecenlikle gülümsüyor. Havada oluşan kutsiyet ve mistik hava, yaşamın ve varoluşun anlamını sorgulatıyor insana. “Kimim lan ben? Nerden gelip nereye gidiyorum? ” Nice zaman sonra ayaklarımız yerden kesilmişçesine bir yığınla içeriye giriyoruz. Duvarlarda altın kaplamalı mermerlerde ince bir işçilik var, ne yazık ki fotoğraf çekmek yasak. Söylenen ilahiler herkes gibi benim de yüreğime işliyor, sürekli okunan Kutsal Kitabın önünde secdeye varanlar, yoğun bir duygu yoğunluğu yaşatıyor. Çok etkileyici bir mekanda, çok etkileyici bir tören gerçekten. 3 katlı binayı geziyoruz, her yerde insanlar dualarla kutsal mekânlarını huşu içinde dolaşıyor. Çıkışta yerlere oturup, kutsal kitabın götürülüş törenini bekliyoruz. Yarım saat kadar sonra bir patırtı kopuyor, onlarca insan dualar eşliğinde Kutsal Kitabın konacağı tahtı çıkarıyor. Kitabın konacağı altın işlemeli ve süslü yastıklara parfümler sıkılıyor. Her bir yandan o tahtı omuzlamak için yüzlerce inanan koşuyor; şanslı olanlar dokunabiliyor tahta ve yine dualar eşliğinde taht, içindeki Kutsal Kitapla gece saklanacağı yere götürülüyor. Saat geç, hava serin. Konukevine girdiğimizde Fransızından Japonuna sıra sıra turist, yan yana yataklarda beynelmilel horlamalarla derin uykulara geçmiş bile. Yerime uzanıyorum. Bir yanımda Quebec’li kızlar var, dünyaya Fransız, çoktan kim bilir hangi Fransız düşlere dalmışlar. Diğer yanımda bir Alman herif, hala uyanık, uzandığı yatağında yumuşak yumuşak sırıtıyor bana. Allah Allah, ne gülüyon lan? Tamam, sana da welcome. Başımla hafifçe selamını alıp işime devam ediyorum. Bakmıyorum suratına. Ben yorganımı düzeltirken aniden ve alenen, Alman aksanına eklediği sırnaşık bir gülümsemeyle, tövbe estağfurullah, ‘sarılarak birlikte uyumayı’ teklif ediyor. Kan beynime sıçrıyor, Almancam yok, “git kendi ananı becer” diyorum gayet Türkçe, ses tonumdan ve suratımdan anlıyor demek istediğimi, dönüp kıçını, boktan suratına bakmaktan kurtarıyor beni. Başka yer de yok ki uzasam. Bunlar niye hep bana rastlar? Aramıza günlük gezi çantamı koyuyorum neme lazım : ) Yastık yok, “n’apcam lan, yastıksız da uyuyamam” derken yatak başında uzanan kütüphaneye takılıyor gözüm, tozlu kitaplıktan eski ve kalın bir Tolstoy klasiğini çekip üzerine bir sweat-shirt sararak kendime post-modern bir yastık yapıyorum. ‘Savaş ve Barış’, bir kez daha iyi geliyor bana. Kitap hayatta hep işime yaramıştır zaten : ) Dışarıdaki gürültü hiç eksilmiyor. Misafirleri kaydettiği kalın ciltli defterle yapışık yaşayan gür ve bed sesli görevlimizin yabani kahkahaları, çocuk ağlamaları, kocakarı bağrışları… Bu saatte bu kadar paylaşamadıkları nedir acaba? Ama umurumda değil, öyle yorgun ve uykusuzum ki sanki kuştüyü yastık ve yatakta yatıyor gibiyim. Üstüme çekiyorum, küf, toz ve anı kokan yorganı. Şu Alman herif de olmayaydı, tam Şam’da kayısı durumuydu. Kulaklarımda hala kutsal Sih ilahileri. Bunların CD’sini almalıyım mutlaka. Gözkapaklarım ağırlaşıyor. 19.Mart.2006, Pazar, Amritsar, 14. Gün Gecenin yarısı bir ara uyandığımda önce algılayamıyorum, nice sonra anlıyorum, Alman herif, heyula gibi yatağında oturmuş, ellerini kavuşturmuş, meditasyon yapıyor. Gece vakti, manyak mı ne? Bir süre ne halt edecek bu diye çaktırmadan izliyorum, gözleri kapalı, olduğu yerde put gibi hareketsiz öylece duruyor. La havle, meditasyonik yumuşatik tırlak : ) Çattık elin cinsine. Ama uykusuzum, gözlerimi açık tutmakta zorlanıyorum. Dalmışım. Uyuyup uyanıyorum sabah, adam aynı! Duruş şekli bile değişmemiş. Hiç mi uyumaz lan bu? Zaten gürültü de çok fazla, erkenden kalkıyorum. Koğuşun yarısı kalkmış, yarısı uyukluyor. Aslında gürültülü, sıkışık, kitapyastık’lı ve tedirgin bir gece ama oldukça zinde ve dinlenmiş kalkıyorum. Kitap işe yarar demiştim heh he. Güzel, aydınlık, keyifli bir sabah. Öğlen saat 14.00’de Jaipur trenine bineceğiz. İstasyona erkenden geliyoruz. Bir pastaneden bolca alışveriş yapılıyor. Yine bol meyve; üzüm, portakal büyüklüğünde (burada hep öyle) bol sulu, kokulu, enfes mandalina, şahane tadıyla ananas (daha trene binmeden bitirdik zaten) ve muz. Meyve bu ülkede çok bol ve ucuz. Üstelik hepsi şahane tatlara, renklere, kokulara sahip. Hıyar mevsiminde İstanbul sokaklarını kaplayan taze hıyar kokuları gibi, mevsiminde işportacı tezgahlarına yeni düşen bal şeker Kırkağaç kavunları gibi çeşit çeşit taze meyve kokuları doldurmuş sokakları. O kadar bol ve taze ki sadece meyve yiyerek bir günü geçirebilirsiniz burada. Pencap Eyaletinden ayrılıyoruz artık. Gideceğimiz eyalet olan Rajhastan, ‘Racalar, Mihraceler Ülkesi’ demek ve ülkenin çöl olan tek eyaleti. Yol uzun, sabaha kadar trendeyiz. Trende bir Sih aileyle de komşuyuz. İri kıyım baba, türbanı ve güler yüzüyle sevimli biri. Karısı genç, zayıf, biraz nemrut. Ama blue-jean ve t-sirt’üyle modern bir havası var. Adamı direktifleriyle elinde oynatıyor. 3-4 yaşlarındaki sevimli keratayı biz kız sandık, erkekmiş, adı Hariş. Sihlerde kesilmiyor ya saçlar, kız gibi uzamış da uzamış saçları. O kadar kesilmiyor ki, tararken dökülen saçları tek tek toplayıp ceplerine koyuyor, sonra da yakıyorlarmış. Kesinlikle çöpe atılmıyor yani. Saadet, kadının bütün yiyeceklerinin tek tek tadına bakıyor, onun sayesinde tabi bizde, hatta acılı bamya (ne saçma söz hepsi acılı zaten) yemeğini alıp bitiriyor teklifsizce. Ne rahat bir kız yahu : ) Hariş, maskotumuz oldu. Oyun oynuyoruz, şarkılar söylüyoruz. Öpüyorum esmer mi esmer sıcak mı sıcak yüreğinden. Çocuklar, her coğrafyada güzel. Uzunca ama keyifli bir yolculuk. 20.Mart.2006, Pazartesi, Rajhastan / Jaipur, 15. Gün Jaipur istasyonuna geç saatte giriyoruz. Sokaklar tertemiz. Pek fazla inek de yok ortalıkta. Çöl ülkesi olmasına rağmen her yer yemyeşil. Jaipur, ülkenin tekstil merkezi. Bundan dolayı özel bir önem veriliyor olabilir. Hava bunaltıcı derecede sıcak. Bir rikşaya binip ‘Every Green Otel’ine gidiyoruz. Otel, adı üstünde, genişçe bir bahçenin etrafına geniş koridorlarla bağlanmış odalardan oluşmuş 2 katlı bir yapı. Her yer yemyeşil, çok güzel, sıcacık, sevimli bir yer. Bütün müşteriler sırt çantalı turist. 2 kişilik oda fiyatı kahvaltı hariç 300 rupi (7 $). Jaipur, tekstilin yanı sıra aynı zamanda el işçiliği ürünü birçok süs eşyasının üretim yeri. Hindistan’da 15 günümüz geçti ve gezmekten alışveriş yapamadık. Aslında bu ( –dık ) kısmı daha çok ekibin kızlarına ait bir belirtme zamiri : ) Çünkü kızların ‘ne zaman alışveriş yapcaaaaz, bugün alışveriş yapalım artııııkkkk’ baskısı almış yürümüş durumda. Her ne kadar şimdiye kadar her fırsat bulduklarında alışveriş yapmayı iş edinmiş, kesinlikle hiçbir fırsatı kaçırmamış, ciddiye alınacak sayıda Hint esnafını memnun etmeyi başarmış olsalar da hala özel bir alışveriş zamanı yaratmamış olmamızın sıkıntısı yaşanıyor. Zaferle ben kendi yapacağımız alışverişi yarına bırakıp Amber Kalesine gitmeye karar veriyoruz. Yerel bir otobüsle yarım saat kadar süren yolculuğumuz eğlenceli geçiyor. Yolda gölün ortasındaki yüzen sarayı görüyoruz. Evet, nasıl olmuşsa koca saray gölün ortasında kalmış. Amber Kalesi (Amber Fort), Moğol eseri. Kaleye aşağıdaki yoldan 450 rupiye (11 $) fil üstünde yolculuk yaparak gayet egzo-turistik ulaşmak mümkün. Ancak ben garip biriyim, at dahil bir hayvanın üstüne binme fikri öteden beri beni rahatsız eder. Üstelik çok da ucuz sayılmaz. Ben yürümeyi tercih ediyorum. Kale labirent gibi. Su sistemleri, aynalı-oymalı ahşap odaları çok etkileyici. Ayrıca nedense yer gök maymun kaynıyor burada. Her yerdeler, seyyar çaycının bile etrafını sarmışlar, çok komik : ) Şehre dönüşümüz karanlığa kalıyor. Odalarımızda biraz dinlenip şehre yemeğe gideceğiz. Ama her şeyim leş gibi oldu. Allahtan otelde kuru temizleme servisi var. Duş aldıktan ve birkaç parça eşyamı temizlemeye verdikten sonra ekiple yemeğe, bu kez lüks bir et restoranına gidiyoruz. ‘Hanji’ (bildiğimiz Hancı) adındaki restoran şehrin ender et lokantalarından. İçerdeki dekor ve servis etkileyici. Tertemiz giyinmiş garsonlar fır dönüyor etrafımızda. Bakalım buradan kaça çıkacağız ? Büyük bütçelerle turistik geziyi hayatım boyunca hiç yapmadım, yapmak da istemem zaten. Ama köfte yemeyi çok özledim be, giderken köfte hayaliyle gidiyorum. Burnumda kokuyor hafif yanık ızgara köfte : ) Ancak sipariş verirken ani bir ‘hissi kablel vuku’ ile vazgeçip ızgara balık söylüyorum. Bunun ne kadar doğru bir karar olduğunu ise köfteler geldiğinde anlıyorum. Çünkü köftenin tadı o kadar farklı ki, köfte ısmarlayanlar yiyemiyorlar bile. Ben de tadına bakıyorum, gerçekten bir acayip. Balıksa hımmm şeker gibi : ) Hesap 6 kişi toplam 1600 Rupi ( 40 $) geliyor, eh biraz fazla ama değer doğrusu. Yoğun bir günün daha sonu. Şu yemekte bir de adam gibi şarap oluverseydi ne olurdu sanki? Gerçi soğuk bir biraya bile razıydım ama Müslüman restoranlarında alkol fena halde ve külliyen yasak! Bu ülkede içki içmek isteyen zaten özel içki dükkânlarını bulmak zorunda. buralarda her tür alkol bulunuyor, şaraptan cine, her marka biradan İskoç viskiye, ne ararsan var. Bunların dışındaki marketlerde bira dahil alkol bulunmuyor. Neyse zaten uykum geldi. 15 günü devirdik bu acayip ülkede. 21.Mart.2006, Salı, Rajhastan / Jaipur, 16. Gün Sabahın erken sayılabilecek saatleri. Kuş sesleriyle gözümü açıyorum. Bir an nerede olduğumu çıkaramıyorum, sonra anlıyorum. Havada kır çiçeklerinin kokusu. Renk renk çiçeklerle bezeli otelin yemyeşil avlusunda, ağaçlar arasına çekilmiş hamaklar rüzgarda hafif hafif sallanıyor. İnsanlara rağmen hala cıvıldıyor birkaç sabah güneşi sersemi kuş kardeş. Pek fena sarı ve pek fazla çilli bir kız, kısacık şortu, askılı tişörtüyle sere serpe uzanmış çimenlere sabah güneşine karşı. Bense ayağımı uzatıyorum karşı masadaki şu esmer yeşil gözlü afetin yüzüne doğru. Kimseyi görecek durumda değilim, evrenle, doğayla, kendimle hesaplaşmam var benim, gözlerimi kapatıyorum, yüreğimin içine kadar giriveren turuncu Hint güneşiyle halvet olup. İçim kıpır kıpır. Mutluluğun, insanın kendini iyi hissettiği az sayıda anlardan oluşan kısacık süreçler ve hemen kaçmaya mütemayil bir enayi his olduğunu öğreneli çok oldu. Kaçırmıyorum o yüzden aniden geliveren bu sevinci, hoş geldi sefa geldi : ) Ülkemden, bildiğim tanıdığım insanlardan, yüzlerden, kültürden, dilden binlerce kilometre uzakta, her şeyiyle bana yabancı bu garip ülkede, otelin yeşillikler içindeki avluya bakan terasında, o var edici, o yaratıcı, o yüceltici yaşam sevincimi içime çekiyorum doyasıya : ) Hımmmmmmssssssssssssssssssss : ) İyi ki varım ve iyi ki yaşıyorum anasını satayım! Güneşli güzel bir gün. Uzun süren kahvaltı keyfinin ardından sokaklara atıyoruz kendimizi. O kadar renkli sokaklar ki, yol üstündeki bütün dükkanlara girip çıkıyoruz. Amber kalesine çıkmadan bir dükkandan 10 tanesini 500 rupiye aldığım ipek üstüne el yapımı desenler burada 20 tanesi 300 rupi ! Amma kazıklanmışım yahu : ) Koşturmadan dükkanlara girip çıkıp “aaa bak şu 2 lira, bu 3 lira, ne kadar ucuz ” demek çok hoş. Paranızın gücünü görüp aslında ne kadar da pahalı bir ülkede yaşadığınızı anlıyorsunuz. Jaipur denince akla Amber Kalesi’nin dışında iki tane önemli yer geliyor, biri Hawa Mahal, diğeri de Jantar Mantar. Rüzgar sarayı anlamına gelen Hawa Mahal, Kral ailesindeki kadınların ve haremdekilerin şehrin ana caddesini gözleyebilmeleri için yapılmış. 5 katlı olan binadan bütün Jaipur görünürmüş. Mihrace Jai Singh’in 1728’de yapımına başladığı gözlemevi ise Jantar Mantar adını taşıyor. Astronom kişiliği savaşçı kişiliğiyle karışan Jai Singh’in yaptırdığı beş gözlemevinden en büyüğü ve en iyi korunmuş olanı Jaipur’daki Jantar Mantar. Jai Singh, bu gözlemevini yaptırmadan önce çeşitli uzmanları yabancı ülkelere göndererek oralardaki çalışmaları öğrenmelerini istemiş. Jantar Mantar, ilk bakışta ilginç biçimleriyle bir modern sanat akımı heykel sergisine benziyor, ama buradaki her yapının özel bir amacı varmış. Bu yapılarda uygun yöntemler kullanılarak yıldızların konumları, yükseklikleri ve eğimleri ile güneş tutulmalarının tarihi hesaplanabiliyormuş. Yani ben diyenlerin yalancısıyım : )Jantar Mantar’dan çıkıp Şehir Sarayına gidiyoruz. Burası gerçekten de bir saray ve bir bölümü ziyarete açık. Neden bir bölümü açık? Çünkü Mihrace hala o Sarayda oturuyormuş ! Saray güzel ve etkileyici ama saraydan çok kapıdaki Yılan Oynatıcıları ilgimi çekiyor. Sadece egzotik doğu filmlerinde gördüğüm, Binbir Gece masallarında okuduğum o raks eden yılanlar gepegerçek karşımda işte! 3 tane hayvan gibi kobra ( heh he sözcük oyunundaki güzelliğe bak ), yılancıların çaldığı kavalın ezgilerine uyup (nasıl oluyorsa) sallanarak sepetlerden dışarı çıkıyor. Ürküntü verici, gerçek dışı bir olay bu hakkaten.Yılan oynatıcılarından biri, yılanlara dokunabileceğimizi işaret ediyor, etrafta tonla insan var, kimse yanaşmıyor, benden başkası teşne değil dokunmaya, ben de bayılmıyorum ama “ulan insan hayatında kaç defa kobraya dokunabilir ki?“ fikriyatındayım. ‘Hadi sen dokunursun’ şeklindeki tezahüratla da iyice gaza geliyorum. Parmaklarım, yavaşça kobranın derisine değiyor. Buz gibi, duygusuz ve sert. Kıvrılıyor elimin altında. Tüm tedirginliğime rağmen okşuyorum sırtını yılanın. Sadece filmlerde gördüğüm şeyi, yılanları seviyorum : ) Onlara dokunmasam, biliyorum ki hayatımın sonuna kadar pişman olacağım. Yılanı sevmek, zor. Ama, zor olan güzeldir. Risk almayan, detaydaki güzelliklere de uzak kalır. Akşam dolaşmaktan bitap düşmüş halde otele dönüyoruz. Yemeği otelde yiyeceğiz. ‘Sizzler’ denilen ve ilk defa Goa’da yediğim muhteşem vejetaryen güveçten ısmarlıyorum. Selda, Saadet ve ben bira söylüyoruz ama damlası yok, otelin sahibi de bir Müslüman’mış! Yakındaki bir içki dükkanına gidip birkaç tane bira alıyoruz, daha yemeğim gelmeden birini götürüyorum. ‘Sizzler’im, uzunca bir süre sonra, ateşli meyve tabağı şeklinde üstünden dumanlar tüterek geliyor.‘Bu vejetaryen güveci İzmir’de yapsak ne güzel olur lan’ hayalleri kuruyoruz, yemek sonrası bahçedeki hamakta otururken. Sonra, Türkiye’de bir Hint restoranı, Hindistan’da bir Türk restoranı açma hayalleriyle derin ve eğlenceli bir sohbete dalıyoruz geç saatlere kadar. Telefonumun hafızasında kayıtlı Freddy Mercury’nin içimi yakan hüzünlü sesi, gecenin sessizliğinde olanca etkileyiciliğiyle “Show Must Go On” diye sesleniyor cennetten. Çok doğru, ne olursa olsun gösteri hep devam etmeli. Gece çöküyor olanca ağırlığıyla Jaipur’a. Yukarıdaki şu parlak yıldız bana mı gülümsüyor? 22.Mart.2006, Çarşamba, Rajhastan / Jaipur, 17. Gün Sabah yine kuş sesleri eşliğindeki kahvaltı sonrası otelden çıkışımızı yapıp önce bir rikşayla otobüs terminaline, oradan da bulduğumuz otobüsle Pushkar yakınlarındaki Ajmer’e doğru hareket ediyoruz. Pushkar’dan önce Ajmer’de kısa ama önemli bir Cami ziyaretimiz olacak. 2 saatlik bir yolculuktan sonra Ajmer’e varıyoruz. Burada, Anadolu’da da çokça rastlanılan biçimde “Gül Baba” adlı önemli bir Müslüman’ın Türbesi ve dergâhı bulunuyor. Ajmer küçük ve pis bir kasaba. Hava da oldukça sıcak. Dergah ara sokaklarda, kalabalık bir çarşının sonunda. Bölgede ağırlıklı bir Müslüman yerleşim göze çarpıyor, Arapça harfler, takkeli gençler, peçeli kadınlar… Yol üzerinde sık rastlanan ve buzdolabı nedir bilmeyen kasaplar, ürünlerini açıkta sergiliyor. Her tür kol, bacak ya da sakatat, üstüne konan binlerce kara sinekle alıcısını bekliyor. Bunu gördükten sonra Hindistan’da et yemenin hiç de akıllıca bir iş olmadığı aççık seççik ortaya çıkıyor : ) Zaten vejetaryenlik daha sağlıklı bir beslenme biçimi caaanım : ) Dergah kapısında Hindistan’daki diğer bütün tapınaklarda olduğu gibi ayakkabılar çıkıyor. Herkes içeri giriyor, beni almıyorlar. Şortum problem. Ee, ne olacak şimdi ? Bir Müslüman kardeş içerden bir yerden bir etek/peştamal bulup yetiştiriyor, tabi 100 rupilik ücreti mukabilinde. Eteğimle içeri giriyorum. Ohh ne güzel bir şey şu etek, püfür püfür, şu kızlar ne şanslı birader !Yer gök insan dolu. Gül satan dükkanlar hemen her yerde. İnananlar buralardan satın aldıkları tepsi tepsi güllerle hınca hınç dolu türbenin içine girmeye çalışıyorlar. Ağlayanlar, dua edenler, kendinden geçip sallananlar… Dergahta görevli takkeli gençlerden biri mihmandarlığımızı üstleniyor, bize dergahı gezdiriyor. Müslüman olduğumuz için bizi Türbenin içine alacaklar ama ısrarla içerde fotoğrafın yasak olduğunu hatırlatıyorlar. Ayrıca ceplerimize de dikkat etmeliymişiz. Dergahta hırsız çokmuş : )Daracık türbenin içinde yüzlerce insan. Gül yığınlarıyla dolu tepsileri dualar eşliğinde türbede yatan zatın sandukasının üstüne döküyor, tepsideki gülleri örten ayeti kerime yazılı örtüyü başlarının üzerine -nedense- çadır yapıp yine dualar eşliğinde dışarı çıkıyorlar. Hinduizm, Guru Nanak Dev Ji’nin Sih dini, Budizm, Müslümanlık… Hepsinde çiçek sunma ritüeli aynı. Para toplama yöntemi de öyle. Görevliler hemen bir defter getirip, miktarı da belirterek para bağışı yapmamızı istiyorlar. Bağışsa ne kadar vereceğimi bana bıraksanıza yahu ? Yok, üstümüze başımıza bakıp onlar karar veriyorlar. Dışarı zor atıyoruz kendimizi, biz çulsuz turistleriz, aziz ve muhterem din kardeşlerim : ) Hem Gül Baba’nın pek ihtiyacı yokmuş gibi görünüyor : ) Türbenin taşlarına başlarını koyup ağlayanlar, Kudüs’teki Musevilerin ağlama duvarını andırıyor. Birkaç derviş, ellerini insanların başlarına dokundurup ceplerinden çıkardıkları bir şeyi yemeleri için veriyor. Ne veriyor acaba? Meraklıyım ya, insanın başına da ne gelirse ya meraktan ya taraktan gelirmiş ya, yerimde duramıyorum, yanaşıyorum bir dervişe, kararlıyım, illa ki dokundurtacağım kendime : ) İri yarı, kara sakallı, üstü başı pislikten kararmış derviş, eliyle benim de başıma dokunduktan sonra cebinden çıkardığı beyaz pirinç patlağına benzer yiyeceği avucuma bırakıyor. Ağzıma atmamla, çıkarmam bir oluyor, ağır kokulu, yağlı ağızda dağılan iğrenç bir şey. Çaktırmadan yere atıyorum. Müslümanlık ülkeden ülkeye ne kadar da çok değişiyor ve ne kadar değişik ritüellerle bezeniyor.Gün hızlıca dönüyor, saat 3 oldu bile. Biz hala sabah kahvaltısıyla duruyoruz. Ajmer’den yarım saatlik mesafedeki Pushkar’a gidip döneceğiz ve Delhi trenine bineceğiz. Zaman az. Bir taksiyle 300 rupiye (7 $) Pushkar’a ulaşıyoruz. Yol boyu dizilmiş maymun toplulukları, alışkanlık ve sıkkınlıkla gelen geçenleri seyrediyor. Pushkar, bir göl etrafında kurulmuş çok güzel bir kasaba. Hem bu nedenle, hem de buradaki eski Hindu Tapınağından dolayı oldukça turistik. Sokaklar yabancı turistlerle dolu. Sıra sıra dükkanlar, binlerce eski-yeni elişi Hint mallarına müşteri arıyor. Bir gümüşçüden koluma 320 rupiye (7-8 $) gümüş bir bileklik alıyorum. Kızların dediğine göre Türkiye’ye göre gümüş burada acayip ucuzmuş, ama işçiliği beğenmediler. Olsun zaten ben incelikten anlamam, kaba saba bir adamım : ) Sokaklarda avare avare dolaşıp (bu arada sözcükteki metafora dikkatinizi çekerim, bir yandan da ünlü bir Hint filmi olan ‘Avare’yi çağrıştırıyorum heh he) yemek için bir yere oturuyoruz. Manzara gerçekten eşsiz : karşıda çöplük, hemen yanı açık hava helası : ) Ben önce diğerleri gibi ‘Oha lan, bu kadar da olmaz, hayatta yemem ben burda’ diyorum, ama sonra ‘aman yaa, biz Türk’üz kardaş, bize bir şeycikler olmaz’ şeklinde özetlenebilecek bir bilimsel olgunlukla bir şeyler atıştırıyorum : ) Pushkar’dan bindiğimiz otobüs yine uluslar arası yolcularıyla, çömkürerek kalkıyor. Her milletten insan var, İtalyanlar, İspanyollar, Japonlarla dolu arabamız. Ajmer’de yolun sonuna doğru, önümüzdeki eğlenceli ve gürültücü gruba nereli olduklarını soruyoruz, aralarından yemyeşil gözleri, fidan gibi boyuyla bir afet-i devran İsrailli olduklarını söylüyor. Bizim Türk olduğumuzu öğrenince de, afet kardeş sevinçle kendi annesinin İstanbullu olduğunu söyleyip Türkçe ‘güle güle’ diyor. Ben de bildiğim tek İbranice kelime olan ‘Şalom’la uğurluyorum onları. Gülümseyerek vedalaşıyoruz bu kısa yol arkadaşlarımızla. Ajmer treni, Delhi’ye, ülkenin başkentine götürecek bizi. Saadet’in gruptan ayrılma zamanı geldi, zamanı az olduğu için o Delhi’den Türkiye’ye dönecek, biz ise Zafer’le devam edeceğiz. Garip duygular içindeyim. Bir taraftan evimi, çocukları çok özledim, bir taraftan hiç dönmek istemiyorum. Acayip bir şey. Zaten ben kendimi ne zaman anladım ki?

-DEVAM EDECEK-

1 yorum:

  1. Göz ucuyla bakayım dedim, bir solukta yazının tamamını okudum. Diğer yazılarınızı da, aynı keyifle okuyacağımı düşünüyorum. İmrendirdiniz...

    Hakan Güneş

    YanıtlaSil