Hoşgeldin Ey Yabancı !

BU BLOG ÖNCELİKLE, YOLDAN ÇIKMAYA MEYİLLİ AMA BU CESARETİ BULAMAYANLARI YÜREKLENDİRMEK VE DÜRTMEK İÇİN YAPILMIŞTIR !

13 Kasım 2009 Cuma

Bir Düş Ülkesi Hindistan - 4

15.Mart, Çarşamba, Varanasi, 10.gün

Yağmurlu bir havada ve 2 saat rötarlı olarak giriyoruz Varanasi tren istasyonuna. Tanrı Şiva’nın kenti Varanasi, Hindistan’ın en eski ve en kutsal kenti aynı zamanda. Bu nedenle Hindu hacılar günahlarından arınmak için ülkenin her yerinden buraya geliyor. Hintlilerin Ganga dedikleri Ganj nehrinin hemen kenarında anıtsal binalar bulunuyor ve Ghat’larıyla ünlü. Varanasi’nin en çok ilgi çeken yerleri, Hinduların kutsal banyolarını aldıkları işte bu Ghatlar. Bunlar aslında Ganj nehrinin yılın her döneminde yükselip alçalması olayına karşı nehre doğru inen basamaklar. Varanaside toplam yüze yakın Ghat yan yana sıralanmış durumda. Merkezi Ghatlarda her sabah ve her akşam binlerce kişinin katılımıyla ‘Aarti’ denilen Ganj’ı kutsama törenleri yapılıyor. Varanasi, dünyanın en hüzünlü turistlerine ev sahipliği yapıyor aynı zamanda: Hindistan’ın her yerinden hasta, yaşlı, kendini ölüme yakın hisseden insanlar ölmek ve yakılarak Ganj’a karışmak üzere buraya geliyor. Hindistan’ın başka yerlerinde ölen kişiler de -eğer imkanları varsa- buraya getirilip, burada törenle yakılıyor ve külleri Ganj nehrine atılıyor. Böylece ruhlarının kurtuluşa ereceğine inanıyorlar. Bir Hindu için Varanasi’de ölmek, ruhun tekrar tekrar dünyaya gelmesinden kurtulmasını sağlayan moksha’ya ulaşmasını sağlıyor. Hava puslu. Yağmur ve is kokusu şehre bir kader gibi çökmüş. Sokaklarda, Ghatlar’da, dua ederek ölümünü bekleyen insanları görmek çok etkileyici. Ancak bugün diğer günlerden daha farklı olarak hüzne sevinç karışmış, çünkü bugün Holly bayramının son günü. Yani çılgın eğlence ve boya günü! İstasyondan bindiğimiz bisikletli rikşalar bizi en büyük Ghat olan ‘Dasaswamedh Ghat’a götürecek. Ama bunun iyi bir fikir olmadığını çok çabuk anlıyoruz. İstasyondan başlayan rikşa yolculuğumuz kısa sürede hüsrana dönüşüyor : Yol boyu gözleri hariç, yüzleri dahil olmak üzere bütün bedenlerini bin bir renge boyamış insanlar, perişan üst başlarına bir de bolca boya yemiş; yemeye de devam ediyorlar. Çünkü bayramın özelliği kendini boyamaktan başka herkesin birbirine boyalar atması üzerine kurulu. Genç-yaşlı, zengin-fakir herkes birbirine yaramaz ve haylaz çocuklar gibi boya fırlatıyor. Boyayla bitmiyor, hemen herkes ayakta duramayacak kadar sarhoş, içki ortalıkta görünmediğine göre uyuşturucu otlardan olmalı. Pek içki kullanmayan bir toplum Hindular, onun yerine esrar ve marihuana yoğun olarak tüketiliyor. Belki sarhoşluğun belki de bayram sevincini paylaşma isteğinin (!) etkisiyle yol boyunca bizi de boya yağmuruna tutuyorlar. Her yer saldırgan, sarhoş, deli gibi dans eden Hintlilerle dolu. İlkel toplumlarda, kötü ruhları kovmak için yılın belirli zamanlarında yüzlerini boyayan kabile insanları, o gün her türlü çılgınlığı da yaparlarmış. Sanırım bu bayramın da bu tür bir geçmişi var. Hindistan’a geldiğimizden beri ilk kez gerçekten korkuyorum. Sadece ben değil hepimiz acayip tırsıyoruz, hiçbir şey olmasa bile küçük torbalar içinde attıkları boyalar, yüzümüze, bacaklarımıza geldiğinde oldukça can yakıyor. Yüzlerimiz, boya yemekten kıpkırmızı. Kısa süre içinde kulak içlerimize kadar rengârenk oluyoruz. Bildiğim tüm küfürleri sıralıyorum yol boyu. Bayramsa sizin bayramınız, bizi niye bombalıyorsunuz adiler! Genişçe bir caddede polis yolu kesmiş, bizi de durduruyor. Yol, yüzleri türlü renklere -hatta gümüş renkli soba boyasına dahi- boyalı çılgınca dans eden sarhoş gençlerle dolu. Geçemeyeceğimizi, yolun tehlikeli olduğunu ve bir yerde oturup saatin 12 olmasını beklememizi öğütlüyor. Bu tantana öğlen 12’de bitecekmiş. Eh bu da bir şey. Rikşalardan inip bir sokak arasına sığınıyoruz. Yoldan geçen bir Hindu rahip, yüzlerimizden artık ne okunuyorsa işini gücünü bırakıp bizi koruması altına alıyor. Gelen sarhoşları ve boya atmak isteyenleri engelliyor. Neyse ki Rahipten çekinip yaklaşmıyorlar. Saatte neredeyse 12 oldu zaten. Bir çeyrek saat daha dev ateşlerin yakıldığı, çılgınca danslar edilerek boyaların atıldığı bu dev curcunayı izliyoruz. Sanırım Holly bayramı, insanların sonuna kadar kendinden geçtiği, enerjisini ve saldırganlığı boşalttığı bir gün olarak görülüyor.Saatin 12.15 olmasıyla birden bir hareketlenme oluyor, etrafta şimdiye dek sessizce bekleşen Hint polisi, ellerindeki uzun tahta sopalarla bu sarhoş güruhun arasına dalıp ‘Allah yarattı, o da bizim gibi insan evladı yahu’ demeden vurmaya, kalabalığı dağıtmaya başlıyor. Yüzleri gözleri, saçları başları, vücudunun her santimetrekaresi gökkuşağının bin bir rengiyle boyanmış elemanlar düşe yuvarlana uzaklaşıyor. Onlar için değil kuşkusuz ama bizim için oldukça eğlenceli sahneler: )Tehlike geçti. Bol renkli, müzikli, danslı ve yüksek uçuşlu Holly, artık bitti. Yavaş yavaş dükkanlar açılıyor. Dükkan dediysem tahta perdelerle birbirinden ayrılan, yan yana sıralanmış, sokağa bakan tarafı ilanihaye açık, ne yaptığı belirsiz birtakım insanların doldurduğu bina altları anlaşılmalı. Neyse, hemen yanımızdaki dükkanda oturup birer Lassi içiyoruz. Lassi bir tür ayran. Bir tür diyorum çünkü Lassi, şekerle karıştırılmış ayran : ) Alıştığın görüntü, farklı tat! Hindistan’ın garipliklerinden biri daha. Sanırım manda sütünden yapılıyor. Aslında kendisi de sarhoş olan Hindu Rahip’e teşekkür edip Ghatlara doğru yürüyoruz. Bir sandal kiralayıp Ganj’a açılıyoruz. İşte binlerce yıldır, milyarlarca insanın taptığı, insanlığın ve bereketin içinden doğduğuna inanılan Ganj’dayım ! Ortalık hayli sakin, Holly nedeniyle ortalıkta hiç turist yok. Alemin akıllısı biziz ya : ) Ghatlarda yıkanan kimi Hindular, içinde kadınların da olduğu bir sandal turisti görünce kafalarının dumanlı olmasının etkisiyle, üstlerindeki bir gıdımlık bez parçasını da fora edip, yabani kahkahalarla Adem Baba kıyafetine geçiyorlar. Geçmekle kalmıyor, tövbe estağfurullah ismi lazım değil bir şeylerini sallayarak kendilerince eğleniyor. Adi sapıklar : ) Bizim ekipteki kızlarsa biraz utangaç kıkırdıyor ama yine de bakmaktan kendilerini alamıyorlar : ) Nehir kıyısı kalabalık… Bulanık bir çamur akıyor nehirde. Nasıl olmasın ki, Ganj kenarı yol boyu yıkananlar, yüzenlerle dolu. 5-6 kadın, göğüslerini usulen örterek Ganj’da yıkanıyor. Fotoğraflarını çektiğimi görünce şen kahkahalarla giyiniyorlar. Bir yanda mandalarını, diğer yanda çamaşırlarını yıkayanlar… dişlerini fırçalayanlar… üst başlarını temizleyenler… Şaşkınlık verici mi? Asıl şaşırtıcı olanı diğer Ghat’a yaklaşırken yaşıyoruz. Çünkü dumanların yükseldiği bu yer, bir ‘Burning Ghat’. Yani ölü yakılma bölgesi. Sandaldan inip bu törenleri izlemeye geçiyoruz. Arka arkaya yanan 4-5 ceset var. Bir tanesinin hazırlıkları hemen önümüzde yapılıyor. Dev kütükler birbirlerine çapraz olarak ve arada açıklık kalacak şekilde yerleştirilmiş. Sonra üstlerine, yanlarına çeşitli büyüklükte odunlar, kuru dallar ve otlar konuyor. Kırmızı-sarı ipekten ince bir örtüye sarılı ceset, sedyeye benzer 2 uzun sırığın üstünde getirilip kalasların üstüne bırakılıyor ve üstüne bol miktarda sandal tozu serpiliyor. Bu toz kokuyu engelliyormuş. Gerçekten de hiç koku almıyoruz. Rüzgarın uçurduğu örtü bir an için açılıyor ve ölenin genç bir kız olduğunu görüyoruz. Zavallı. Ağzımızı bıçak açmıyor. Şaşkınlıktan dona kalmış, sessiz, kırılganım. Dokunsalar ağlayacağım. Az ilerdeki ateş ise nerdeyse köz halini almış. Odunların yanışı azaldıkça bu işle görevli kasttan kişiler, korları karıştırarak alevin büyümesi sağlıyorlar; bedenden geriye yanmamış hiç bir parça kalmaması için bu gerekliymiş. Ölü yakıcıların verdiği bilgiye göre kadınların bel ve kalça bölgelerindeki kemikler ile erkeklerin göğüs bölgesindeki kemikler en zor yanan bölgelermiş ve çoğu durumda odunlar yanıp bittikten sonra geriye kalan bu tür parçalar Ganj nehrine atılırmış. Diyenlerin yalancısıyım. İlgili kasttan bir görevli elindeki çubukla, köz haline gelmiş ateşi, işini daha iyi yapması için karıştırıyor. Külden başka, o koca kütüklerden ve ölüden iz yok. Sadece koca bir kül… Ateş zayıflar gibi olduğunda kütüklerin arasına bir toz serperek ateşi canlandırıyorlar. Bir detay da şu: hamile kadınlar yakılmaz, onları bir ağırlıkla Ganj’ın dibine gönderirlermiş. Nedense ? Onun yanında yakılan orta yaşlı erkek, onun yanındaki ise küçücük bir çocuk. Çocukla genç kadını hemen hemen aynı anda tutuşturuyorlar. Biz almıyoruz belki ama yanan etin kokusuna keçiler, köpekler, domuzlar geliyor, ateşin yanmasını kontrol eden ve sönmesine izin vermeyen görevli, elindeki sırıkla bir yandan bu hayvanları kovalarken bir taraftan da fütursuzca etrafa tükürüp duruyor. Zaten tükürmek Hindistan’da ulusal bir spor. Ölünün ateşini tutuşturma işi, cenazenin en büyük oğluna, eğer o yoksa bir yakınına ait. Bir kural olarak saçlarını kazıtarak beyazlar giyinen bu kişi, ölenin etrafında 3 kez (ben 2 saydım) dolaşıp kutsal tapınaktan aldığı ateşle otları alt taraftan tutuşturuyor. Daha sonrasında ise kenara çekilip sonuna kadar yanma törenini izliyor. Kadınların cenazeye yaklaşması iyi görülmüyor. Bu nedenle sadece uzaktan izleyebiliyorlar. Bir insanın yanışını izlemek dehşet verici. İnsana, hayatın anlamını ve hiçliği düşündürüyor. Her şey anlamsızlaşıyor birdenbire. Anlatması çok zor. Çıplak etin yanarken çıkardığı ses, yağların ateşin üstüne damlaması, yanan et…Tutuşan eller, saçlar… Çok etkileyici. İnsan kendisini çok yalnız, çok ufak, çok çaresiz hissediyor. Uzunca bir süre kalıyoruz orda. Herkes sus pus. Herkes dehşet içinde bu gerçek üstü töreni izliyor. Yerlilerin bunu ne kadar doğal gördüklerini anlamak, onlar için bunun hayatın ne kadar içinde, ne kadar olağan bir iş olduğunu görmek de büyük şaşkınlık veriyor insana. Şaşırtıcı. Çarpıcı. Bu töreni fotoğraflamak çok ayıp ve günah olarak görülüyor, bu nedenle de yasak. Ama Holly bayramı nedeniyle başta turistler olmak üzere ortalıkta pek kimse yok, galiba olanlar da etrafı fark edemeyecek kadar sarhoş. Bu töreni kaçırmak istemiyorum. Her türlü riski göze alarak fotoğraf makineme tahmini bir kadraj yaparak gizlice bu törenleri fotoğraflamaya başlıyorum. (Sonradan baktığımda doğal olarak birçoğunun kullanılamaz olduğunu ama bir kısmının dehşet verici netlikte olduğunu gördüm. ) Zafer kaş göz işaretiyle yapma diyor, onunla papaz olma pahasına devam ediyorum, çok üstelemiyor. 4-5 adet çekiyorum çekmiyorum, her nerden çıktıysa ufacık esmer mi esmer bir Hintli kız çocuğu gelip tam önümde dikiliyor. Yaklaşık 5-6 yaşlarında, kısacık simsiyah saçları, kömür karası gözleri var. Durmadan, hem de ağız dolusu, 32 dişiyle birden gülüyor. Çok sevimlisin küçük kız, ama çekil önümden, şurada gizli saklı bir iş yapıyoruz. Kalkıp başka yere geçiyorum, sırıtarak peşimden geliyor gene haspa : ) Gülüyorum olmuyor, kızıyorum olmuyor, oyun oynuyor benle, sağa yanaşsam sağa yanaşıyor, sola gitsem hop o da sola. Ne yapsam çekilmiyor önümden bir türlü. O kadar tatlı bir şeysin ki, başka zaman olsa ben seni cimciklerim, öperim, yerim kızzz, ama şimdi bırak da şunu çekeyim. Yok, Allahın belası, gitmiyor : ) Öyle garip ki, arkada bir insan yakılırken, önde bir çocuk gülüyor. Ve bu öyle çarpıcı ki, bütün her şeyi göze alıp makinemi gözüme dayıyor ve bu şaşkınlık verici kareyi fotoğraflayıveriyorum. Tutucu bir insan olduğum hiç söylenemez, yeniliklere, farklılıklara genellikle açık olmuşumdur ama serseme döndüm kardeş ben bu ülkede! Bu kadar çarpıcı bu kadar farklı inançlar, gelenekler, yaşayışlar nasıl bir araya gelebiliyor? Şu el kadar fırlama bebe bile beni şaşırtmayı başarıyor. Hayat bu evet, acıyla sevinç, yaşamla ölüm yan yana, iç içe. Hastanelerin bir kapısından yeni doğan bebeklerin ‘hayata merhaba’ ağlaması duyulurken diğer kapısından anasını babasını çocuğunu yavuklusunu yitirmiş insanların acı dolu ‘hayata elveda’ ağlayışları gelmez mi? İkisine de verilen tepki aynıdır insan bedeninde. Çığlık, çığlığa karışır, gözyaşı gözyaşına. Acı ile sevinç aynı damardan beslenir sanki. Aslında belki de bildiğimiz gerçeklerin bu kadar doğal, bu kadar aracısız ve bu kadar yalın çarpmasıdır bizi şaşırtan bu ülkede. Yaklaşık 3 saat kadar süren yakma işleminden sonra geriye yarım kova kadar kül kalıyor, bu kül de görevlilerce süpürülerek Ganj nehrine atılıyor. Böylece bir ruh daha bedeninden bağını kopartmak ve ruhlar aleminde bağımsız kalmak şansına erişmiş oluyor.Nice sonra ve itiraf etmeliyim oldukça zor bir şekilde ayrılıyoruz oradan. Hep derdim kendime, insan ancak bir su damlasıdır şu evrende, yolunu bulup akıp gitmeli o derede, yoksa bir hayal gibi buharlaşıp yok olursun. Bir büyük boşluk var gelip de içime oturan, adlandıramıyorum. Merdivenleri tırmanıyoruz. Ghatlardaki ölü yakılma törenlerine bakan merdivenler üzerinde, bir insanın eğilerek zorlukla sığabileceği tek tarafı açık dua yerleri bulunuyor. Bir tür inziva odaları olmalı. Bunlardan birinde bir kadın kendinden geçmiş, olduğu yerde sallanarak dua ediyor. Üstü başı perişan. Pis bir şalın örttüğü yüzü görünmüyor. Bir çocuk, kadının o halini fotoğrafladığımı görünce, tüm fırlamalığıyla kadına sokuluyor ve üstündeki şalı indirip kaçıyor. İşte o anda fotoğraf makinem elimden kayıyor. Şaşkınlık içinde bakakalıyorum. Yüzünü ve saçlarını gizleyen örtü indirildiğinde ortaya sarışın, hafif çilli, deniz mavisi gözleriyle çok hoş bir batılı kız çıkıveriyor! Öylesine genç ve güzel ki… Ancak gözlerinde anlaşılmaz bir korku, endişe ve kaybolmuşluk var. Anlaşılan ruhsal bir travma sonucu çıldırmış ve burada, Varanasi’de kaybolup gitmiş. Kim bilir ne zamandır bu 1 metrekarelik yerde Şiva’nın Lingam’ı önünde dua ederek yaşayıp gidiyor. Hindistan’da, Tanrı Şiva’nın erkeklik organı olan Lingam’a tapınmak oldukça yaygın ve son derece olağan karşılanıyor, birçok yerde Lingam’ı sembolize eden Tapınak bulunuyor. Belki günlerdir bir şey yememiş olan bu kızcağız da sadece önündeki sembolize Lingam’la yaşıyor. Çoluk çocuğun maskarası olmuş. Yitip gitmişlik mi, yoksa benliği ve evreni keşfetmişlik mi? Kaybolmuş mu, keşfetmiş mi? Sanırım yok olmanın, kaybolmanın bir türü bu. Bedenin sefaletine ve zavallılığına karşın ruhun dinginliğe ermesi bu yolla belki mümkün ama bana anlamlı gelmiyor, bir şey anlatmıyor. Böyle çok batılı göze çarpıyor. Batıdaki doyumsuzluk, insani ilişkilerin zayıflığı, maddi dünyaya verilen aşırı önem, böylesi gençleri farklı arayışlarla buralara atıyor. Doyumsuzluk, inançsızlık, arayış… Aylarca, yıllarca aç biilaç buralarda kalan batılılara rastlamak çok olağan. İçim eziliyor şu kızı görünce. Saçları pislikten kütük gibi olmuş, haftalardır yıkanmamış olmalı. Ne kayıp, ne acı… Pek de genç, pek de güzel oysaki… Eğer aranızdan birinin yolu Varanasi’ye düşerse, mutlaka Dasaswamedh Ghat’taki o dua odasında yaşayıp giden bu kadını bulsun isterim. Tabi hala yaşıyorsa… Akşam yapılacak olan ‘aarti’ (Ganj’ı kutsama) törenlerini beklerken Varanasi’yi keşfe çıkıyoruz. Varanasi’nin dar sokaklarındayız. Bazı yerleri o kadar dar ki, 2 kişi yan yana geçerken zorlanıyor, ancak bu önemsiz, çünkü buradan motorlar, inekler, çocuklar, turistler geçiyor. Nasıl olabiliyor ben de anlamadım ama oluyor işte. Yerlerdeki hayvan dışkılarına basmamanın hayli maharet istediği bu daracık sokaklardaki dükkanlara girip çıkıyor ekipteki kızlar. Çılgın gibiler. Elbiseler, ipekliler, sariler havalarda uçuşuyor, deli gibi alış veriş ediliyor, Türkler her yerde aynı : ) Töreni konuşuyoruz çay içerken, etkilenmeyen bir kişi bile yok. Zaten öyle olsa insanlığından şüphe etmek gerek. Hayat ne garip, kültürler ne kadar farklı. İçim acıyla, üzüntüyle, acımayla ve ne gariptir sanki aynı zamanda huzurla dolu. Tüm korkunçluğuna karşın sanki yine de (ve niye ki?) rahatlattı beni bu korkunç tören. Anlam veremiyorum bazen duygularıma. Henüz bilemediğim bir aydınlanma, ruhsal bir olgunluk mu yaşıyorum? Kim bilir belki. Atman’ı mı buldum yoksa Necdet Usta? Belki de sadece şu Lingam’la kafayı bozmuş batılı turist kız gibi ben de yavaş yavaş kırıyorum kim bilir : ) Biraz erken gittiğimiz için tören alanına hâkim bir yerdeyiz. Aralarında dünyanın her yerinden turistlerin de olduğu yüzlerce kişi, ilahiler eşliğinde Ganj suyu eşliğinde yapılan bu etkileyici töreni izliyor. Bir yandan mistik Hindu ilahileri çalınıp söylenirken bir yandan da ateşler yakılıp çanlar çalınıyor. Gerçekten çok etkileyici. Törene geç kalan ve yer bulmakta zorlanan 2 turist genç kız için sıkışıyor ve yer veriyoruz. Barselona’da arkeoloji okuyan 20’li yaşlardaki bu iki İspanyol kız, Türk olduğumuzu öğrenince yurt dışında pek rastlanmayan ölçüde sıcak davranıyorlar. Eh biz de geleneksel Türk konukseverliğimizi göstermeyelim mi yani? : ) Sırf dayanışma yahu, bunda kızların gayet hoş ve alımlı olmalarının hiç ilgisi yok : )))Uzun süren tören sonrası trene yetişmek için yine bisikletli rikşalara biniyoruz. Yolda kalabalıktan birbirimizi kaybediyoruz. Kirli sakallı Rikşacım, gittikçe daha sessiz ve sakin sokaklara doğru pedal çeviriyor. Havanın karanlığı, rikşacımın karanlık yüzüyle birleşiyor. Huylanmaya başlıyorum. Ulan amca, istasyona gidiyoruz değil mi? İngilizcesi yok ama onaylıyor beni, bilmem anladığından, bilmem beni yiyor. “Sentır sıteyşııın?? Treyyynnn? Çuf çufff? ” benzeri komplike kelimelerle muhtemelen hiç okul kapısından içeri adım atmamış rikşacımın beynine ulaşmaya çabalıyorum. Durma başını sallıyor. Şimdi bu katil suratlı Hintli, cebimizdeki üç kuruş için götürüp de bizi terk-i dünya etmesin? Ölüm kenti Varanasi, çekmesin bizi içine? Ganj’a karışmayalım durup dururken? Tırsıyorum iyice… İkide bir dürtüyorum, gelmedik mi amca ? Anlamıyor ki, durma başını sağlıyor. Sanki yol gelirken daha mı kısaydı ne? Gitgide sakinleşiyor etraf. Eşhedüennaa… Bir taraftan bildiğim duaları sıralıyor, bir taraftan da kendime küfrediyorum bu kadar tedbirsiz olduğum için. Öyle ya, yok ama üstümüzden çıkma ihtimali olan para bu insanlar için ömür boyu bir arada görme ihtimali olmayan bir para. Şeytana uyarsa her şeyi yapabilir bir insan.Dualar da bitti, hala gidiyoruz. Artık bıraktım kendimi, hadi hakkımızda hayırlısı, ne olacaksa olsun be! Bu düşünce biraz rahatlatıyor beni. Tevekkül sıradan insanlar için diye düşünürdüm hep, ama psikolojik etkisi yadsınamazmış bak : ) Bana saatler gibi gelen bir zaman sonra, bir ara sokaktan döner dönmez nihayet Merkez İstasyon binasının ışıkları görünüyor. Derin bir oh çekiyorum. O kadar da kötü birine benzemiyor aslında bu adam yahu. Hatta hayli sevimli olduğuna bile kanaat getirdiğim amcaya ne kadar bahşiş vereceğimi tasarlıyorum. Günde birkaç dolara çalışan sevimli rikşacıma yüklüce bir bahşiş veriyorum. Sevincinden ne yapacağını bilemiyor. Güle güle harca canım amcam, lafı bile olmaz, helali hoş olsun : ) Varanasi, Hindistan’ın şimdiye kadar gördüğüm en eski, en yoksul, en pis, en korkutucu şehri oldu benim için. Hele ki akşam şu son yaşadığım tuz biber oldu üstüne. Trenimiz her zamanki gibi rahat ve huzurlu bir liman olur sanmıştım. Hele ki bu yorgunluk üstüne. Yanılmışım. Sabaha kadar yanan insan bedenleriyle uğraşıyorum rüyamda.

16.Mart, Perşembe, Rishikesh, 11.gün

Yolumuz Ganj’ın doğduğu topraklarda kurulu kuzey Hindistan’daki Rishikesh ve Haritwar şehirleri. Varanasi’den Haritwar’a doğrudan ulaşacak tren saati bize uymadığı için sabah, şehrin 50 km. kadar dışında, Nizamabad diye bir yerde iniyoruz trenden. Haritwar’a cip kiralayıp gitmeyi planlıyoruz ancak bir Sih, karayolunun çok güzel olduğunu otobüsle kolaylıkla ulaşabileceğimizi söyleyince fikir değiştirip otobüse biniyoruz. Arka dörtlü koltuğa paslı demir çubukların yüklendiği bir yaşlı otobüsle yola çıkıyoruz. Homurdanarak yola koyuluyor emektar araç. Yolcu otobüsü, yük kamyoneti gibi aşağılayıcı ayrımcılıklar yok burada; hayvanlar, insanlar ve her türlü eşya aynı araçta üst üste, rahatlıkla seyahat edebiliyor : ) Rahat bir yolculuk. Hava harika. Yol boyu, rengarenk bayraklarla süslenmiş bir ‘şeyi’ taşıyan adamlar görüyoruz. ‘Şey’ şöyle bir şey: Bir kalın sopa, taşıyıcı adamın omzunun üstünden geçmiş. Kollar bu kalın sopayı tutuyor. Bu sopanın her iki yanında ona bağlı su dolu birer kova ve kovanın içinde de su var. Genelde turuncu ağırlıklı ama her renk bayrakla süslü bu gölgelikli şey, bir tür ‘sutaşımatik’ aleti : ) Hani bizde eskiden yoğurt satıcıları vardı, yürüme marifetiyle sokak sokak dolaşıp yanlarında taşıdıkları iki tepsiden yoğurt satarlardı, taşıma sistemleri işte ona benziyor. Meğer bunlar, Ganj’ın kutsal suyunu doldurup köylerine, evlerine, yaşadıkları şehirlere taşıyan Hindu hacılarmış. Ganj’a uzak diyarlardan hatta Delhi’den gelenler bile oluyormuş. Malum, Ganj’ın suyu kutsal, içmek ziyadesiyle önemli, zemzem suyuna benzer bir ilgi var. Eh Haritwar hem kutsal bir şehir hem de kaynağına yakın olduğundan nispeten temiz. Kilometreler boyu bu insanlara rastlıyoruz. 1940’lardan kalma ve saatte maksimum 30 km. hız yapan; ancak bir jet uçağı kadar ses çıkaran otobüsümüz bir iki aksırıp tıksırıp dağ başında bir yerde kalıyor. Sanırım ölüyor : ) Otobüs boşalıyor, bütün yolcular tıpkı bizdeki gibi şoförün başına toplanıp motorun memesinin tıkandığı ya da karbüratörün su kaynattığını ileri sürüyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hintçe sevimli ve ahenkli, boş bir tencereye çarpan tahta kaşığın verdiği sese benzeyen bir dil. Şoför de motora bakacağına ona buna laf yetiştiriyor. Onları dışardan izlemek komik ve eğlenceli. Bir kadın oğlunu çişe tutuyor, bir adam hemen kadının önünde –ama allahı var, arkasını dönüp- şırr şırrr aynı işi görüyor. Film millet bunlar : ) Fırsattan istifade, ‘Ganj zemzemcileri’nin bol bol fotoğrafını çekiyorum. Hacılar istekli, sevecenlikle poz veriyor. Nasıl olup da hala çalışabilir olduğuna şaştığım otobüsümüz nice bir zaman sonra yine öksürerek ağır ağır hareket ediyor. Zaten aceleye ne gerek var a canım :) Uttar Pradesh Eyaletinin (isimdeki asalete bak!) güzel iklimi, temiz ve geniş sokaklarıyla etkileyici şehirlerinden olan Haritwar’da hiç oyalanmadan Rishikesh’e devam ediyoruz. Haritwar - Rishikesh arası oldukça yakın: 25 km. Bir motorlu rikşacıyla anlaşarak yola koyuluyoruz. Rishikesh, Kuzey batı Hindistan’da Himalayaların eteklerinde, Ganj nehrinin ortasından geçtiği, havasıyla, sakinliğiyle, güzelliğiyle etkileyici küçük bir yerleşim. Kent, ünlü Beatles grubunun buraya gelmesiyle dünya çapında moda olmuş bir Yoga merkezi. Yapılış tarihi bilinmeyen eski tapınaklarla dolu ve nispeten temiz bir yer. Belediye iyi çalışıyor olmalı. Ortalıkta dolanan inek sayısı da az, topluyorlar mı ne? Rishikesh de, Haritwar da, şimdiye dek Hindistan’da gördüğüm en temiz ve en sakin kentler. Ganj nehri de, kaynağına en yakın şehir olduğu için Varanasi’yle karşılaştırılamayacak kadar berrak ve coşkun. Şehir, nehrin iki yanına dağılmış. Yaya yolu büyüklüğündeki bir asma köprüyle nehrin iki yakası birbirine bağlanmış. Ancak sanmayın ki bu yaya yolundan sadece insanlar geçiyor: ) Bir kere öncelik dat-dut sesleriyle her an üstünüze çıkmaya meyilli motosikletlerde. Sonra möö’leyerek ve insanları tınmayarak geçen inekler alıyor üstünlüğü. Arkasından köprüyü tutan halatlara asılı duran maymunlar geliyor, kucaklarına yapışmış yavrularıyla, hoplayıp zıplayıp geçiyorlar yanınızdan. Eh artık sıra sizdedir : ) Bu gece burada konaklayacağız. Zafer’in daha önceden bildiği otelimize gidiyoruz önce. Otelcinin meymenetsiz bir suratı var. Ama allahtan otelimizin yeri çok güzel. Ganj’a bakan ana sokağın hemen arkasında yeşillikler içinde şipşirin bir yer. Yorgunluk çöken ekip dinlenmeye çekiliyor. Benim aklımda ise Zafer’in trendeyken hayat öyküsünü anlattığı Babaji’yi görmek var. Zafer’le gitmeye karar verip yola koyuluyoruz. Çok uzun olmayan ana caddeyi geçip, kısa zaman sonra artık araçların giremediği dar patikalara dalıyoruz. Ganj kıyısındaki 30 dakikalık hızlı bir yürüyüşten sonra, Babaji’nin hükümranlığına varıyoruz.“Babaji”, canım babacım, sevgili babam demek. Bir zamanlar Yeni Delhi’de oldukça varlıklı, evli barklı, çoluk çocuk sahibi ünlü bir avukatken, bir gün her ne olduysa her şeyini, tüm mal varlığını, karısını, çocuklarını bırakıp Ganj kıyısında orman içindeki bu çadıra yerleşmiş Babaji. Yıllardır etrafına topladığı müritleriyle son derece mütevazı bir çadırda yaşıyor. Yani tam da kitaptaki gibi, “Ferrarisini Satan Bilge” lan bu ! : ) Çadırının önünde 8-10 müridi etrafını çevirmiş. Kısa, küt saçlı genç bir batılı turist kızla konuşurken yaklaşıyoruz yanına. Kızcağız ressam olmalı, Babaji’nin kara kalem resimlerini çiziyor kağıtlara. Şöyle bir bakıyorum, gerçekten çok güzel şeyler. Buyur ediyor ve yer açıyorlar Zafer’le bana. Müritlerin Babaji’ye gösterdiği saygı ortama mistik bir hava yayıyor. Saygıyla biz de diğerleri gibi bağdaş kurup oturuyoruz gösterilen yere. Çadırın hemen önünde büyükçe bir ateş, ateşin üstünde bir tencere kaynıyor. Küçük bir kapta hemencecik sütlü çaylarımız yapılıp ikram ediliyor. Dikkatle inceliyorum Babaji’yi. En fazla 45’inde gösteriyor, 54 yaşındaymış. Güleç yüzlü ve sevimli biri. Alnını çevreleyen gökkuşağı renkli örtü, uzun saçlarını tutan saç bandı işlevini görüyor. Elleri, kolları, boynu, bin bir renkli taşlar, boncuklarla süslü. Parmaklarında kocaman ama zarif taşlı yüzükler var. İngilizce’yi su gibi biliyor Babaji, davet üzerine İsrail’e ve Kanada’ya gitmiş gezmeye ama çok sıkılmış oralarda. Hemen kaçıp gelmiş buraya. Müritlerinin sönmesine izin vermeden tazelediği marihuanasını içiyor hiç ara vermeden. İtiraf etmek lazım, çok karizmatik ve yakışıklı biri bu Babaji. Etkileyici olduğu, Kanadalı olduğunu öğrendiğimiz şu afetin adama bakışlarından belli. Adi herif : ) Saçlarını önce fark etmemiştim, kız sorunca fark ediyorum, eliyle tutup diğer tarafa atıyor gülerek Babaji. 12 yıldır hiç kestirmemiş, 1 metre rahat var : ) Artık kütük gibi olmuş yıkanmaya yıkanmaya. Yıkanmak gereksiz ve önemsiz bir detay zaten : )Yeni bir ot sarılıyor Babaji’ye taze taze, yakıyor Baba aşkla, derin derin çekiyor içine, 5-6 sigaradan çıkabilecek dumanı savuruyor havaya. Nasıl bu kadar duman olabildiğine şaşıyorum. İyice tutuştuktan sonra bu kez bize uzatıyor çubuğunu. Almamak çok ayıp, müritler almamı işaret ediyor. Hayda, ne halt edeceğim şimdi? Kısa bir tereddüt yaşıyorum önce, sonra alıp ağzıma yaklaştırıyorum, otların dumanla birlikte ağza gelmesini engelleyen pis bir bez, çubuğun ağzını örtüyor, bezi görmemek için başımı çevirip tütünü çekiyorum usulen. Aklımca içime çekmeyeceğim, püf püf yapıp sıramı savacağım ama bir türlü duman gelmiyor. Bir daha… I-ııh.. duman yok, söndü mü yoksa meret? Mürit elemanlar koyuveriyor kahkahayı. Acemiyiz tamam anladık. Ama ben mutluyum acemilikten, size ne abi ? Yandaki Kanadalı fıstığa uzatıyorum çubuğu, alışkanlıkla alıp deli gibi çekiyor. Bir vapur bacası gibi salıveriyor dumanı. Nasıl yapıyorsun be? Vay adi haspa! : ) Soru sormak adettenmiş ağır abiye, “özlediğin herhangi bir şey var mı dışarıdaki dünyadan” diyor biri. Hiç yokmuş. “Peki çocukların?” 2 tane varmış, özleyince geliyorlarmış. Peki diyorum sıram gelince, “Cevabını bilmediğin bir soru var mı Babaji ? ” Cevabı oldukça şaşırtıcı oluyor : “Hayır, ama sorusunu bulamadığım cevaplarım var”. Hep birlikte gülüşüyoruz. Ne yalan söyleyeyim, hakkaten taşşaklı cevap! Sonuna gelen otunu yeniden tazeliyorlar. Gözü dönmüş herifin, bu kadar çok içilir mi yahu? Artık ayrılma vaktidir. Zafer, 500 rupi bırakalım mı diyor bağış olarak. Verelim tabi, şanımız yürüsün yahu, Türk’üz biz, ne olacak ? Buralarda, bu kültürde yardım almak, dilenmek ayıp değil. Uzatıyor Zafer, Babaji ikiletmeden alıyor parayı, oturduğu peykenin altına zulalıyor hemencecik, buraya bir tapınak yaptırmayı düşünüyormuş. Yalan, ota gidecek para, bilmiyoruz sanki : ) Ya tamamıyla uçmuş, erenlere karışmış, ya da acayip yetenekli bir üç kağıtçı bu abi.Aslında kalkasımız yok pek, ortam gayet dokunaklı ve enteresan, Ganj’ın üstüne akşam çöker iken, biz sadece suyun şırıltısı, üstat Babaji’nin şen kahkahaları ve karizmatik duruşu, içtiği otun dumanlarıyla sersemlemiş haldeyiz, bıraksalar uzanıvereceğim şiltelerin üstüne, sabaha kadar mışıl mışıl uyuyacağım. Velakin ‘aarti’ töreni çok renkli geçer imiş buranın, ufacık yaştaki rahip adayları yürütmekteymiş töreni. Helal olsun her şeye rağmen, etkilenmiş bir ruh haliyle ayrılıyoruz oradan, Törenin son 10 dakikasına yetişebiliyoruz. Yine de ortam muhteşem. Nehir kenarında kurulu bir platformun üstünde, Şiva’nın dev heykelinin gölgesinde, altından Ganj’ın aktığı yükseltide, turuncu entarileriyle 6-7 yaşlarındaki çocuklar ilahilerle Ganj’ı kutsuyorlar. Himalayalar, Ganj ve şu ilahiler ne kadar etkileyici. Anlatması ve tarifi zor bir sahne. Güneşin batması, akşamın başlamasıyla başlayan alacakaranlıkta, içinde mumların yandığı, rengarenk kır çiçekleriyle sarı, beyaz, kırmızı, mor karanfiller, papatyalar, erguvanlarla süslenmiş dilek çiçekleri, inananlar tarafından dualar eşliğinde Ganj’a bırakılıyor. Binlerce ışık, binlerce ateşböceği Ganj’ın üzerinde akıp gidiyor. Öylesine güzel ki, fotoğraf bile çekemiyor, izlemekten kendimi bir türlü alamıyorum. Karanlığın başlamasıyla Hindu’lar yavaş yavaş dağılıyor. Rishikesh’te akşam, Tanrı Şiva’nın ellerinin arasından üzerimize çöküyor.

17.Mart, Cuma, Rishikesh-Haritwar, 12. Gün

Sabah, Ganj’a hakim bir binanın çatısında, manzarası müthiş ama servisi ve tostu beş para etmez bir yerde kahvaltı yapıyoruz. Hem ufak hem de pis bir yer. Siyah çay var ve fakat suyu fena halde bulanık. Sormaya korkuyoruz çünkü muhtemelen Ganj’ın suyu kullanılıyor : ) Normalde de çok titiz bir insan değilimdir ama burada iyice serdim. “Hindistan’dayız abi, relax ol, don't worry, be happy” şeklindeki özdenetim çalışmalarıyla kendimi güzelce bir rahatlatıyorum. Hem gelmeden önce sarı humma dahil olmak üzere bilumum aşıları olmadık mı? Üstelik Rishikesh hakkaten güzel bir yer. Kasmaya gerek yok. Rishikesh sokaklarını dolaşıyoruz. Her yerde dilenci. Sanırım özellikle Hindularca kutsal ve önemli mekanlarda yoğunlukla bulunuyorlar. Dilenmek yerine toprakla ilgilenseler dağları delerler ama dilenmek daha kolay geliyor galiba. Maymunlar insanlara daha yakın burada, her ağacın üstünden her taşın altından bir maymun çıkıyor. Ellerimden ekmek alıyorlar. Sanki evimin bahçesinde köpek besliyorum : ) Haritwar girişindeki dev Tanrı Şiva heykeli önünden yürüyerek Haritwar’ın merkez çarşısına geçiyoruz. Burası da Rishikesh gibi oldukça temiz. Ghatlarda dua edenler, Ganj’da yıkananlar, suyunu kutsayanlar… Bir açık hava tuvaletinin yanından geçiyoruz. Evlerindeki rahatlıkla ve bir yerlerinin görüneceği kaygısını taşımadan icra-i çiş eyleyen adamlar, bir taraftan da etraflarını seyrediyor. Hayret nidalarıyla gülüşen kızlarımızla abilerin yanlarından geçip teleferiğe doğru ilerliyoruz. Haritwar’daki teleferik, tepede, şehre hakim bulunan tapınağa ulaştırıyor Hindu inananları. Kısa bir yolculuk sonrası tepedeyiz. Tapınakta her yerde tütsüler, çiçekler, Tanrı heykelcikleri (özellikle Maymun Tanrı ve Fil Tanrı), onların altında inananların bağışladığı bozuk paralar, kağıt paralar… Bir rahip, alnıma yağlı turuncu boya sürüyor ve bağış istiyor. Parayı seven bir din Hinduizm : ) Her tapınakta neredeyse zorlayarak bağış topluyorlar. Manzarası güzel eski bir tapınak. Şehre iniyoruz. Ganj’ı kutsama törenini son olarak burada da izleyeceğiz. Nehir kenarındaki ana Ghat’a gidiyoruz. Tören başlamak üzere, yine ana baba günü ortalık. Hindular sessizce törenin başlamasını bekliyorlar. Hiç mi sıkılmaz bu insanlar her gün her gün? Ama o kadar güzel ki, rengarenk, heyecanlı, mistik. Şansımıza bize yol gösterip yer açıyorlar, Ghat’ın en altına kadar inebiliyoruz. Hemen uyarıyorlar, ayakkabılarımızı çıkarıyoruz. Bırakın Ganj’ı, Ghatlara bile ayakkabıyla girmek hem çok ayıp hem günah sayılıyor. En alt basamakta bir kıçlık yer bulup, diğerleri gibi çıplak ayaklarımı tertemiz akan Ganj’a sokuyorum. Serin su önce ürpertiyor, sonra alışıyorum. Ülkemden binlerce kilometre ötede, yıllarca hayalini kurduğum Ganj’da ayaklarımı yıkıyorum! Havanın kararmaya başlamasıyla birlikte ‘Aarti’ töreni başlıyor. Sanıyorum şimdiye dek izlediklerimin en etkileyicisi bu. Böylesine güzel bir felsefe ve inanış geliştiren, rengarenk ve ilginç törenleriyle tam da ruhuma seslenen bu insanlarla aynı dünyada mı yaşıyoruz biz? Bu rezilane, sefilane pis, tembel ama barışçıl, doğayla ve hayvanlarla yan yana, iç içe yaşayan insanlarla, paraya ve güce tapan, silahlar, bombalar üreterek birbirini boğazlayan uygar, zengin, gelişmiş insanlar aynı insanlar mı? Aynı mı sahi? Aynı dünyada mı yaşıyorlar? Aynı havayı mı soluyor, aynı göğü mü paylaşıyorlar? Binlerce insan dua ediyor, hep bir ağızdan ilahilere katılıyor. Hele törenin bitişiyle dilek çiçeklerinin suya bırakılışı, bu esnada yapılan ritüel, Ganj’a düşen ışıklar, okunan dualar, hepsi çok etkileyici.İç huzuruyla dolu ruhum, gezgin yüreğimin önünde saygıyla eğiliyor.

-DEVAM EDECEK-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder