Hoşgeldin Ey Yabancı !

BU BLOG ÖNCELİKLE, YOLDAN ÇIKMAYA MEYİLLİ AMA BU CESARETİ BULAMAYANLARI YÜREKLENDİRMEK VE DÜRTMEK İÇİN YAPILMIŞTIR !

13 Kasım 2009 Cuma

Bir Düş Ülkesi: Hindistan - 3

11.03, Cumartesi, Goa, Palolem 6.Gün

Sabah, eyaletin başkenti Panaji’ye (buraya Panjin de deniyor) gitmek için yerel otobüsleri kullanmaya karar veriyoruz. Otobüste ilk dikkati çeken şey kapı girişindeki büyük puntolarla yazılmış bir yazı : “no smoking, no stilling, no drugs”. (tükürmek, sigara ve uyuşturucu içmek fena halde yasaktır lan! ). Bunlar otobüste icra ediliyor olmalı ki adamlar haybeye yazmamış. Yolumuz Palolem’den Margao’ya 40 km. kadar ama 2 saat sürüyor. Kişi başı 17 rupi.(60 kuruş). Denize paralel giden güzel bir manzara yol boyu. Margao’da otobüs değiştiriyoruz. Bölgenin başkenti Panaji 1 saat sürecek ama daha önce biz Old Goa denilen Eski şehirde ineceğiz. Rahat ama sıcak bir yolculuk. Kısa zamanda yapış yapış oluyoruz. Old Goa’da bizi ilk olarak, Gandhi’nin küçük bir kızla birlikte görüldüğü heykeli karşılıyor. Tertemiz, büyükçe meydanlar. Hıristiyanlık ve Avrupa kültürünün en uzun süre yaşadığı yer Goa. Hem doğa çok güzel Goa’da, hem de kültür Avrupa’ya yakın. Hepsi aynı ırk ama Hindu ve Müslümanlar sefaletten ve çok acı ama pislikten dolayı hemencecik ayırt ediliyorlar, ne garip. Saint Francis Xavier Katedralini geziyoruz önce. Oldukça büyük ve etkileyici olan Katedrale adını veren Aziz, Portekizli bir misyoner. Japonya dahil olmak üzere birçok ülkeye Hıristiyanlığı götürmüş. Goa’da ölmüş, aradan geçen 500 yıldan sonra açılan sandukasında naaşın hala sapasağlam olduğu görülünce Aziz kabul edilmiş. Bu nedenle Hıristiyanlar için önemli bir Hac mekanı burası. Katedralde baş parmağını bir cam kutu içinde sergiliyorlar Aziz Beyin, her nasılsa hakikaten bozulmamış, öylece sapasağlam duruyor. Sandukayı ise her 12 yılda bir açıp kontrol ediyorlarmış, biz anlatılanların yalancısıyız. Bu ülkede dikkatimi çeken şeylerden biri de ayırt etmeksizin bütün tapınaklardaki doğal yaşam. Hıristiyanlar da, Sihler, Müslümanlar, Budistler ve Jainler de tıpkı Hindular gibi neredeyse hep tapınaklarda yaşıyorlar, yiyor içiyor, yatıyor kalkıyorlar. Bizdeki ya da Batıdaki gibi sadece ibadet zamanları gelinen yerler değil tapınaklar, her daim hayat dolu. Katedralden çıkıp hemen karşısındaki Se Kilisesi ve Müzesini dolaşıyoruz. Müzenin üst katında, Portekiz egemenliğinin başladığı 1500’lerden Goa Eyaletinin Hindistan’a katıldığı 1961’e kadar burada Valilik yapmış yöneticilerin devasa yağlıboya portreleri sergileniyor. Bir gelenek olmalı, her atanan Vali 2-3 metrelik bu dev portrelerden yaptırmış. Bir tarih galerisi gibi, adamın yaşlı mı genç mi, şişko mu atletik mi ne menem olduğunu izliyorsun, pek münasip bir gelenek. İçlerinde ünlü Portekizli kaşif Vasco De Gama’nın da bulunduğu (bölgenin 3. Valisiymiş ve eyalette adını taşıyan bir de şehir var ) valilerin tabloları gerçekten enfes. Artık boyaları dökülmeye başlamış olsa da müthiş bir şey bu. 1961’de egemenlik Portekiz’den Hindistan’a geçerken Hintliler bu portreleri vermek istememişler, sömürge olarak da olsa tarihlerine sahip çıkmalarının çarpıcı bir göstergesi. Neden bizde yok diye hayıflanıyoruz. Genç Fatih Sultan Mehmet, kendi portresini Bellini nam Venedikli kafire yaptırdı diye adını Gavur Padişah’a çıkartan bir milletin ahfadıyız, şaşmamak gerek aslında: ) Ne yazık ki buranın fotoğrafını çekmek yasak, çünkü flaş yağlı boya resimleri fena halde bozuyormuş. Eh çekmeyiz biz de bekçi abi, sanata saygımız sonsuz. Aşağıdaki galeride Hindu uygarlığının başlarında (MÖ 1500) yapılmış acayip futurist heykellerin ise dayanamayıp gizlice fotoğraflarını çekiyorum. Bu heykellerin hepsi birbirinden ilginç ve fakat bir tanesinin önünde gereksiz bir kalabalık var, kızlı erkekli lise öğrencileri birbirlerini dürtükleyip kıkırdıyor, ne ayak diye yaklaşıyoruz, heykelde öyle sürrealist bir erkeklik organı var ki, tövbe estağfurullah sorma gitsin, zaten anlatmaya sözcükler yetmez : ) Old Goa’da görülecek yer çok ama biz Panjim’e gitmeliyiz. Yine sıkış tepiş olan otobüsümüz Panjim’e 1 saatte varıyor. Üstelik bu kez ayakta yapıyoruz yolu. Yorucu bir yolculuk. İndikten sonra Panjim’i ikiye bölen bir süre nehir boyunca yürüyoruz. Tertemiz, Avrupa kentlerine benzer caddeler. Amacımız buranın ünlü nehir gezilerinden birine katılmak. Yerli halktan büyük bir ilgi var bu gezilere, ortalık mahşer yeri gibi. Teknemiz yola koyuluyor, eğlence başlıyor. Tanrım ne dandik eğlence : ) 3-4 kişilik bir grup müzisyen, popüler Hint müziği çalıyor, ayaktaki sunucu/şovmen kılıklı da milleti gaza getirmeye uğraşıyor. 2 kız-2 erkekten oluşan berbat bir grup da dans ediyor fonda. Ama bu gaza getirme işi çok da zor değil, çünkü Hint insanı eğlenmeye çoktan teşne. Bu noktadan sonrası daha eğlenceli, alkışlar arasında hemen herkes fırlıyor sahneye ve garip hareketlerle göbek atmaya başlıyor. Sahnede yer kalmadığı için yerinde dans edenler de var. Toplu ve çığından çıkmış bir çılgın dans partisinin ortasındayız. Saadet dayanamayıp o da sahneye fırlayarak, balık etini hayli aşan ve genel Türk kadını karakteristiğini taşıyan vücuduyla Türk oryantal sanatının ince örneklerini sergilemeye başlıyor Hintli kardeşlerimize: ) Gezi teknemiz nehrin denize kavuştuğu yerden geriye dönüyor ve çok şükür ki bu “kisch” eğlencemiz sona eriyor. Benden size tavsiye, eğer Panjim’e gidecek olursanız sakın bu salak geziye takılmayın, 100 rupinize yazık: ) Sonrası otobüsle Palolem’e dönüş. Bir iki atıştırmadan sonra biraz yürüyüş sahil boyunca. Elektrikler ne mutlu ki yine kesik ve dolunay ışığında kumsalda oturup gökyüzünü seyretmek müthiş bir keyif, binlerce yıldız tepende, kumsal, dalgalar, rüzgarda sallanan egzotik Hindistan cevizi ağaçlarının gölge oyunları, sessizlik… Yarın cennet Palolem’deki son günümüz. Kafama koydum, sabah erken kalkıp denize gireceğim.İsrailliler yorgun galiba, onların bile sesi çıkmıyor bu gece : ) Rüzgar durdu. Egzotik kuşların ve dalgaların ritmik sesi sadece. Uyumak için bundan daha güzeli var mı? Gece sessiz, sabaha uzanıyor.

12.03, Pazar, Margao -Agra Treni 7.Gün

Sabah erkenden Zafer’in sesiyle uyanıyorum. Güzel bir soğuk duş kendime getiriyor beni, sonra lokantamızda siyah çay (sallama tabi) ve tost söyleyip doğruca denize giriyorum. Nasılsa tost hazırlanana kadar en az 1 saat geçecek : )Restoran kılıklı kır kahvesiyle deniz arasında sadece 5 metrelik bir sahil var. Oturduğunda dalgalar ayaklarına dek uzanıyor nerdeyse. Zaten denizden garsonu kesiyorum, elinde bir şeyle görünse masaya ulaşmam 30 saniye : ) Kahvaltı sonrası tekrar deniz. Ne denizi be, okyanus! Bu yine gülümsetiyor beni. Evet okyanus. Kumsala uzanıyorum sere serpe. Sersem bir sırıtış yerleşiyor yüzüme. “Güneş, deniz ve ben bahtiyarım ! ” Bir belirsiz zaman sonra birden bire güneş kararıyor. Noluyor lan? Gözümü açıyorum, hayır, güneş değil kararan, bembeyaz parlayan dişleriyle sırıtan bir surat gölge ediyormuş. Güneşimden kaç be kadın! Boncuk satıcısı bir kadın, ellerinde, kollarında türlü çeşitli bilezikler, yüzükler, rengarenk boncuklarla dibime çöküyor teklifsizce. A be kadın, ben dünyanın ve insanın anlamına ilişkin çok önemli bir felsefik tartışmayı yaşıyorum içimde, zamanı mı şimdi üç kuruşluk boncuğun? Yıkıl karşımdan! Demiyorum tabi bunu ona, o kadar güzel gülüyor ki hasba : ) Adı Maya’ymış, isimdeki asalete bak. Güldüğü zamanlar hariç en azından 35’inde gösteriyor. Oysa sadece 24 yaşındaymış, şaşıp kalıyorum. 2 oğlan 2 kız çocuğu olan Maya, Rajhastan denilen ve çöl ikliminin hakim olduğu oldukça uzak bir batı eyaletinden geliyor. Boy boy çocuklarına yaşlı annesi bakıyormuş. Bir şey alacağım yok ama gitmiyor bir türlü, bir taraftan gülücükler saçıp bir taraftan da bir şeyler almam için sıkıştırıp duruyor. Çok pis cimriyim ben, hayatta almam diyorum, anlamıyor mu, yoksa ona eğlencelik mi olduk bilmem ama gülüyor da, gülüyor. Git başımdan kadın, şurda Atman’ı arıyoruz, sen boncuk moncuk beni eğliyorsun : ) Kendisi gibi 2 satıcı kadın daha geliyor bir süre sonra, onlara her ne anlatıyorsa kadınlar gülmekten kırılıyor. Bir süre daha geyik çevirdikten sonra Maya benden umudu kesip diğer kadınlarla birlikte kıkırdayarak uzaklaşıyor. Gözden kaybolana dek arkasını dönüp uzun uzun bakıyor, 24 yaşındaki, 4 çocuklu Maya hanım. Maya’cım, bizler ayrı dünyaların insanıyız iki gözüm : ) Güle güle, belki bir sonraki reenkarnemize inşallah : )Bugün yol günü. Goa tatilimiz sona eriyor ve 14.30 treniyle Margao üstünden Agra’ya gideceğiz. Yol 36 saatten fazla sürüyor ve bu süre hep trende geçecek. Gitmeden önce Ayuverdic Masaj yaptırmayı kafama koydum ya, durmadan barakayı kesiyorum, biri girse ya da çıksa, baskın marifetiyle “ahanda ben geldim” narasıyla barakayı basıp masajımı yaptıracağım, lakin ne zaman baksam kapı kapalı. Sonunda bir amcanın kapıyı açtığını görüp fırlıyorum. Fiyat 400 rupi (14 YTL). Fiyat oldukça pahalı ama sorun para değil, 2 saat sonra yola çıkmalıyız ve masaj 1,5 saat sürüyor. Toplanmadım bile. Nasip bir başka baharaymış, neyleyim? Dönüp eşyalarımı topluyorum. Kıçımdaki pişik yaraya dönüştü, bazen çok acı veriyor ve pudra da bir halta yaramıyor. Üstelik denize girince müthiş yanıyor ama bu çok iyi çünkü deniz tuzu iyileştirici. Bir kez daha suya girip duşumu alıyorum. Palolem’e veda zamanı geldi. Otobüse zor bela yetişip eşyaları aracın üstüne atıyoruz. Muavin var ama niyeyse eşyalarını kendin çıkıp yerleştiriyorsun, ineceğin zamanda kendin tırmanıp çözüp alıyorsun. O güzelim doğa içerisinde ve yanık bir Hint ezgisi eşliğinde yeniden yollardayız. Durma bir şeyler atıştırıyoruz yol boyu. Zaten çok fazla da yapacak şey yok. Etrafa bulaşmak, esmer, çok pis ve ama çok sevimli Hint çocuklarını sevmek, kitap okumak, geyik çevirmek ve tıkınmak. Zaman bol. Samoza, sütlü çay, bananas, yani muz, neskafe ve tabi su. Bolca su içiyoruz bu ülkede, günde belki 5-6 litre. İçmeliyiz de. En önemli ilacımız o. Bir ara içim geçiyor, 3 saat sonra uyandığımda hava kararmış. Görevliler yemek siparişi alıyor. Akşam yemek arzu eder miymişiz? Ne var abi yemekte? Hindistan’ın ulusal yemeği sayılan ve ‘Dhal’ denilen baharatlı, bol acılı bir tür mercimek çorbasıyla pilavdan oluşan bir menü. Tamam alırız. Yemek parası şak diye görevliye ödeniyor, yemekler geliyor. Bolca gırgır yapıyoruz ekip olarak, yanımızdaki Hindu amca etkileyici akşam duasını okuyup yatıyor, onu izliyoruz bir süre. Gece erken çöküyor yine. Sonra giderek sessizleşiyoruz. Herkes kendi dünyasına çekiliyor. Hüzün basıyor, yavaş yavaş gelen bir baş ağrısı gibi. Deniz’imi özledim en çok, saf, temiz, riyasız sevgisinin kokusunu. Ve Gökçe’mi, ağzı kulaklarında “Hoş geldin Babacım” diyen sesini… Özlemek güzel. Özlemek yaşadığını hatırlatır insana. Güç verir. Hedef koyarsın kendine, amacın vardır. En kötüsü, yaşamın olağan akışına bırakıp kapıp koy vermektir kendini, her allahın gününü birbirinin aynı yaşamaktan alıkoyar insanı özlemek. Sevmek kadar, özlemeyi de bilmeli. Özlemek iyidir velhasıl. Yatma saatidir artık. Zafer’in verdiği kilitle çantamın ağzını kilitliyorum. Zincirle çantaları da birbirine bağlıyoruz. Sık olmasa da yaşanabiliyor hırsızlık olayları, özellikle turist çantaları malum nedenlerle pek gözde. Yine de bu yoksulluğa rağmen, yaşananlar devede kulak misali. Ama tedbiri elden bırakmamalı. Şehirlerden, ışıklı ışıksız irili ufaklı yerleşim yerlerinden geçiyoruz. Trenin camından kendi yansımamı izliyorum. Giden ben miyim? Şu önümde akıp giden sahi ben miyim yoksa zaman mı? Atman nerde acaba Necdet usta? Şu birbiri ardına geçip gittiğimiz köylerden birinin basit tapınaklarında mı saklanır acep? Rüzgarın sesinde mi? Karma karışık duygular içindeyim. Gündelik hayatın sorunlarından ne kadar da uzağım. Bildiklerimi unuttum burada, unutmadıklarım da anlamını yitirdi sanki. Uzun zamandır bu kadar çok derinlerime bakmamıştım. Kendimleyim, kendimdeyim, içimdeyim. Camdaki yansımam hınzır bir sevecenlikle gülümsüyor. 13.03.2006, Pazartesi, Margao-Agra Treni 8.GünSıkıntılı ve karışık rüyalar görüyorum. Yatak rahat fakat lanet olası ayağım sığmıyor, dışarı uzatsam gelen geçenler takılacak, uzatmasam bir süre sonra uyuşuyor. Yukarı kaldırmak da çözüm değil, rahatsız bir uyku. Yine de sabah gözlerimi açtığımda dilimde Şebnem Ferah’ın “Can kırıkları” şarkısı, ne alakası varsa : ) Trende uzun süre gitmek garip bir duygu. Hani uzun süre denizde seyahat edenler karaya çıktıklarında sallanmaya devam ederler ya bir süre, bu da öyle, devamlı sallanıyorsun. İnsanoğlu ne garip, bir süre sonra her şeye uyum sağlayabiliyor. Eğer bir rötar olmazsa 2300 km. sonra sabaha karşı 03.00 de Agra’da olacağız. Agra, Hindistan’ın ulusal simgesi muhteşem Tac Mahal’e ev sahipliği yapan kent. Görmek için sabırsızlanıyorum. Sabırsızlanıyorum? Hayır, doğru kelime bu değil, heyecanımdan ve merakımdan gebereceğim! 14.03.2006, Salı, Agra, 9.GünGecenin sabaha döndüğü kör bir vaktinde, daha kargalar kahvaltılarını etmeden iniyoruz Agra’ya. Serin bir sabah. Dilenciler sarıyor etrafımızı. Uykusuz ve yorgunuz, beynimin içinde takırdayan raylar var. Gidip yatsanıza ulan ! Karnımız aç. İstasyondaki nispeten temiz görünen bir lokantada (çünkü o sırada temizlik yapıyorlar) siyah çay yanında biraz çapati yiyoruz. Çapati, bizim boş gözlemeyi andırır bir şey. Aç karnına pekala gidiyor. Sabahı burada karşılayıp 6 gibi yola çıkacağız. Agra’ya girmeden önce uğrayacağımız başka yakın şehirler var görülmesi gereken. 1700 rupiye (yaklaşık 40$) bir taksiyle anlaşıyoruz, bizi Agra’ya 70 km mesafedeki Vrindavan ve onun hemen yakınındaki Mathura şehirlerine götürecek. Hayalet şehir Fetihpur Sikri’yi gezdikten sonra Agra’ya bırakacak. Yola çıkıyoruz. Agra’nın içine girmeden, ara sokaklarından, varoşlarından geçiyoruz. Sefalet anlatılır gibi değil. Her seferinde ve her gördüğüm şehirde, burası Hindistan’ın en yoksul, en sefil, en pis yeri herhalde diye düşünüyorum. Bunun ötesi olur mu? Olur. Oluyor işte. İnekler, köpekler, keçiler, domuzlar ve maymunlar insanlarla iç içe yaşıyorlar. Her yerdeler. Rahatlıkla besleniyor, çiftleşiyor ve yaşıyorlar. Kimse bir gariplik ve rahatsızlık duymuyor bundan. Dükkanların içine bile giriyor, hırsızlık yapıyor, istasyonlarda yatıp kalkıyorlar. Çöpler, hayvan pisliklerine ve leşlerine karışıyor. Yerdeki boklara basmamak hayli maharet ve dikkat istiyor. Ara sokaklardaki hayat daha çarpıcı. Asfalt yok, evler (ev denebilirse tabi) tek katlı naylonla örtülmüş barakalardan oluşuyor. Sokaklardan lağım akıyor. Sinek vızıltılarına karışmış çocuk sesleri her şeye rağmen cıvıl cıvıl, neşeli. Bir sokak bakkalından su almak için duruyoruz. Dükkanın içinden bir keçi fırlıyor, acayip tırsıyorum. Millet kırılıyor, ne gülüyorsunuz be, boş bulunduk işte. Hintli çocuklar gülmekten yerlere yatıyorlar. Size eğlence çıktı değil mi lan şoparlar ? : ) Sıkıntılı bir yolculuktan sonra Vrindavan’a varıyoruz. Vrindavan… Ne ahenkli, ne şiirsel isimleri var bu şehirlerin? Vrindavan’da, yapılış tarihi tam bilinemeyen bir tapınak bulunuyor. ‘Kala Balaram Tapınağı’. Hindular buraya ülkenin her yerinden hacı olmaya geliyor. Tapınağın içi ve etrafı maymunlar ve yarasalarla dolu. Bütün tapınaklarda olduğu gibi burada da ayakkabılarımızı çıkartıp öylece giriyoruz içeri. Diğer Tapınaklardan farklı olarak içerisi boş. Sanırım yeni bir restorasyon yapılacakmış. Boş demek yanıltıcı aslında. İçerde maymun ve yarasaların egemenliği kurulmuş, maymunların sesleri yarasaların çığlıklarına karışıyor. Gerçeküstü bir dünyadayım sanki. Ya da garip, ürkütücü bir rüyanın tam ortasında. Onlarca maymun, yüzlerce yıllık sütunların arkasında dolaşıyor, oynuyor, bağrışıyor. Arada bir yanımızdan çığlıklar atarak geçen yarasalardan irkiliyoruz. Yüzlerini turuncu, sarı, mavi bin bir renge boyayan, gözleri sürmeli, yaşlı adamlar, kadınlar, çocuklarla birlikte ziyaret ediyoruz bu kutsal mabedi. Huşu içinde kendinden geçmiş kadınlı erkekli bir grup, ellerinde garip çalgı aletleri, dans ederek ve çalıp söyleyerek, gelip geçiyor yanımızdan. Erkeklerin üstleri çıplak, ayakları yalın. Acayip bir dünyanın tam da içindeyim. Bilmediğim bir masalı yaşıyorum sanki. İnanılır gibi değil gördüklerim. Oradan çıkıp bir başka Tapınağa giriyoruz. Yerler basbayağı çamur, ama olsun ayakkabılar illa ki çıkacak. Çamurlara basa basa Tanrı heykelciklerinin olduğu bölüme giriyoruz. Bölüm, perde ve camekanla kapalı. Hep olduğu gibi burada da Tanrılarının önünde oturup ibadet eden buranın sorumlusu bir rahip var. Rahip bizi oturtup, kaşlarımızın arasına turuncu boya sürüyor. Sonra duayla perdeyi açıyor. Fil-tanrı ve diğer tanrı heykelleri, altın sırmalı perdeler, rengarenk çiçekler ve yaldızlarla bezenmiş. Rahip bize tapınağın tarihçesini anlatıyor. İçerde altınlarla bezeli heykellerin arasında irice bir fare bizlere aldırış etmeksizin geziniyor. Bu insanlar nasıl oluyor da salgın yaşamıyorlar acaba? Ya da yaşıyorlar da bizim mi haberimiz olmuyor? Ve bu denli büyük bir düşünce ve uygarlık yaratmış bir olan bu toplum, nasıl olur da böylesine bir pisliği doğal karşılayabilir? Rahip daha sonra kocaman bir defter çıkarıp adlarımızı, adreslerimizi işledikten sonra “eh eşek değiliz ya” yüklüce bir bağışta bulunmamızı istiyor. Biz 100 rupi hazırlamıştık ama Rahip 100’er rupiye bile kanmayacak gibi. Zorbela kurtuluyoruz oradan.Sokakta dehşetli bir kalabalık. Vrindavan’da kutsal mabetler olduğu için her yer Hindu hacılarla dolu. Yüzleri boyalı, elleri mızraklı hacılar, mistik öykülerle bezeli 1001 gece masallarından fırlamış gibi. İnekler, keçiler, maymunlar ve insanlar bir sel halinde akıyoruz. Çok garip ama gerçek işte !Tam arabamıza gelmişken bir gürültü, bir vayvela kopuyor. Bir grup insan tahtırevanlı bir arabayı çekiyor. Perdeli tahtırevanın içinde Hindu Tanrılarının rengarenk kır çiçekleriyle bezenmiş heykelleri var. Nerden bulunur ki bu kadar çiçek? Her yerde her dem taze kır çiçekleri Tanrılara armağan ediyorlar, onları süslüyor püslüyorlar. Dağlar çiçeklerle dolu olsa gene de yetmez gibi geliyor insana. Allı yeşilli morlu ama illa ki turuncu ağırlıklı giysiler içindeki bando önde, ellerinde mızraklarıyla yüzleri boyalı rahipler arkada, diğer insanlar onların da arkasında tahtırevanı çekiyor. Ne şamata ama : ) Bolca fotoğraf çekiyorum. Bütün Hindular yıl boyu böyle, bir festival bitiyor diğeri başlıyor, haftanın her günü bir hareket bir eğlence bir bayram! Ne güzel ülke : ) Nice sonra aracımıza binip Mathura’ya doğru yola koyuluyoruz. Tanrı Krişna’nın bu şehirde doğduğuna inanılıyor ve doğduğu yere 1000’lerce yıl önce büyükçe bir Tapınak yapılmış. Müslüman Moğol İmparatorlarından biri, bölgedeki egemenlik döneminde bu Tapınağı yıktırıp yerine Cami yaptırmış. Hindular egemenliği ellerine alınca bu kez Camiyi yıkıp Tapınaklarını yeniden inşa etmek istemişler. Müslümanlar ayaklanmış, binlerce insan ölmüş. Sonunda Hindular Tapınaklarını Caminin hemen yanına yapmışlar. Bu nedenle ‘Hare Krişna’ Tapınağında güvenlik her zaman en üst düzeyde tutuluyor, her yerde uzun namlulu silahlarla nöbet tutan askerleri görüyoruz, girişte biz de daha önce hiç karşılaşmadığımız şekilde donumuza kadar aranıyoruz. Askerin biri pis pis sırıtarak para cüzdanımı açmamı istiyor, sert tepki gösterip açmayacağımı söylüyorum. Telaşlanıp bırakıyor beni,ses çıkarmasam paralardan bir kısmı kalk gidelim olacak :) Hinduizm müzik ve dansla iç içe. Tapınakta neşeli ilahilerle dans eden Hinduları izlemek keyif verici. Kıvrak ezgilere dayanamayıp biz de dans edenlere katılıyoruz. Sen çok yaşa e mi Hare Krişna! : ) Yola devam ediyoruz. Müslüman şoförümüz sanırım kısa olsun diye, normalde bile delik deşik olan ana yollar yerine bozuk köy yollarına dalıyor. Bozuk dediysem, anlatılır gibi değil. Aslında patika olan ve her hangi bir yol yapım aracının hiç uğramadığı, doğal seleksiyonlarla yol halini almış, yarısı zift ve balçık çamur, diğer yarısı ise derin çukurlar ve hayvan pisliklerinden oluşan bir satıh. İçinden geçerken aracımız bir o yana bir diğer yana batıyor, her ne hikmetse devrilmiyor ve herhangi bir çukurda saplanıp kalmıyoruz. Şoförümüzün yüzü ise en ilginci, bizim “işte şimdi boka sardık, ne halt edeceğiz lan” dediğimiz yerlerde bile herhangi bir ifadeden yoksun olarak vuruyor aracını alışkanlıkla yola. Sanki yüz sinirlerini aldırmış amcam. Kendi içinden şaşırması bile mümkün, “ulan bu turistlerde amma nane molla ha!” diyerek : ) Oysa biz bunlara çok da uzak olmayan bir memleketten geliyoruz. Buna rağmen, anlatılır gibi değil diyorsam, anlatılır gibi değil : ) Güneş öğleden sonraya çoktan döndü. Biz hala yollardayız. Bir taraftan yol bir taraftan uykusuzluk, diğer taraftan açlık beter. Eh sabahın beşinde yenilen çapatinin üstünden uzun saatler geçti. Hepimiz kurtlar gibi açız. Nihayet temiz gibi görünen, içinde kebapların da piştiği (yani bir Müslüman) lokantasına oturuyoruz. Temizlik felaket, anlatmayacağım, yoksa yazının gerisini okuyamadan lavaboda bulursunuz kendinizi, ama gözümüz dönmüş, getir birader deyip bir şeyler söylüyoruz. Ben, nispeten temiz olma ihtimali en yüksek yiyecek olarak tavuk söylüyorum. Bak ama, ne yalan söylemeli, yediğim tavuk ızgara bu güne kadar yediklerimin en iyisiydi nerdeyse, gerçekten enfes! Bana saatler gibi gelen nice bir zaman sonra yorgunluk ve uykusuzluğun da ağırlığıyla canımızdan bezmişken Fetihpur Sikri’ye geliyoruz. Hayalet Şehir Fetihpur Sikri’den önce şehrin hemen girişinde bulunan Cuma Mescidi’ni geziyoruz. Mescid dediysem ufak bir bina anlaşılmasın, bizim Sultanahmet Camii büyüklüğünde bir yer. Cuma Mescid, Ünlü Moğol İmparatoru Şah Cihan tarafından 1648’de kızı Jihanara adına yaptırılmış. Mescide girerken kadınlar başlarını örterek kurtulurken, benim şortum problem yaratıyor. Hemen bir etek bulunuyor bir yerden, şortun üzerine geçirip etekli adam olarak Camiyi gezebiliyorum : ) Ekipte eteğimin yakışıp yakışmadığıyla ilgili geyik çevrilmeye başlanıyor hemen. Genel kanı çok açmış beni: ) Oh, havadar havadar, ne güzelmiş yahu : ) Kızlar en azından bu konuda oldukça şanslı. O camiadan olsam etekten başka bir şey giyersem namerdim : ) Camiden sonra Fetihpur Sikri’yi geziyoruz. Giriş oldukça pahalı, kişi başı 250 rupi.(5-6 $). Tac Mahal’den dolayı Agra ve çevresi oldukça turistik bir bölge, bu yüzden de fiyatlar yüksek. Zaten yoldaki lokantaya tam 2000 rupi ödedik ki bu buralar için küçük bir servet. Fetihpur Sirki, 1550’lerde İmparator Ekber zamanında Moğol İmparatorluğuna başkentlik yapmış. Bir süre sonra susuzluk nedeniyle şehir tamamen terkedilmiş. Etkileyici bir yer, koca bir şehir ayakta ama yüzyıllardır yaşayan kimse yok. Oysa çocuk sesleri doldurmuştu bir zamanlar bu sokakları, cıvıl cıvıl kadınlar, güçlü savaşçı erkekler. Nereye kayboldu şimdi o sesler, Güllü Agop’un dediği gibi buralara mı asıldı o sesler, o gülüşler ? Biz şehri gezerken Zafer hafıza kartlarını cd’ye aktarmak için gidiyor. Çıktığımızda Zafer hala yok ortalarda. Zafer’i beklerken Abdül’le tanışıyoruz. Abdül 40 yaşlarında, upuzun saçlı, küpeli, beyaz entarili, 5 çocuklu, işsiz, fanatik bir Müslüman. “Şeytan” Amerika’ya lanet yağdırıyor. Danimarka’daki Peygamberin karikatürüne de çok bozulmuş, burada binlerce kişilik bir protesto yaptıklarını anlatıyor şevkle. Müslüman olduğumuza bir türlü inanmıyor. Saçları açık kadınlar, şort giyen erkekler ona göre Müslüman değil. Kafirlere benziyoruz biz. Zaten Atatürk’ten sonra Araplıktan da çıkmışız ! Hindistan’daki Müslümanlığı temsil eden ay-yıldızlı bayraklarının nerden geldiği konusunda ise hiçbir fikri yok. Buradaki Müslümanların aklı biraz karışık yani sizin anlayacağınız : ) Nihayet Zafer geliyor ve Tac Mahal’e doğru yola koyuluyoruz. Tac Mahal! Hayallerin vardığı son nokta. Lise Edebiyat Kitaplarının soluk sarı renkli sayfalarından yansıyan o pırıltı işte birazdan karşımda olacak ! 750 rupi (20$) giriş bedeli var, deli para ama eh burası için normal, New York’un Özgürlük Anıtı, Paris’in Eyfel Kulesi neyse, Tac Mahal’de o. Türlü çiçeklerin süslediği etkileyici bir bahçeyi geçip, giriş kapısını aştıktan sonra nihayet bembeyaz mermerleriyle soluk kesici güzellikte binanın önündeyim. Hep hayal etmiştim burayı görmeyi. Hayallerin gerçekleşmesi, çok var edici bir şey insan için. İçim huzurla ve sevinçle doluyor. Tac Mahal’deyim! Ne kadar güzel, ne kadar coşkun, ne kadar bakılası bir yer bu böyle ? Hikayesi de binanın kendisi kadar güzel. Büyük Moğol İmparatoru Şah Cihan, 17 yıllık sevgili eşi Hümayun 14. çocuğunu doğururken ölünce, onun adına büyük bir anıtsal mezar yaptırmaya karar vermiş. Binlerce insanın 22 yıl boyunca çalışmasıyla bu şaheser türbe yapılmış. Şah Cihan öldüğü zaman da o çok sevgili karısının yanına gömülmeyi vasiyet etmiş. O günden bu zamana, yani yüzlerce yıldan bu yana koyun koyunalar, ne aşk ama ! Çıkışta bir süreliğine birbirimizi kaybediyoruz. Nice sonra bütün ekip bir araya gelebilip doğruca istasyona yollanıyoruz. Akşam 9.00’da Varanasi’ye giden trene biniyoruz. Varanasi, Hindistan’ın en kutsal kenti. Ganj kenarındaki Ghat’larda ölümden sonra yakılanların küllerinin havaya karıştığı o gizemli ölüm kenti. Ölümünün yakın olduğunu içgüdüleriyle hisseden Fillerin, ölmek için atalarının da öldüğü yere, Filler Mezarlığına gitmeleri gibi, Hindistan’ın her yerinden kendini ölüme yakın hisseden insanlar, ağır hastalar, yaşlılar ölümü beklemek için buraya, Varanasi’ye geliyorlar. Varanasi…Ölümün karanlık kenti…Geciken treni bekliyoruz bir süre istasyonda. Kulağımda yanık bir türkü, dilimde hüzün. Gözlerimi açık tutmakta zorlanıyorum. Güzel bir şey şu uyku. Trende yerime uzanır uzanmaz derin bir uykuya dalıyorum. Sanırım daha yastık yaptığım çantaya bile değmeden başım.

-Devam edecek-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder